17 Nisan 2015 Cuma

HUMANİZMA/ Esra AKMAN (Muş Alparslan Universitesi)


" Entelektüel ve sanatsal zenginliği olmayan bir gelişme düzeyinde insanı aramak, sonu olmayan boşuna bir uğraştır. Entelektüel alanda insan bir yandan kendisiyle ve içinde bulunduğu dünya ile bilinçli bir ilişki kurarken, diğer yandan sanatta insan her zaman kendi özüne ilişkin parıltıları bulmaya çalışmıştır. Hakikat bu iki esnek çabanın sürekli ifadesinden başka bir şey değildir."
 Ahmed Kaymak




Esra AKMAN  


Giriş

Uygarlık genel bir gelişme düzeyini ifade eder. Tarih uygarlığı bu genel kategori içinde ele alırken onu özel gelişme alanlarından soyutlamaz. Tersine çoğu zaman uygarlığın genel bir insanlık durumunu açıklamak olmadığı da söylenebilir. Aynı çağlarda dünyanın değişik yerlerinde ve bölgelerinde birbirlerine yakın gelişme düzeyinde farklı uygarlıklar olabileceği gibi, yine aynı  çağlarda başka yerlerde ve bölgelerde bunlardan ya daha çok geri ya da daha çok ileri düzeyde olan uygarlıklar da olabilir. Biri bir zaman uygarken, diğeri o zaman barbar bir yaşam düzeyini ve insanlık durumunu temsil edebilir. Eldeki tarihi bulgulara göre Sümer dönemi bir uygarlığın varlığını gösterirken, Mısır uygarlığı başka bir uygarlığın varlığına işaret ediyor. Çin ve Greek uygarlıkları, Maya ve Aztek uygarlıkları diye adlandırılan gerçekler de var. Böylece uygarlık kavrayışı yeryüzünde tüm bir insanlık durumunu ve gelişme düzeyini değil, sınırlı alanlarda, birbirinden oldukça uzak ve kopuk,  kültürel ve politik bakımdan uzun süre istikrarlı bir birlik ve düzen içinde yaşayan toplumları kapsıyor, kapsamalıdır. Olgunun bu kapsamda ele alınması, uygarlığı homojen bir tanım olarak değil, heterojen bir bütün olarak göstermek içindir. Son olarak uygarlık, bütün insanlığın katkısıyla gerçekleşen belli bir gelişme düzeyi olarak içinde bütün insanlığın geçmiş mirasını barındıran toplam-total- bir görünüştür.

Amaç

Araştırma ödevi olarak ele aldığımız Humanizma konusuna yukardaki bakış açısı ile yaklaşacağız. Bu yaklaşım, Humanizmanın entelektüel, felsefi, kültürel ve sanatsal ruhuyla da tam bir tutarlılık içermektedir. Bu ruh, insanlığın derin tarihinin ve çabasının ürünü olan mirasa sahip çıkmak ve onun donanımıyla kendini bugünkünden daha özgür ve güçlü bir geleceğe hazırlamaktır. Burada artık söylenebilir ki, humanizma, kültürel, sanatsal ve toplumsal bir düşünce ve hareket tarzı olarak bir insanlık sentezi amaçlamaktadır. Ortaya çıktığı günden bu yana insanlığın ilgili olduğu her alanı etkileyen bu bütüncü düşünce ve hareket tarzı hakkında, sınırlı bir çerçeve içinde de olsa, bir ufuk açmayı gerekli görüyoruz.      

I- Hümanizmanın Çıkışı ve Koşullar
Batı dünyasında yüzyıllarca süren Kilise ve Skolastik’in hakimiyeti özellikle bilginin, sanatın ve edebiyatın tıkanmasında sistematik bir rol oynamıştı. Adı geçen bu alanlar kültürel boyutlu olduğu kadar ruhsal boyutları olan insan etkinliğinin çeşitliliğini ve zenginliğini ortaya çıkartan alanlardır. Bu alanlar tıkandığında kültür donar, toplumun ruhsal yapısı üretken enerji ve ahenkten yoksun kalır.Toplumsal düzenin bütün mekanizmaları üzerinde katı bir güç oluşturan Klise bilimi, sanatı ve edebiyatı kendi doğmaları için tehlikeli buluyordu. Bilim ve sanat insan doğasının ve onun ruhsal-zihinsel potansiyelinin derinliklerindeki ilişkileri açığa çıkartma uğraşında doğmalara itibar etmeyen nitelikleriyle egemen çevreleri hep tedirgin etmişti. Orta Çağ Avrupası’nda egemen Skolastik düşüncenin ve Klise iktidarının bilime, sanata ve edebiyata  karşı düşmanca blokuna  karşı Humanizm  on ikinci yüz yılda belirleyici yarıklar açan bir tepki olarak doğdu ve on üç-on dördüncü yüzyıllarda ete kemiğe bürünerek toplumsal ve kültürel bir harekete dönüştü. Humanizmin bilimsel, kültürel ve sanatsal bağlamı içinde pekişen idealler yeni bir çağ başlatan Rönesans hareketinin fikri ve ruhi yankısı olarak siyasal bir nitelik kazanması Ortaçağ ve Skolastik kurumların sonunu getirdi. Rönesans bir aydınlanma çağı olarak düşünsel ve ruhsal gücünü nasıl humanizmin ideallerinden aldıysa, Avrupa kıtasının yeniden şekillenmesinde gerekli olan siyasi cesareti de ona borçludur.

Bilim, sanat ve edebiyatın insanlık tarihi üzerindeki etki gücünü kavramak için Humanizm’in oynadığı rolü görmek yeterlidir.

II- Humanizmin Tarihsel Gelişimi
Humanizm hareketi başlangıçta kendini sanat ve edebiyat bağlamı içinde yansıtsa da, onun araştırma yöntemi bakımından bir bilim, yeni bir üslup yaratma iddiasında olan bir sanat anlayışı, görünümde sistematik bir felsefi akım ve nihayet yerleşik toplumsal ve kültürel kurumlara başkaldırı çağrısı yapan siyasal bir hareket olmadığı söylenebilir. Öyle de olsa Humanizm’in daha sonraları bu alanları derinden etkileyen büyük bir rol oynadığı tartışma götürmez. 12. Yüzyıl’ın ilk yarısında belirtileri görülebilecek bu akımın yine aynı yüzyıl içindeki kimi aydın ve sanatçının skolostiğin boğucu havasını dağıtmaya yönelik çabaları toplumun hapsedilen ruhsal ve zihinsel özgürlüğüne duyulan şiddetli isteğin karşılanmasını ifade ediyor. Bu isteğin kökleri daha öncelere dayansa da Dante’nin dönemin dinsel, kültürel ve kurumsal yapısını yeni bir üslupla eleştiren girişimi Humanizm akımı tarihinde öncü bir adım olarak gösterilmektedir.(1) Dante bu girişimi yalnızca “İlahi Komedia” adlı eseriyle yapmaz. Onun o zamanki toplumsal ve siyasal sorunlarla doğrudan ilgili olduğu ve kurulu düzenle uyuşmadığı da görülüyor. Aynı şekilde Petrarca ve Boccacio bu girişimin ateşli yandaşları olarak Humanizmin bir hareket olmasında önemli bir rol oynuyorlar. Her hareket veya akımın bir felsefi dayanağının olması zorunludur. Humanizmin felsefi ilkelerinin de Petrarca ve Boccacoi’nun(2) çabalarıyla toplumda uyandırılan yoğun ilgi ve destekle giderek bir bütünlük kazandığı anlaşılıyor.

III- Humanizma Felsefesi
Rönesans’ın ruhsal ve zihinsel mayası olan Humanzima’nın ufku ileriye değil geriye doğru açılır. İlerici dönüşüm ve ilerlemelere bu kadar derinden etki eden humanizmin bu tarz tavrına ve “ufku”na şaşmamalı. Bu güne olan tepki bir gelecek isteği ve tasavvuruna, geçmişin mirasını göz ardı etmeyen bir ufka dayanmadan güç kazanamaz. Özellikle toplumun ruhsal dokusu yaşanan zamanın istek ve tutkularını yönlendirmede özel bir rol oynarlar. Bu ruhta geçmişin solmayan motifleri her an yeniden canlanıp çiçeklenmek için toplumsal zeminde bir yarık arama eğilimindedir. İnsanlar farkında olmasalar da geçmişin bu ruhu hep uyanıktır ve geçmişin kayıp sesi bir şekilde zihinlerde uğuldamaya devam eder. Yaşayan sanat bu ruhun sezgisine hep ihtiyaç duyar; bu sesin yankısına kulak vermeyi yeni ilhamlar için kamçılayıcı bulur. Zamanın sanatçıları önlerinde var olan koskocaman bir gelecek tasavvur ederlerken, geçmişe duyulan bir özlem ve istekten değil; geçmişin zengin mirasını şimdiki zamanın ideallerine ilham verici kuvvetli bir maya olarak katma isteğine göre tutumlarını ortaya koymuşlardır. Humanizma ile ilgili bir değerlendirmesinde Sabahattin Eyuboğlu, Sanat alanında hümanizmayı eskiye dönmek değil, eskiyi yeni yapmaktır. İnsanlığın daima geriden hız alarak ileri gittiğini ve köksüz medeniyet olmadığını” vurgular.(3) Sanatçılar geçmişin uğultusunu duymadan, bugünün coşkusunu yaşamadan ve tasavvurlarındaki geleceğin dünyasında bir çığlık olarak yankılanmadan amaçlarına ulaşamayacaklarının farkındadırlar.

Humanizma’nın ufku ve temel vurgusu bu bakımdan geçmişin barındırdığı zenginliğe dönüktür ve bu yüzden geçmişin bu yönüne hep işaret etmektedir. Dante, Petrarca ve Boccacio gibi öncüler de Latin’in köklerinde bulunan bu cevheri alıp yeniden işlemenin ruhsal ve entelektüel bir yeniden doğuşu canlandırabileceğine dikkat çekiyorlardı. Haklıydılar da: Rönesans gibi bir çağın, büyük bir tarihsel momentin, Eski Avrupa kıtasını baştan başa dönüştüren ard arda patlayan büyük devrimlerin mayası oldu bu görüşler. Felsefe, sanat ve edebiyat canlandı. Geçmişin ve zamanın tortusu altında kalan Homeroslar, Sophoklesler, Saphholar, Aristophanesler gün yüzüne çıkarıldılar.

IV- Humanizma’nın Anlamı
Dönemlerin kültürel ve toplumsal boyutlarının tanımlanması, genellikle sonradan o dönemleri incelemeye girişmiş olan konu ve alan uzmanlarının, bilim adamları ve aydınların keyfiyetleri dahilindedir. Bu keyfiyet objektif olguyla sıkı bir sadakat ve bağlılık içinde olmak zorundadır. Felsefede kavram kargaşalığının bilime oranla fazla oluşu kısmen bu keyfiyete tanınan ayrıcalıktan kaynaklanıyor. Humanizma bir dönemin tanımlanmasına aracı bir kavram olarak bu anlamda çok fazla yanlış ve karmaşık içeriklerle açıklanmaya çalışılmıştır. Humanities, Latincede “Homo” kökünden türetilmiş bir isimdir ve “İnsan” demektir. Humanities bundan türetilen daha kapsayıcı bir isimdir: “İnsanlık” anlamına gelmektedir. Bu yüzden Humanizma’ya karşılık olarak Türkçe’ye bunu “İnsancılık” şeklinde çevirip okuyanlar yaygındır. Bu yanlış okumadan dolayı, Humanizma’yı “ insancılık”, “İnsancıllık”, ve daha yaygın olarak “İnsan Sevgisi” olarak anlayanlar çoğunluktadır. Oysa Humanizma’nın böyle bir anlamı yoktur. Başlangıçta ulusal nitelikler ağır bassa da Humanizma’nın evrensel bir anlam da kazanması bilgi, bilim ve sanatın insanlığın ortak mirası olduğu gerçeğinin kavranmasıyla olanaklı olmuştur. Giderek birey, toplum ve düzen ayrımlarının tohumları da bu kapsam içinde ifadesini bulan ilkelere yayılmıştır.. Ruhu aydınlanmış özgür bireyler olmadan, özgür bir toplum olamaz. Birey, toplumun oluşturucu aklı ve benliğidir. Bu yönüyle dinamik ve etkin bir yapı taşıdır.

 Klise ve skolastik bireyin bu niteliklerini göz ardı ediyor ve şiddetle basırıyordu. Yüzyıllar süren Skolastiğin hakim düşüncesine göre birey bir araçtı. Onun yerleşik düzenin buyruklarına itiraz etmeye, onları sorgulamaya yetkisi yoktu. Herkes tanrının yeryüzündeki tartışılmaz sözcüsü ve aracısı olan kilisenin hizmetkârıydı. Bireyin hiçbir yaratıcı potansiyeline imkân tanınmıyordu. Böylesine sert ve baskı altındaki bireyin itirazı, sözü edilen katı doğmatizmlerin tersineydi: Tanrı ve Klise değil, insan her şeyin merkezidir. İnsan etkin bir varlıktır ve yazgısı kendi elindedir. İlk günah doğmatizmiyle insanın benliği aşağılanmakla kalmamış, onun hep iyiye doğru işleyen bireysel yaratıcılığına ve verimliliğine zincir vurulmuştu. Humanizma aşağılanan, yaratıcı benliği doğmalarla kösteklenen insanı bütün etkin nitelikleriyle birlikte yüceltmeyi ve özgürleşmesini esas alıyordu.
 Bu yeni görüş ve tavır biçimine aynı zamanda yeni felsefi harekete o dönemi ele alan konu uzmanları ya da tarihçiler bir ad verme gereksinimiyle Cicero’ya ait olan HUMANİTAS terimini kullanmışlardır. Bu uzman kişilerin ilki, Bruni’dir.

V- Humanizma ve Diğer Felsefeler
Her tutarlı ve insan odaklı felsefenin insanların aktüel yaşayışlarına, ilişkilerine, düşünce ve görüşlerine az çok yansıması ve benimsenmesi olağandır. Öyle ki daha önce var olan felsefe sistemlerini içinde barındıran damarları tutmakla birlikte, böyle felsefi bir sistem daha sonra ortaya çıkacak felsefi sistemlere kendinden de bir şeyler katarlar. Böyle bir mantık humanizmanın temel bir ilkesidir de. Görüldüğü gibi yaşam humanizmanın bu temel ilkesini reddetmeği gibi, diğer ilkelerini de günümüzde var olan felsefi sistemler içinde benimsemiştir. Denebilir ki, humanizmden etkilenmemiş hiçbir felsefi sistem yoktur. Ayrıca kültürden sanata bu etki aynı derecelerde görülmektedir. Kimi insan bilimleri, örneğin ve özellikle Birey Psikolojisi ekolu Humanist bir çerçeveden insanı ve ruhsal sorunları ele almaya oldukça itina gösteriyor(4). Etik, ideolojik ve politik bakımdan humanist etkinin gücü de tartışılmayacak kadar büyük olmuştur. Çağımızda etkin bir politik akım olan Marksist insan görüşü, yine çok rahat bir biçimde bu çerçevede Humanist felsefeyle yakınlık içindedir(5). Fransız devriminin başlıca şiarlarıysa şöyleydi: Eşitlik, Kardeşlik, Özgürlük! Benimsenen bir felsefi sistem yaşamın her alanına sızacağı gibi insanların ideallerine uzun süre yön gösteren bir rehber rolü de oynayabilir.

Humanizmanın diğer felsefelerden ayırd edici yanı, onun uzun yüz yıllar insanlar tarafından benimsenen ilkeleri korumasıdır. Neredeyse bin yıllık bir tarihi var, hiç bir felsefe bu kadar uzun zaman kendini sınatma imkanı bulmamıştır.

VI- Humanizm Milliyetçilik ve Evrensellik
Humanizmanın temel ilkelerinden biri öze dönmektir. İnsanın kendi özüne dönmesi anlamında… Burada insan ve özün aynı anlamda kullanıldığını biliyoruz. Yeryüzünde insanın kendine mutlaka yer bulabileceğine, yazgısına yön verebileceğine özel bir dikkat çeken humanistler, bu görüşleriyle herhangi bir ırk, renk, cins ve coğrafya ayrımı yapmıyor. İnsanı bütün olarak ele almasıyla toplumsal olduğu kadar evrensel bir ilgiye işaret ediyor.

Öte yandan toplumu oluşturan etkin bir yapı taşı olan bireye dikkat çekmesiyle, topluma karşı bireyi ön plana çıkarttığı anlamı çıkarılmamalıdır. İnsan ve toplum her şeyden önce kültürel varlıklardır ve bütünün içinde bir birliktirler. Biri olmadan diğeri olmaz. Bu bağımlılık karşılıklıdır; bir tür işbirliği ilişkisidir. Bireyler arasındaki ilişkilerde de durum böyledir. Aşkta, evlilikte, dostlukta bu ilişki toplumsal işbirliğinin birer biçimi olarak var olur. Kısacası birey tek başına, tek kutuplu bir dünya değil. Kendi dışındaki insanlarla, toplumla kuvvetli bir çekim halinde bir birlik ilişkisi içinde yaşar; birbirlerini böylece tamamlar ve bütünlerler. Özgürlük bu ilişkinin kavranmasında ve bir tavra dönüşmesindedir. Bu kavrayış ve tavır özgürlüğün insanlar arasında bir ayrıcalık gözetmediğini bize anımsatır. Birey özgür olmadan toplumun özgür olması söz konusu değildir; ya da tersine, özgür olmayan bir toplumda bireyin özgürlüğünden söz edilemez. Humanizma bu anlamda bireyin özgürlüğüne ve özerkliğine, bireyin iradesine, onun yaratıcı etkin potansiyeline büyük değer verir.
İnsanlık da homojen değildir; binlerce genetik, jenerik ve etnik topluluktan oluşmaktadır. Birey ve toplum nerede olursa olsun ve hangi topluluğa ait olursa olsun özünde bu insanlık bütünlüğü içindeki hayati parçalardır. Humanizma, bu çoklu realitede bireyi ve toplumu birbirinden kopartıp karşıtlaştırmadığı gibi insanlığı oluşturan diğer toplumlarla karşıtlaştırmayı da akıl dışı saymaktadır. Birey özgürlüğünü korumalıdır, ait olduğu toplumun bağımsızlığını koruması da bu özgürlüğün etiğidir; birey hem kendi özgürlüğünü hem de ait olduğu toplumun bağımsızlığını savunma gibi bir sorumluluğa da sahiptir. Aynı şekilde başka bireylerin özgürlüğünü ve o bireylerin ait oldukları toplumların bağımsızlığını da en az kendisininki kadar içtenlikle savunmalıdır. Böylece her insan kendini evinde nasıl mutlu ve güvende hissedebiliyorsa, bir başka ülkede ve toplumda kendini kendi evindeymiş(6) gibi öyle mutlu ve güvende hissedecektir. Bu görüşe göre humanistlerin, milliyetçiliği ve evrenselliği en geniş düzeyde kaynaştırma çabalarıyla, diğer felsefi akımların temsilcilerine göre, çok ileri bir ufku ortaya koyduklarını anlıyoruz: Milletini seveceksin ama başka milletlerin bir parçası olduğunu da unutmayacaksın. Kendin kadar komşunu da seveceksin. Sevgi içe değil dışa dönüktür, insana, doğaya ve topluma dönük olarak gerçekleşir. Humanizmde sevgi, etik bir anlam içermektedir, özgürlük gibi…Sevgi ve özgürlük bir bireye, bir topluma özgü statik kavramlar ve yönelmeler değil, evrenseldirler.

VII- Humanizma ve Sanat
İnsana yakın olan her felsefi sistem insanın özgürlüğüne, hayat içindeki rolüne ve var olmanın anlamına dikkat çekmek için kendini her alanda ifade edebilme araç ve olanaklarından da yararlanır. Humanizma çıkışını başta sanatla yapmıştır. Bu felsefi görüş insana bakışını ve tavrını etkili bir biçimde ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda bireyin zihinsel ve duygusal derinliğinin açığa çıkarılması anlamında etkili bir köprü olma işlevini de üstlenmiş olur. Sanat insanlığın en eski ifade biçimlerinden biridir. Eylemsiz doğaya, doğanın bir ürünü olan insanın ilk eylemidir, ilk müdahalesidir diyebiliriz. Humanizmanın öncelikle sanat araçlarına ve sanatsal ürünlere dayanarak kendini ortaya koyması, onun felsefesinin ruhuyla tam bir tutarlılık göstermektedir. Sanat insanlık geçmişinin kültürel bir mirası olarak evrensel ruhu içinde barındıran ve yansıtan bireysel etkinliklerin başında geliyor. İşte humanizmanın öncülerinin yaptığı da bu ruha sanat yoluyla ulaşmak olmuştur. Bu ruh sadece insanın psişik bağlamlarını değil, zihinsel ve entelektüel dehasını yoğuran nitelikleri de yansıtıyor. Geçmiş bize sanat üzerinden seslenen ve kendini duyuran, gizlide kalmış hayatı açıklamamıza imkan sağlayan evrensel bir dildir. Onun hangi etnik topluluğun, hangi bireyin konuştuğu dilden, ifade biçiminden ve kültür ortamından çıktığı önemsizdir.

Humanist öncüler geçmişin sanatsal ve entelektüel ürünlerine ulaşma çabasında özel, kendine münhasır bir ırk, bir dil, bir ruh ve zihin bulma beklentisi içinde hareket etmediler. Bundandır ki, humanist felsefi dalga başta ortaya çıktığı kıta Avrupası’nda ve sonradan bütün dünya kültürlerine hızla yayılma imkanı bulmayı başardı. Bu dalga etkisi toplumların sanat ve edebiyat ürünlerinde yeni insanın hayata bakış tarzını ve tavrını kökten değiştirdi. Çinliler, Homerosu, Hesodios’u, Aristophanes ve Sophokles’i; Avrupalılar, Konfiçyus’u, Zerdüşt’ü(7), Budha’yı keşfedip bağrılarına bastılar.


VIII- Türkiye’de Humanizm/Umanizm/Ümanizm
Türkiye’de Humanizma’nın başlangıçta pek iyi kavrandığı söylenemez. Bunu  pek doğru tercüme edilmeyen tercümesinden kolay anlıyoruz. Cumhuriyet dönemi aydınlarının bir kısmının bunu Umanizma veya Ümanizma biçiminde kavramlaştırmayı önermeleri ve bu yönde girişimleri olmuştur.(8) Umanizma, Türk aydın ve sanatçılarının aslında lingustik oyunlarından türetilmiş bir terim olmaktan başka bir anlam taşımıyor(9). Türkçe’de kullanım sıklığı bulunan “Uman”, okyanus kelimesine karşılık olarak enginliği, uzaklığı ve muazam bir genişliği ifade eder, Farsça kökenli bir sözcük olarak dönemin Türk şairlerinin sıkça kullandığı bir imgedir. Uman ve Human fonetik bakımdan benzer ve kolay bir çağrışım yapmaya uygun düşüyor. Aktüel yaşamda ve iletişim bağlamlarında pek tutulmuş bir yapma kavram olmasa da Cumhuriyet yazarları ve şairleri arasında Humanizma yerine Umanizma’yı bu anlamda kullananlar olmuştur.

Öyle de olsa Humanizma akımının Avrupa ve Dünya insanları üzerindeki büyük ve derin etkilerine karşın Osmanlı dönemi boyunca sanatçıların ve aydınların ilgisini çektiği yolunda bir belirti yoktur.
Cumhuriyet döneminin başlangıcında humanizma ile ilgili oldukları anlaşılan birkaç aydından, şair ve edebiyatçıdan söz etmek yine de mümkün. Yahya Kemal Bayatlı, Yakup Kadri Osmanoğlu(*) bunların başında gelmektedir. Nurullah Ataç (**) ve başka edipleri de bu arada anmak gerekir. Onların Humanizma’ya olan ilgisinin çok kararlı olduğunu söylemek güçtür. Bunun başlıca nedeni yeni kurulan cumhuriyetin bir yandan batılılaşma adı altında uygar ve ileri bir toplum yaratma arzusunun yanı sıra muhafaza edilmeye  çalışılan ve öne çıkartılan milliyetçilik paradoksuydu. Bir diğer neden dönemin siyasi koşulları  aydınların humanizmaya açıktan bir ilgi göstermelerine imkan vermemesiydi: Humanizma’nın işaret ettiği geçmiş ruhi ve fikri cevher Yunan kültürünün temeliydi. O dönem Yunanistan’la  oldukça fazla sorunlu olan  Türkiye’nin bu kültüre olan ilgiyi toplumsallaştırması kolay değildi. Buna karşın Atatürk’ün ölümünden sonra Humanizma’ya olan ilginin arttığını ortaya koyan önemli girişimlerin ve uygulamaların başladığı söylenebilir. Geç de olsa, II. Dünya Savaşı sonrasında Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Eski Yunan sanat ve kültürünü içeren eserlerin tercümeleri yapılabilmiştir.

IX- Türk Edebiyatında Humanizma ve Etkisi
Aydın, yazar, sanatçı ve bilim adamlarının anılan dönemden sonra Humanizma’ya ilgileri artsa da, bunun doğrudan edebiyat eserlerine bir tema olarak yansıtıldığını gösteren fazla veri yoktur. Bu belki de Humanizma felsefesinin karakteristiğinden kaynaklanan olağan bir sonuçtu. Humanizma’nın temel vurgusu geçmişin bağrında saklı duran zengin mirası, ilmi ve fikri cevheri ortaya çıkartmaktı. Türkiye’de şiir ve edebiyatta olamasa da tiyatro, müzik, resim ve mimaride, özellikle de felsefede bu boşluğun doldurulmaya çalışıldığına ilişkin hatırı sayılır gelişmeler olduğu söylenebilir.
Sonuç olarak şu da söylenebilir: Humanizma felsefi açıdan geçmişin derinliklerindeki kültürel ve sanatsal zenginliğe ulaşmaya çalışırken, Türkiye’de bu bağlam içinde kendi geçmişinin kaynaklarına yüzünü çevirmeyi gerekli gören bir anlayışa işaret ediyordu. Bir kompleks ve haset ürünü gibi düşünülse bile bu değerlendirmeler Humanizma prensipleriyle  ile elbet çelişmiyordu. Geçmiş insanlık mirasının yalnızca Yunan ve Latin kültürünün temelinde olmadığı fakat bütün insanlığın kültürel temelinde bulunabileceği savıyla Türk olan Yunus ve Mevlana’nın; Fars olan Gazali’nin, Hayyam’ın; Çinli Konfüçyüs’ün ve daha başkalarının da göz ardı edilemeyeceğine dikkat çekmek tutarlı bir tavırdı..

Bu anlayış ve değerlendirmeler bağlamında Anadolu coğrafyası potasında biçimlenmiş kültürel cevheri ortaya çıkartmak için özgün motifleri koruyarak az da olsa yapılan çalışmalar, ortaya çıkartılan eserler, yazılan edebi ürünler oldu. Sabahattin Ali ve Yaşar Kemal’in ortak çalışmaları yanında, Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi ve Ala Geyik, ayrıca  Azra Erhat’ın çok yönlü derleme ve çalışmaları Türkiye’de Humanist akımın birer yansımaları olarak değerlendirilebilecek niteliktedirler.

İnsan bilimleri çerçevesinde Türkiye’de kimi humanist yaklaşımların filizlendiği de söylenebilir. Özellikle tarih ve psikoloji alanında iki temsilcinin adını anmak mümkündür. Tarih alanında Prof. Server Tanili gayretli çabalarıyla oldukça hacimli ürünler vermiştir(10). Psikoloji alanındaysa Emin Gençtan, Freud psikanalizinden farklı, A. Adler ile yakınlık kuran psikolojik yaklaşım ve çözümlemeleri birey toplum ve evrensel insan sevgisi bağlamında eserlerine parlak bir biçimde yansıtabilmiştir(11)

Sonuç
Uygarlık, sadece kültürel ve maddi gelişme düzeyini eşyalarla, giyim kuşamla, insanların yaşam biçim ve konforuyla varlaşan bir gelişme derecesi değildir; o aynı zamanda insanın hep ileriye, hep daha iyiye, mutluluğa ve özgürlüğe yönelen somut çabalarını, fikri ve entelektüel hareketlerini yansıtan  somut bir görünüştür de… Tarihsel süreç içinde bu anlamda sahneye çıkan Humanizma bugünkü uygarlığı dehasıyla, ilgisiyle, ufuk sınırlarını zorlayan fikirleriyle derinden etkilemiştir. Humanist öncülere, onların tutum ve yaşam biçimlerine, ruh hallerine ve tavırlarına ilişkin eleştiriler çokça yapılmıştır. Günümüzde farklı felsefe partilerinin doğrudan humanizmanın ruhuna olumsuz eleştiri yöneltebildikleri pek nadirdir. Ondan olmalı ki, yeni toplumsal ve politik teoriler hala mutlaka humanizmanın ilkelerinden yararlanarak felsefi argumanlarını güçlendirmek zorunda kalabiliyorlar. Temelde bir İnsan Felsefesi olan Humanizma yerel ve evrensel planda ileriye yönelen ve yatağını genişlete genişlete akan bir nehir gibi bireysel, toplumsal ve evrensel ruh ve fikir hareketlerine coşku vermeye devam ediyor. Bu nehir, insandır ve insana doğru, bir evren fethine doğru gidiyor. Humanizma bu anlamda uygarlığa bir armağandır.


Kaynaklar
1) Dante Allegari, İlahi Komedia
2) Boccaccio’nun Baş yapıt niteliğindeki eseri “Decomeron” dur. "Decomeron" Skolastik düşünceye karşı duran ilk yapıttır. Dinsel konu yerine doğrudan insanı anlatan yapıt, Doğu'dan ve Batı'dan alınmış masallar, efsaneler, öykülerle yazarın kendi gözlemlerinden oluşan bir derlemedir. "Aşk Üzgünü", "Sevda Çeken", "Su Perileri Toplantısı" gibi eserlerse yazarın gençlik çalışmaları arasında değerlendirilmektedir.
3) Sabahattin Eyuboğlu, aktaran Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Ankara.
4) Psikolojik Aktivite, Tüm Raporlar, Alfred Adler. Ayrıca aynı yazarın İnsanı Tanımak adlı yapıtına bakılabilir.
5) Estetik, İsmail Tunalı, Sf: 340, Baskı, 1983
6) Ahmed Kaymak, İnsan Üzerine, Sosyal Bilimler Araştırma Der. Yay.2014.
7) Böyle Buyurdu Zerdüşt, Frederich Nieetche.
8)Ahmet Muhip Dranas, “ Resimde Ümanizma”, Güzel Sanatlar (Dergisi), S.2 (ty. yy.
9) Ahmed Kaymak, İnsan Üzerine, Kısım IX. Sosyal Bilimler Araştırma Der. Yayınları, 2015
10) Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, Cilt I, Cilt II, Cilt III, Cilt IV, Server Tanili.
11) İnsan Olmak, Emin Gençtan
(*)Y Kadri ve o dönem girişimleriyle ilgili kaynak, bkz.Yakup Kadri Karaosmanoğlu,“Hümanizmaya Doğru İlk Adım”, Hakikat,
Karaosmanoğlu, a.g.m.,s.326. 27 Burhan Belge, “ Klâsik Lise”, Ulus,
(**) Mustafa Özbalcı, Yahya Kemâl’in Duygu ve Düşünce Dünyası, Samsun, 1990, s.193
(***) Nurullah Ataç için bkz.  Bedrettin Tuncel, “Hasan Âli Yücel ve Tercüme”,Tercüme c.XV, S. 75–76, Temmuz –Aralık 1961,s.8–9.



Hiç yorum yok: