18 Nisan 2015 Cumartesi

İNANCIN EPİSTEMOLOJİSİ








Prof. Dr. Nevzat Tarhan
 İSTANBUL Nöropsikiyatri Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı.
 Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü

Bilgi kuramı tartışmaları içerisinde inanç iki anlamda kullanılır. “Bir düşünceye gönülden bağlı olmak” anlamına gelen genel tanım, psikolojik yorumlar için yeterli değildir.
Bir düşünceye gönülden bağlı olanın, o düşüncenin gerçek olup olmadığına bakmadan inanmasına, inanç yerine, “mit” karşılığı olarak “inanış” demek daha doğrudur. Soyut bir kavrama, beş duyu ile algılamadan akıl yürütme ile inanmaya “inanç” demek daha doğru olacaktır.
İnsanın bağlandığı şeyin gerçekten var olup olmadığına veya ahlaken uygun olup olmadığına bakmadan inanması, zayıf bir inanışı ifade eder. Mantık yürütme sonunda onaylanıp, gönülden doğrulanan fikirler, inanca dönüştüklerinde daha kalıcı bir temel dayanağa sahip olurlar.
İnanışlar ise soyut varlığın gerçekliğinden çok, ona olan ihtiyaç nedeniyle ortaya çıkan inanma modelleridir. Aklen ve mantık yürütme sonunda oluşan çıkarımlar, bilimsel olarak onaylanmış önermeler şeklinde değerlendirilmelidir. İnandığı şeyin gerçek olup olmadığı şüphesini taşıyan kişi, iç onay olmadığı için psikolojik dinamikte beklenen sonucu elde edemez. Özgür irade ile onaylanmayan inanışlar çoğu zaman geçicidirler.
Deneyustu Gerçeklik
Görünmeyenin gerçekliği veya deneyüstü bir gerçeklik tartışmaları, pozitif bilimlerle uğraşanların son yıllardaki önemli ilgi alanlarından biridir. Önceden sınanabilen ve test edilebilen bilgiler gerçek kabul edilirken, günümüzde görünmeyen bir düzenin var olduğuna inanan bilim adamları, görünmeyeni de gerçek olarak tanımlamaya başladılar.
Evrenin sırlarını beş duyu ile açıklamak zordur. Bu sebeple insan gerçeklere farklı kanallardan ulaşmaya çalışır. Kişiyi gerçeklere götüren birinci yol, deney-gözlem/ampirik yaklaşımdır. Bu yöntem nöropsikiyatrinin ve pozitif bilimin ilgi alanına girer. İkinci yol, akıl yürütmedir. Teorik, pozitif bilim ve din biliminin, sosyal bilimler ve psikiyatrinin ilgi alanıdır. Gerçeğe götüren üçüncü yol, önsezi ve sezgilerdir ki bunlar din bilimlerinin dışında bugün nöropsikiyatrinin de ilgi alanı olmuştur. Beyin çalışması yapanlar beyin görüntüleme ve duygu ilişkisi üzerinde deneme-sınama yöntemini uygulayarak, birinci ve üçüncü yolun kesişmesini sağlamışlardır. Dördüncü yol inançtır. Gerçeğe giderken diğer üç yolla açıklanamayan noktalar için bu yöntem kullanılır. Bugün inanç, samimiyet ve niyet konularıyla nöropsikoloji de ilgilenmektedir. Görüldüğü gibi gerçeği arama çabası içerisinde olan bilim emekçileri için bütün yollar, temel bilimsel prensiplere aykırı olmadan kullanılabilmektedir.
Dini Yaşantı Nedir?
Genel bir tanımlama ile dini yaşantı, evrende görünenin dışında görünmeyen bir düzenin var olduğuna inanmak ve bu düzenle uyum içinde yaşamaya çalışmak demektir. Göremediği bir şeye inanmak insan için zordur. Çünkü insan evreni beş duyu ile algılar. Beş duyu dışındaki algılama, genellikle bilinçli algılama değildir ve özel çaba gerektirir. Dini yaşantı, böyle bir inanç üzerinde ahlaki pratikler ve psikolojik tutumların gelişmesidir.
Kutsala İnanma Nedir?
İnsanın beş duyusu dışındaki ikinci algılama mekanizması, zihinsel beyindir. Sinirbilimin önde gelen isimlerinden kognitif sinirbilimci Marsel Mesulam insan beyninin % 90’ının duygu, düşünce ve davranış işlemlediğini, beş duyu ile ilgili işlemlerin ise sadece % 10’unu kapladığını söylüyor.
Kısa adı ile zihinsel beyin (akıl) diyeceğimiz organımız, diğer canlılarda insandakinden daha farklı işlemler yapmaktadır. Mesela insan beyninin, zamanı algılayan anlamlılık kabiliyeti ve manyetik hassasiyeti olduğu tespit edilmiştir. Somut düşünce dışında soyut düşünce de üretmektedir. Amaç belirleyen, güç ve enerji programlayan bir yapıya sahiptir. Zamanlama ve sıralama yaparken, aynı zamanda arzu ve dürtüleri de seçebilmektedir. Bir günde 50-100 bin civarında düşünce üretirken, bu düşüncelere duygu ekleyerek tepki de oluşturabilir. Karar verirken sadece mantığıyla değil, sosyal ve duygusal boyutları da hesaba katarak karar vermektedir. Düşünce üretme aşamasında, sembolleri bolca kullanıp, yeni kavramlar geliştirmek de insan beyninin işidir.
Beş duyumuz yemek, içmek, barınmak ve üremek için yeterli iken; medeniyet üretmek, akıl yürütmek, muhakeme yapmak, evrene hâkim olmak, insani değerleri geliştirmek, felsefi arayış içinde olmak, kutsala inanmak bu sınırlı duyularla yeterince açıklanamaz.
İnsanın psikolojik ihtiyaçları, arzuları ve hedefleri sınırsız iken, beş duyu ile algılayabildiği ve hükmedebildiği şeyler çok sınırlıdır. Evrene hâkim olmak, sonsuza dek yaşamak, ölümün farkında olup ondan korkmamak sıradan bir insanın tipik arzularıdır. Bir yandan bu kadar geniş ve ileriye yönelik istekleri, diğer taraftan da karşılanması gereken psikolojik ihtiyaçları varken, insan bir virüse yenik düşebilir. Doğaya hâkim olmak istediği halde, tansiyonunu hatta kalp çarpıntısını bile kontrol edememesi, ironik bir gerçektir.
İşte burada zihnin, diğer canlılarda bulunan yeme, içme, barınma ve üreme gibi temel ihtiyaçların ötesinde soyut ihtiyaçları olduğunu da görebiliriz. Peki bir ihtiyaç söz konusuysa ve o ihtiyaç karşılanmazsa sonuç ne olur? Yemek ihtiyacımızı karşılayamadığımız takdirde, kan şekerimiz düşer ve hasta oluruz. Aynı şekilde duygusal ihtiyaçlarımızı gideremediğimizde de ruh sağlığımız bozulur. Korkularımızı yenemez, kendimizi güvende hissedemeyiz. İşte bu noktada insanın kutsala inanma ihtiyacı önem kazanır. Zihin cihazımız, psikolojik ihtiyaçlarımız giderilmediği takdirde korku, güçsüzlük, çaresizlik duygularıyla farklı arayışlara girebilir. Ruhsal hastalıklarda savunmasız kalan beynimizin soyut düşünce üreten yapısında da bozulmalar meydana gelir. Geçmişi ve geleceği algılayan insan, güven duygusunu korumak için belirsizliğe tahammül etmekte zorlanmaktadır.
Zihin cihazının ürettiği soyut nesneler; her şeyi bilme, sonsuz olma, adil paylaşımda bulunma, sevgiyle donanma, merhamet gösterme, mutlak yani sınırsız olma, özgür yaşama, her şeyi kontrol etme gibi soyut bilimsel sabitelerdir. Kutsala inanma da bilimsel sabite yani soyut nesneler içerisinde yer almakta ve insanın soyut düşünce dengesi içerisinde, güven sağlamasını kolaylaştırmaktadır. Diğer bir ifade ile adalet, doğruluk, güç bahşeden sınırsız bir kaynak mevcuttur. “Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, gücü sınırsız olan, beni işiten, kalbimden geçenleri duyabilen, beni benden çok bilen koruyucu bir güç var. Bu güç beni koruyor” diye düşünerek kutsal olana inanan bir insan, ruhunu zihinsel bir sığınağa yerleştirmiş olur ve dinginlik kazanır. Kutsala inanmak insana, doğada kontrol edemediği durumlarda, kendini güçsüz ve yetersiz hissettiği anlarda güven ve teselli verir. Dinin teselli etme gücü de burada devreye girer.
Aynı zamanda dinin hayata anlam katma gücü, ölüme çözüm üretebilme durumu ile eş değerdir. Varoluşunun farkında olan ve öleceğini bilen tek canlı, insandır. Ölüm korkusu insan davranışlarını belirleyen bir korkudur. Öldükten sonra yok olacağını düşünen kişi, aynı zamanda tesadüfen var olduğuna da inanan kişidir. Bu düşüncedeki bir kimse, sahip olduklarını kaybetme korkusu yaşar. Yaratıcı’ya inanmıyorsa hesap verme duygusunu da taşımaz ve sonuçta bencilleşir. “Dünyaya bir defa geldim ve hayat geçici, her şey boş” diyerek kazanımlarını çılgınca tüketmeye yönelir. Hayatı anlamsız gören kişinin yaşamak için sebebi kalmadığında, toplumsal katılıma sırtını döner.
Semavi İdealar
Din ve özgürlükle ilgili konular bazen akla şu soruların gelmesine sebep olur: Bir insan kendisini hem özgür, hem de yaratıcının varlığına teslim olmuş hissedebilir mi? Ölümsüz olduğunu düşünerek plan yapması mümkün müdür? Doğanın özel bir tasarım sonucu oluştuğuna inanan bir kişinin davranışları nasıl şekillenir? Emmanuel Kant, somut bilgi oluşmasa da bir dizi nesnenin gerçekten var olduğuna inanmayı zihinsel bir fenomen olarak tanımlamıştır. Kant, bu durumun dokunamadığımız ve göremediğimiz demir bir cismin, manyetik kapasitesi gibi olduğunu ve bu kapasitenin de bizim değişik tutumlarımız ve eğilimlerimizi belirlediğini söyler. Demir nesnenin manyetik kapasitesini somut olarak tanımlayamasak da etkilerini hayatımızın her alanında görünür şekilde açıklayabiliriz. Emmanuel Kant’ın bu açıklaması ahlaki yaşantımızla, “zihinsel fenomenler” ve “akli idealar” arasındaki ilişkiyi açıklama çabasıdır.
Tüm nesneler, kendilerinden daha geniş ve soyut nesneler evreninde yüzerler. Somut nesneler anlamlarını soyut evrende kazanırlar. Maddenin mana boyutu semavi ve soyut olan evren boyutudur. İyilik, güzellik, anlamlılık, eşitlik, sonsuzluk, sevmek, adil davranmak, faydalı olmak, merhametli olmak gibi soyut idealar ve kavramlar, somut evrenle birlikte olursa anlam kazanırlar.
Maddenin arka planı, onun anlam boyutudur. Soyut kavramlar somut olgulara anlam katar. Bildiğimiz her şeyi, her cismi soyut kavramlarla oluştururuz. Soyut ve sembolik düşünce, her şeyin gerçek “doğası”nı ortaya çıkarır.
Somut nesnelerle ilgili duygusal tutumlarımız, örneğin sevmek, nefret etmek, benimsemek, istemek veya reddetmek, hepsi soyut kavramlardır. Zihnimizin bu soyut kavramlarla belirlenebilmesi insanlık durumunun temel gerçeklerinden biridir. Somut yani maddesel evrenle, soyut diye adlandırdığımız anlamsal evren arasındaki dengeyi fark eden ve korumaya çalışan insan hakikate ulaşacaktır. Somut evren bitkisel ve hayvansal düzey evrenidir. Soyut evren insani boyuttaki evrendir.
Seküler Hümanizm ve Semavi Öğreti Farkı
Darwin ve Freud’a göre insan ile böcek aynıdır. Bu düşünceye göre insan tesadüfen var olan, içgüdüleri ile hareket eden, yemekten ve üremekten başka amacı olmayan; bencil, çıkarı peşinde koşan, güçlü olursa yaşayabilen bir varlıktır. Bu görüş, öldükten sonra yok olan, kimseye hesap verme mecburiyeti taşımayan, sevgi ile cinselliği eş değer şekilde yaşayan, sorumsuz, özgür ve bağımsız, arzuları peşinde koşan insan modelini savunmaktadır. Seküler hümanizmin felsefesini oluşturan bu düşünceler kulağa hoş gelse de insanın çıkarına ne derece uygun olduğu, bugün modernizmin deneyerek gördüğü bir gerçektir.
Semavi öğretilere göre ise insanı insan yapan unsur, yüce ve kutsal bir amaç uğruna yaşaması ve taşıdığı anlamdır. Nasıl ki kitabı kitap yapan mürekkep ve kâğıt değil de içindeki mana, bilgi ve geleceği aydınlatabilme kapasitesi ise, insanın değeri de onun gayesinde gizlidir. Evreni bir kitap gibi düşündüğümüzde, pozitif bilimler kitabın mürekkep ve kâğıdı ile ilgilenirken, semavi bilgiler de kitabın anlamını ifade etmektedir. Tanrı ise evreni yoktan var eden, her şeye gücü yeten, sonsuz ilim ve güç, sınırsız irade ve hikmet sahibi, mutlak hayat verici, düzenleyici ve dengeleyici, madde ve zaman boyutuna dahil edilemeyen kutsal bir bilinçtir. Tanrı’nın sıfatları konusunda farklı değerlendirmeler, dinleri ortaya çıkarır. Böyle bir Tanrı, insanı çok özel ve kendisine muhatap olacak şekilde yaratmıştır. Antika bir eserin kıymeti demirciler çarşısında bir lira ise, antikacılar çarşısında bin liradır. O eseri kıymetli kılan şey, aidiyeti ve taşıdığı semantik, anlamsal değeridir. İşte insanı da kıymetli kılan evrenin yaratıcısıyla olan bağı, mensubiyeti ve taşıdığı anlam boyutudur. Değer, değerli olandan gelir. Yaratıcının öngördüğü erdemler insani bilgilere paralel olduğunda, insan “eşref-i mahlûkat” yani yaratıkların en şereflisi konumuna çıkabilir. Bunun da bir karşılığı vardır; kul olduğunu bilmek itaat çabası içinde olmaktır. İnsan özgürdür ama evrenin kuralları ve kendi özgürlüğü arasındaki sınırı bilmekle sınavdan geçirilmektedir. Bu sebeple “Kendini bilmek, Rabbini bilmektir” ifadesi Kuran felsefesinin temelini açıklayan ifadelerdendir.
Tapınmaya Değer Olmak
Eflâtun, evrenin işleyişinde dünyada var olan güzelliklerin soyut güzellik fikrine (idea) ulaşmak için basamak olarak kullanıldığını söyler. İnsan güzelliğe ulaşma yolculuğunda çeşitli formlara “güzel” der. Böylece doğru formlardan doğru eylemlere yönelir. Doğru eylemlerden doğru fikirlere, doğru fikirlerden doğru güzelliğe ulaşır. Sonunda güzelliğin özünün ne olduğunu anlar. Hatta bunun için hayali güzelliğe aşık olanlara, platonik aşık denilmiştir. Eflâtuncu bakış, evrenin manevi yapısı ile ilâhi düzenin tapınmaya değer olduğu kanısını taşımaktadır.
Günümüzde tapınmaya değer bir düzenin inkar edilmesi sonucu Tanrı’sı olmayan kiliseleri görmekteyiz. Böyle bir düşünce, dünyevi dini akımları ve evrendeki düzenin kutsanması sonucunu doğurmaktadır. 19. ve 20. yüzyıl bilim çevreleri, bilime, onu dinin yerine koymaya varacak kadar kutsallık atfetmişlerdir.
“Oradaki Bir şey” Hissi
Görünmeyen gerçeklik veya deneyüstü gerçeklik olarak tanımlanan bir gerçeklik, insanın “oradaki bir şey” sezgisi ile ilgilidir. Bilimsel olarak çok tanrı olabileceği ispatlana-madığına göre “oradaki bir şey” hissi insanı bir yaratıcısının olması gerektiğine inandırmaktadır. Hayal edilemeyecek kadar uzak ve tanımlanamasa da dini kavramlarla anlaşılabilen bir gerçeklikten söz edilmektedir.
Örneğin güneş, madde ile enerji dengesinde görünen bir nesnedir. Allah da enerji ve soyut nesne şeklinde tarif edilebilir. Yaratıcı, sıfatları ile bizim yanımızda, içimizde olmasına rağmen, bizim ona dokunamadığımız düşüncesi, Kuran öğretisindeki tevhid inancı ile örtüşmektedir. Bu noktada son dönem İslam bilginlerinden Nursi’nin, Allah’ın 99 ismi ve bu isimlerin tanımladığı sıfatları ile Allah’ı her an hissedebileceğimizi söylediği kelami görüşü, evrenin sırlarını açıklayıcı bir görüş olarak önem taşımaktadır.
İnsandaki Gerçeklik Algısı Değişebilir mi?
Son yıllarda sıkça kullanılan “mistik deneyim” tanımı, teknik olarak kısa süreli yaşantılar için kullanılır. Temelde bir insanın birkaç saat süren kendinden geçme halidir. Mistik deneyim esnasında bazı kişiler kişilik sınırlarının ortadan kalktığını, bütün isteklerinin karşılandığını, ihtiyaçlarının giderildiğini hisseder tarzda bir ruh hali içindedirler. Bazı kişiler ise halüsinasyonlar görebilirler. “Yeniden doğmuş gibiyim, ebedi ve ezeli güç tarafından kuşatıldığımı hissediyorum. Onun oradaki varlığından şüphe etmem, kendi varlığını etmekten daha güçtü. Onun gerçekliği benimkinden daha baskındı. Ruhum o güçle mükemmel bir uyum içinde. Yıldızların dışına çıkmış gibiyim; dünyanın bütün güzelliğini, aşkı, hüznü, ayartılmışlığı duyumsuyorum. Bir tecelli yaşıyorum; parlak ışık gördüm, bana ‘gel’ diyor, ‘beni sev’ diyor. Duvarın içinden birisi geldi ve bana dokundu; böyle-ce içimde bir heyecan oluştu. Karartı gördüm” gibi beş duyu ile ilgili algılamalar mistik deneyimi ifade eden sözlerdir.
Kişi, hallusinatuar yaşantıyı tanrısal varlığın ifşası olarak yorumluyordu. Korkunç, tarif edilemez varlıklar tarafından kuşatılmak, kötü his uyanması, takip edilme ve büyüsel varlıklar tarafından yönetilme hissi, aklını okuyan kişilerin varlığı düşüncesi, hepsi pozitif ya da negatif etkili halüsinasyon veya illüzyonlardır.
Bu alanda araştırma yapanlar içerisinde eski görüşü savunanların fikri, bu mistik deneyimlerin organik temeli olmadığı yönündeydi. Cenevre’de Profesör Flournoy, istem dışı yazı yazma yeteneğine sahip bir arkadaşının söylediklerini şöyle aktarıyordu: “Ne zaman otomatik olarak yazı yazmaya başlasam, bunun bilinçaltından kaynaklanmadığını hissederim. Bedenim dışında yabancı bir varlığın farkına varırım. Bu izlenimi tanımlamak çok güç ama öylesine belirgin ki tam yerini bile işaret edebilirim.” Peki bütün bu yaşantılar nesnelleştirilmiş ve dışsallaştırılmış fikirler miydi yoksa görünmeyen gerçeklik tarafından algılarımızın değiştirilmesini mi ifade ediyordu? Bu soruya bilimsel prensipler çerçevesinde evet veya hayır cevabı vermek çok güçtür. Ancak materyalist bakış bunların beyinsel bir fenomen olduğunu söylerken, ilahi perspektifin görüşü, beyinsel bir fenomen de olsa ilahi iradenin dışına çıkamayacağı eksenindedir.

http://www.nevzattarhan.com/

Hiç yorum yok: