" Entelektüel ve sanatsal zenginliği olmayan bir gelişme düzeyinde insanı aramak, sonu olmayan boşuna bir uğraştır. Entelektüel alanda insan bir yandan kendisiyle ve içinde bulunduğu dünya ile bilinçli bir ilişki kurarken, diğer yandan sanatta insan her zaman kendi özüne ilişkin parıltıları bulmaya çalışmıştır. Hakikat bu iki esnek çabanın sürekli ifadesinden başka bir şey değildir."
Ahmed Kaymak
Uygarlık
genel bir gelişme düzeyini ifade eder. Tarih uygarlığı bu genel kategori içinde
ele alırken onu özel gelişme alanlarından soyutlamaz. Tersine çoğu zaman
uygarlığın genel bir insanlık durumunu açıklamak olmadığı da söylenebilir. Aynı
çağlarda dünyanın değişik yerlerinde ve bölgelerinde birbirlerine yakın gelişme
düzeyinde farklı uygarlıklar olabileceği gibi, yine aynı çağlarda başka yerlerde ve bölgelerde
bunlardan ya daha çok geri ya da daha çok ileri düzeyde olan uygarlıklar da
olabilir. Biri bir zaman uygarken, diğeri o zaman barbar bir yaşam düzeyini ve
insanlık durumunu temsil edebilir. Eldeki tarihi bulgulara göre Sümer dönemi
bir uygarlığın varlığını gösterirken, Mısır uygarlığı başka bir uygarlığın
varlığına işaret ediyor. Çin ve Greek uygarlıkları, Maya ve Aztek uygarlıkları
diye adlandırılan gerçekler de var. Böylece uygarlık kavrayışı yeryüzünde tüm
bir insanlık durumunu ve gelişme düzeyini değil, sınırlı alanlarda, birbirinden
oldukça uzak ve kopuk, kültürel ve
politik bakımdan uzun süre istikrarlı bir birlik ve düzen içinde yaşayan toplumları
kapsıyor, kapsamalıdır. Olgunun bu kapsamda ele alınması, uygarlığı homojen bir
tanım olarak değil, heterojen bir bütün olarak göstermek içindir. Son olarak uygarlık,
bütün insanlığın katkısıyla gerçekleşen belli bir gelişme düzeyi olarak içinde
bütün insanlığın geçmiş mirasını barındıran toplam-total- bir görünüştür.
Amaç
Araştırma
ödevi olarak ele aldığımız Humanizma konusuna yukardaki bakış açısı ile yaklaşacağız.
Bu yaklaşım, Humanizmanın entelektüel, felsefi, kültürel ve sanatsal ruhuyla da
tam bir tutarlılık içermektedir. Bu ruh, insanlığın derin tarihinin ve
çabasının ürünü olan mirasa sahip çıkmak ve onun donanımıyla kendini bugünkünden
daha özgür ve güçlü bir geleceğe hazırlamaktır. Burada artık söylenebilir ki,
humanizma, kültürel, sanatsal ve toplumsal bir düşünce ve hareket tarzı olarak
bir insanlık sentezi amaçlamaktadır. Ortaya çıktığı günden bu yana insanlığın
ilgili olduğu her alanı etkileyen bu bütüncü düşünce ve hareket tarzı hakkında,
sınırlı bir çerçeve içinde de olsa, bir ufuk açmayı gerekli görüyoruz.
I- Hümanizmanın Çıkışı ve Koşullar
Batı dünyasında yüzyıllarca süren Kilise ve
Skolastik’in hakimiyeti özellikle bilginin, sanatın ve edebiyatın tıkanmasında
sistematik bir rol oynamıştı. Adı geçen bu alanlar kültürel boyutlu olduğu
kadar ruhsal boyutları olan insan etkinliğinin çeşitliliğini ve zenginliğini
ortaya çıkartan alanlardır. Bu alanlar tıkandığında kültür donar, toplumun
ruhsal yapısı üretken enerji ve ahenkten yoksun kalır.Toplumsal düzenin bütün mekanizmaları üzerinde
katı bir güç oluşturan Klise bilimi, sanatı ve edebiyatı kendi doğmaları için
tehlikeli buluyordu. Bilim ve sanat insan doğasının ve onun ruhsal-zihinsel
potansiyelinin derinliklerindeki ilişkileri açığa çıkartma uğraşında doğmalara
itibar etmeyen nitelikleriyle egemen çevreleri hep tedirgin etmişti. Orta Çağ
Avrupası’nda egemen Skolastik düşüncenin ve Klise iktidarının bilime, sanata ve
edebiyata karşı düşmanca blokuna karşı Humanizm on ikinci yüz yılda belirleyici yarıklar açan
bir tepki olarak doğdu ve on üç-on dördüncü yüzyıllarda ete kemiğe bürünerek
toplumsal ve kültürel bir harekete dönüştü. Humanizmin bilimsel, kültürel ve
sanatsal bağlamı içinde pekişen idealler yeni bir çağ başlatan Rönesans
hareketinin fikri ve ruhi yankısı olarak siyasal bir nitelik kazanması Ortaçağ
ve Skolastik kurumların sonunu getirdi. Rönesans bir aydınlanma çağı olarak
düşünsel ve ruhsal gücünü nasıl humanizmin ideallerinden aldıysa, Avrupa
kıtasının yeniden şekillenmesinde gerekli olan siyasi cesareti de ona
borçludur.
Bilim, sanat ve edebiyatın insanlık tarihi üzerindeki etki gücünü kavramak için Humanizm’in oynadığı rolü görmek yeterlidir.
II- Humanizmin Tarihsel Gelişimi
Humanizm hareketi başlangıçta kendini sanat ve
edebiyat bağlamı içinde yansıtsa da, onun araştırma yöntemi bakımından bir
bilim, yeni bir üslup yaratma iddiasında olan bir sanat anlayışı, görünümde
sistematik bir felsefi akım ve nihayet yerleşik toplumsal ve kültürel kurumlara
başkaldırı çağrısı yapan siyasal bir hareket olmadığı söylenebilir. Öyle de
olsa Humanizm’in daha sonraları bu alanları derinden etkileyen büyük bir rol
oynadığı tartışma götürmez. 12. Yüzyıl’ın ilk yarısında belirtileri
görülebilecek bu akımın yine aynı yüzyıl içindeki kimi aydın ve sanatçının
skolostiğin boğucu havasını dağıtmaya yönelik çabaları toplumun hapsedilen
ruhsal ve zihinsel özgürlüğüne duyulan şiddetli isteğin karşılanmasını ifade
ediyor. Bu isteğin kökleri daha öncelere dayansa da Dante’nin dönemin dinsel, kültürel
ve kurumsal yapısını yeni bir üslupla eleştiren girişimi Humanizm akımı
tarihinde öncü bir adım olarak gösterilmektedir.(1) Dante
bu girişimi yalnızca “İlahi Komedia” adlı eseriyle yapmaz. Onun o zamanki
toplumsal ve siyasal sorunlarla doğrudan ilgili olduğu ve kurulu düzenle
uyuşmadığı da görülüyor. Aynı şekilde Petrarca ve Boccacio bu girişimin ateşli
yandaşları olarak Humanizmin bir hareket olmasında önemli bir rol oynuyorlar.
Her hareket veya akımın bir felsefi dayanağının olması zorunludur. Humanizmin
felsefi ilkelerinin de Petrarca ve Boccacoi’nun(2)
çabalarıyla toplumda uyandırılan yoğun ilgi ve destekle giderek bir bütünlük
kazandığı anlaşılıyor.
III- Humanizma Felsefesi
Rönesans’ın ruhsal ve zihinsel mayası olan
Humanzima’nın ufku ileriye değil geriye doğru açılır. İlerici dönüşüm ve
ilerlemelere bu kadar derinden etki eden humanizmin bu tarz tavrına ve “ufku”na
şaşmamalı. Bu güne olan tepki bir gelecek isteği ve tasavvuruna, geçmişin
mirasını göz ardı etmeyen bir ufka dayanmadan güç kazanamaz. Özellikle toplumun
ruhsal dokusu yaşanan zamanın istek ve tutkularını yönlendirmede özel bir rol
oynarlar. Bu ruhta geçmişin solmayan motifleri her an yeniden canlanıp
çiçeklenmek için toplumsal zeminde bir yarık arama eğilimindedir. İnsanlar
farkında olmasalar da geçmişin bu ruhu hep uyanıktır ve geçmişin kayıp sesi bir
şekilde zihinlerde uğuldamaya devam eder. Yaşayan sanat bu ruhun sezgisine hep
ihtiyaç duyar; bu sesin yankısına kulak vermeyi yeni ilhamlar için kamçılayıcı
bulur. Zamanın sanatçıları önlerinde var olan koskocaman bir gelecek tasavvur
ederlerken, geçmişe duyulan bir özlem ve istekten değil; geçmişin zengin mirasını
şimdiki zamanın ideallerine ilham verici kuvvetli bir maya olarak katma
isteğine göre tutumlarını ortaya koymuşlardır. Humanizma ile ilgili bir
değerlendirmesinde Sabahattin Eyuboğlu, ” Sanat alanında hümanizmayı eskiye dönmek değil,
eskiyi yeni yapmaktır. İnsanlığın daima geriden hız alarak ileri gittiğini ve
köksüz medeniyet olmadığını” vurgular.(3) Sanatçılar geçmişin uğultusunu duymadan,
bugünün coşkusunu yaşamadan ve tasavvurlarındaki geleceğin dünyasında bir çığlık
olarak yankılanmadan amaçlarına ulaşamayacaklarının farkındadırlar.
Humanizma’nın ufku ve temel vurgusu bu bakımdan geçmişin barındırdığı zenginliğe dönüktür ve bu yüzden geçmişin bu yönüne hep işaret etmektedir. Dante, Petrarca ve Boccacio gibi öncüler de Latin’in köklerinde bulunan bu cevheri alıp yeniden işlemenin ruhsal ve entelektüel bir yeniden doğuşu canlandırabileceğine dikkat çekiyorlardı. Haklıydılar da: Rönesans gibi bir çağın, büyük bir tarihsel momentin, Eski Avrupa kıtasını baştan başa dönüştüren ard arda patlayan büyük devrimlerin mayası oldu bu görüşler. Felsefe, sanat ve edebiyat canlandı. Geçmişin ve zamanın tortusu altında kalan Homeroslar, Sophoklesler, Saphholar, Aristophanesler gün yüzüne çıkarıldılar.
IV-
Humanizma’nın Anlamı
Dönemlerin
kültürel ve toplumsal boyutlarının tanımlanması, genellikle sonradan o
dönemleri incelemeye girişmiş olan konu ve alan uzmanlarının, bilim adamları ve
aydınların keyfiyetleri dahilindedir. Bu keyfiyet objektif olguyla sıkı bir
sadakat ve bağlılık içinde olmak zorundadır. Felsefede kavram kargaşalığının
bilime oranla fazla oluşu kısmen bu keyfiyete tanınan ayrıcalıktan
kaynaklanıyor. Humanizma bir dönemin tanımlanmasına aracı bir kavram olarak bu
anlamda çok fazla yanlış ve karmaşık içeriklerle açıklanmaya çalışılmıştır.
Humanities, Latincede “Homo” kökünden türetilmiş bir isimdir ve “İnsan”
demektir. Humanities bundan türetilen daha kapsayıcı bir isimdir: “İnsanlık”
anlamına gelmektedir. Bu yüzden Humanizma’ya karşılık olarak Türkçe’ye bunu
“İnsancılık” şeklinde çevirip okuyanlar yaygındır. Bu yanlış okumadan dolayı,
Humanizma’yı “ insancılık”, “İnsancıllık”, ve daha yaygın olarak “İnsan
Sevgisi” olarak anlayanlar çoğunluktadır. Oysa Humanizma’nın böyle bir anlamı
yoktur. Başlangıçta ulusal nitelikler ağır bassa da Humanizma’nın evrensel bir
anlam da kazanması bilgi, bilim ve sanatın insanlığın ortak mirası olduğu
gerçeğinin kavranmasıyla olanaklı olmuştur. Giderek birey, toplum ve düzen
ayrımlarının tohumları da bu kapsam içinde ifadesini bulan ilkelere
yayılmıştır.. Ruhu aydınlanmış özgür bireyler olmadan, özgür bir toplum olamaz.
Birey, toplumun oluşturucu aklı ve benliğidir. Bu yönüyle dinamik ve etkin bir
yapı taşıdır.
Klise ve skolastik bireyin bu niteliklerini
göz ardı ediyor ve şiddetle basırıyordu. Yüzyıllar süren Skolastiğin hakim
düşüncesine göre birey bir araçtı. Onun yerleşik düzenin buyruklarına itiraz
etmeye, onları sorgulamaya yetkisi yoktu. Herkes tanrının yeryüzündeki
tartışılmaz sözcüsü ve aracısı olan kilisenin hizmetkârıydı. Bireyin hiçbir
yaratıcı potansiyeline imkân tanınmıyordu. Böylesine sert ve baskı altındaki
bireyin itirazı, sözü edilen katı doğmatizmlerin tersineydi: Tanrı ve Klise değil,
insan her şeyin merkezidir. İnsan etkin bir varlıktır ve yazgısı kendi
elindedir. İlk günah doğmatizmiyle insanın benliği aşağılanmakla kalmamış, onun
hep iyiye doğru işleyen bireysel yaratıcılığına ve verimliliğine zincir
vurulmuştu. Humanizma aşağılanan, yaratıcı benliği doğmalarla kösteklenen
insanı bütün etkin nitelikleriyle birlikte yüceltmeyi ve özgürleşmesini esas
alıyordu.
Bu yeni görüş ve tavır biçimine aynı zamanda
yeni felsefi harekete o dönemi ele alan konu uzmanları ya da tarihçiler bir ad
verme gereksinimiyle Cicero’ya ait olan HUMANİTAS terimini kullanmışlardır. Bu
uzman kişilerin ilki, Bruni’dir.
V- Humanizma ve
Diğer Felsefeler
Her
tutarlı ve insan odaklı felsefenin insanların aktüel yaşayışlarına,
ilişkilerine, düşünce ve görüşlerine az çok yansıması ve benimsenmesi
olağandır. Öyle ki daha önce var olan felsefe sistemlerini içinde barındıran
damarları tutmakla birlikte, böyle felsefi bir sistem daha sonra ortaya çıkacak
felsefi sistemlere kendinden de bir şeyler katarlar. Böyle bir mantık
humanizmanın temel bir ilkesidir de. Görüldüğü gibi yaşam humanizmanın bu temel
ilkesini reddetmeği gibi, diğer ilkelerini de günümüzde var olan felsefi
sistemler içinde benimsemiştir. Denebilir ki, humanizmden etkilenmemiş hiçbir
felsefi sistem yoktur. Ayrıca kültürden sanata bu etki aynı derecelerde
görülmektedir. Kimi insan bilimleri, örneğin ve özellikle Birey Psikolojisi
ekolu Humanist bir çerçeveden insanı ve ruhsal sorunları ele almaya oldukça
itina gösteriyor(4). Etik, ideolojik ve politik bakımdan humanist etkinin gücü de tartışılmayacak
kadar büyük olmuştur. Çağımızda etkin bir politik akım olan Marksist insan
görüşü, yine çok rahat bir biçimde bu çerçevede Humanist felsefeyle yakınlık
içindedir(5). Fransız devriminin başlıca şiarlarıysa şöyleydi: Eşitlik,
Kardeşlik, Özgürlük! Benimsenen bir felsefi sistem yaşamın her alanına sızacağı
gibi insanların ideallerine uzun süre yön gösteren bir rehber rolü de
oynayabilir.
Humanizmanın diğer felsefelerden ayırd edici yanı, onun uzun yüz yıllar insanlar tarafından benimsenen ilkeleri korumasıdır. Neredeyse bin yıllık bir tarihi var, hiç bir felsefe bu kadar uzun zaman kendini sınatma imkanı bulmamıştır.
VI- Humanizm
Milliyetçilik ve Evrensellik
Humanizmanın
temel ilkelerinden biri öze dönmektir. İnsanın kendi özüne dönmesi anlamında… Burada
insan ve özün aynı anlamda kullanıldığını biliyoruz. Yeryüzünde insanın kendine
mutlaka yer bulabileceğine, yazgısına yön verebileceğine özel bir dikkat çeken
humanistler, bu görüşleriyle herhangi bir ırk, renk, cins ve coğrafya ayrımı
yapmıyor. İnsanı bütün olarak ele almasıyla toplumsal olduğu kadar evrensel bir
ilgiye işaret ediyor.
Öte
yandan toplumu oluşturan etkin bir yapı taşı olan bireye dikkat çekmesiyle, topluma
karşı bireyi ön plana çıkarttığı anlamı çıkarılmamalıdır. İnsan ve toplum her
şeyden önce kültürel varlıklardır ve bütünün içinde bir birliktirler. Biri
olmadan diğeri olmaz. Bu bağımlılık karşılıklıdır; bir tür işbirliği
ilişkisidir. Bireyler arasındaki ilişkilerde de durum böyledir. Aşkta,
evlilikte, dostlukta bu ilişki toplumsal işbirliğinin birer biçimi olarak var
olur. Kısacası birey tek başına, tek kutuplu bir dünya değil. Kendi dışındaki
insanlarla, toplumla kuvvetli bir çekim halinde bir birlik ilişkisi içinde yaşar;
birbirlerini böylece tamamlar ve bütünlerler. Özgürlük bu ilişkinin
kavranmasında ve bir tavra dönüşmesindedir. Bu kavrayış ve tavır özgürlüğün
insanlar arasında bir ayrıcalık gözetmediğini bize anımsatır. Birey özgür
olmadan toplumun özgür olması söz konusu değildir; ya da tersine, özgür olmayan
bir toplumda bireyin özgürlüğünden söz edilemez. Humanizma bu anlamda bireyin özgürlüğüne
ve özerkliğine, bireyin iradesine, onun yaratıcı etkin potansiyeline büyük
değer verir.
İnsanlık
da homojen değildir; binlerce genetik, jenerik ve etnik topluluktan oluşmaktadır.
Birey ve toplum nerede olursa olsun ve hangi topluluğa ait olursa olsun özünde
bu insanlık bütünlüğü içindeki hayati parçalardır. Humanizma, bu çoklu
realitede bireyi ve toplumu birbirinden kopartıp karşıtlaştırmadığı gibi
insanlığı oluşturan diğer toplumlarla karşıtlaştırmayı da akıl dışı
saymaktadır. Birey özgürlüğünü korumalıdır, ait olduğu toplumun bağımsızlığını
koruması da bu özgürlüğün etiğidir; birey hem kendi özgürlüğünü hem de ait
olduğu toplumun bağımsızlığını savunma gibi bir sorumluluğa da sahiptir. Aynı
şekilde başka bireylerin özgürlüğünü ve o bireylerin ait oldukları toplumların
bağımsızlığını da en az kendisininki kadar içtenlikle savunmalıdır. Böylece her
insan kendini evinde nasıl mutlu ve güvende hissedebiliyorsa, bir başka ülkede
ve toplumda kendini kendi evindeymiş(6) gibi öyle mutlu ve güvende hissedecektir.
Bu görüşe göre humanistlerin, milliyetçiliği ve evrenselliği en geniş düzeyde
kaynaştırma çabalarıyla, diğer felsefi akımların temsilcilerine göre, çok ileri
bir ufku ortaya koyduklarını anlıyoruz: Milletini seveceksin ama başka
milletlerin bir parçası olduğunu da unutmayacaksın. Kendin kadar komşunu da
seveceksin. Sevgi içe değil dışa dönüktür, insana, doğaya ve topluma dönük
olarak gerçekleşir. Humanizmde sevgi, etik bir anlam içermektedir, özgürlük
gibi…Sevgi ve özgürlük bir bireye, bir topluma özgü statik kavramlar ve
yönelmeler değil, evrenseldirler.
VII- Humanizma ve
Sanat
İnsana
yakın olan her felsefi sistem insanın özgürlüğüne, hayat içindeki rolüne ve var
olmanın anlamına dikkat çekmek için kendini her alanda ifade edebilme araç ve
olanaklarından da yararlanır. Humanizma çıkışını başta sanatla yapmıştır. Bu
felsefi görüş insana bakışını ve tavrını etkili bir biçimde ortaya koymakla
kalmaz, aynı zamanda bireyin zihinsel ve duygusal derinliğinin açığa
çıkarılması anlamında etkili bir köprü olma işlevini de üstlenmiş olur. Sanat
insanlığın en eski ifade biçimlerinden biridir. Eylemsiz doğaya, doğanın bir
ürünü olan insanın ilk eylemidir, ilk müdahalesidir diyebiliriz. Humanizmanın öncelikle
sanat araçlarına ve sanatsal ürünlere dayanarak kendini ortaya koyması, onun
felsefesinin ruhuyla tam bir tutarlılık göstermektedir. Sanat insanlık
geçmişinin kültürel bir mirası olarak evrensel ruhu içinde barındıran ve
yansıtan bireysel etkinliklerin başında geliyor. İşte humanizmanın öncülerinin
yaptığı da bu ruha sanat yoluyla ulaşmak olmuştur. Bu ruh sadece insanın psişik
bağlamlarını değil, zihinsel ve entelektüel dehasını yoğuran nitelikleri de
yansıtıyor. Geçmiş bize sanat üzerinden seslenen ve kendini duyuran, gizlide
kalmış hayatı açıklamamıza imkan sağlayan evrensel bir dildir. Onun hangi etnik
topluluğun, hangi bireyin konuştuğu dilden, ifade biçiminden ve kültür
ortamından çıktığı önemsizdir.
Humanist öncüler geçmişin sanatsal ve entelektüel ürünlerine ulaşma çabasında özel, kendine münhasır bir ırk, bir dil, bir ruh ve zihin bulma beklentisi içinde hareket etmediler. Bundandır ki, humanist felsefi dalga başta ortaya çıktığı kıta Avrupası’nda ve sonradan bütün dünya kültürlerine hızla yayılma imkanı bulmayı başardı. Bu dalga etkisi toplumların sanat ve edebiyat ürünlerinde yeni insanın hayata bakış tarzını ve tavrını kökten değiştirdi. Çinliler, Homerosu, Hesodios’u, Aristophanes ve Sophokles’i; Avrupalılar, Konfiçyus’u, Zerdüşt’ü(7), Budha’yı keşfedip bağrılarına bastılar.
VIII- Türkiye’de
Humanizm/Umanizm/Ümanizm
Türkiye’de
Humanizma’nın başlangıçta pek iyi kavrandığı söylenemez. Bunu pek doğru tercüme edilmeyen tercümesinden
kolay anlıyoruz. Cumhuriyet dönemi aydınlarının bir kısmının bunu Umanizma veya
Ümanizma biçiminde kavramlaştırmayı önermeleri ve bu yönde girişimleri
olmuştur.(8) Umanizma, Türk aydın ve sanatçılarının aslında lingustik
oyunlarından türetilmiş bir terim olmaktan başka bir anlam taşımıyor(9). Türkçe’de
kullanım sıklığı bulunan “Uman”, okyanus kelimesine karşılık olarak enginliği,
uzaklığı ve muazam bir genişliği ifade eder, Farsça kökenli bir sözcük olarak
dönemin Türk şairlerinin sıkça kullandığı bir imgedir. Uman ve Human fonetik
bakımdan benzer ve kolay bir çağrışım yapmaya uygun düşüyor. Aktüel yaşamda ve
iletişim bağlamlarında pek tutulmuş bir yapma kavram olmasa da Cumhuriyet
yazarları ve şairleri arasında Humanizma yerine Umanizma’yı bu anlamda
kullananlar olmuştur.
Öyle de olsa Humanizma akımının Avrupa ve Dünya insanları üzerindeki büyük ve derin etkilerine karşın Osmanlı dönemi boyunca sanatçıların ve aydınların ilgisini çektiği yolunda bir belirti yoktur.
Cumhuriyet döneminin başlangıcında
humanizma ile ilgili oldukları anlaşılan birkaç aydından, şair ve edebiyatçıdan
söz etmek yine de mümkün. Yahya Kemal Bayatlı, Yakup Kadri Osmanoğlu(*) bunların başında gelmektedir.
Nurullah Ataç (**) ve
başka edipleri de bu arada anmak gerekir. Onların Humanizma’ya olan ilgisinin
çok kararlı olduğunu söylemek güçtür. Bunun başlıca nedeni yeni kurulan
cumhuriyetin bir yandan batılılaşma adı altında uygar ve ileri bir toplum
yaratma arzusunun yanı sıra muhafaza edilmeye çalışılan ve öne çıkartılan milliyetçilik
paradoksuydu. Bir diğer neden dönemin siyasi koşulları aydınların humanizmaya açıktan bir ilgi
göstermelerine imkan vermemesiydi: Humanizma’nın işaret ettiği geçmiş ruhi ve
fikri cevher Yunan kültürünün temeliydi. O dönem Yunanistan’la oldukça fazla sorunlu olan Türkiye’nin bu kültüre olan ilgiyi
toplumsallaştırması kolay değildi. Buna karşın Atatürk’ün ölümünden sonra
Humanizma’ya olan ilginin arttığını ortaya koyan önemli girişimlerin ve
uygulamaların başladığı söylenebilir. Geç de olsa, II. Dünya Savaşı sonrasında
Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Eski Yunan sanat ve
kültürünü içeren eserlerin tercümeleri yapılabilmiştir.
IX- Türk Edebiyatında
Humanizma ve Etkisi
Aydın,
yazar, sanatçı ve bilim adamlarının anılan dönemden sonra Humanizma’ya ilgileri
artsa da, bunun doğrudan edebiyat eserlerine bir tema olarak yansıtıldığını
gösteren fazla veri yoktur. Bu belki de Humanizma felsefesinin
karakteristiğinden kaynaklanan olağan bir sonuçtu. Humanizma’nın temel vurgusu
geçmişin bağrında saklı duran zengin mirası, ilmi ve fikri cevheri ortaya
çıkartmaktı. Türkiye’de şiir ve edebiyatta olamasa da tiyatro, müzik, resim ve
mimaride, özellikle de felsefede bu boşluğun doldurulmaya çalışıldığına ilişkin
hatırı sayılır gelişmeler olduğu söylenebilir.
Sonuç
olarak şu da söylenebilir: Humanizma felsefi açıdan geçmişin derinliklerindeki
kültürel ve sanatsal zenginliğe ulaşmaya çalışırken, Türkiye’de bu bağlam
içinde kendi geçmişinin kaynaklarına yüzünü çevirmeyi gerekli gören bir
anlayışa işaret ediyordu. Bir kompleks ve haset ürünü gibi düşünülse bile bu
değerlendirmeler Humanizma prensipleriyle
ile elbet çelişmiyordu. Geçmiş insanlık mirasının yalnızca Yunan ve
Latin kültürünün temelinde olmadığı fakat bütün insanlığın kültürel temelinde
bulunabileceği savıyla Türk olan Yunus ve Mevlana’nın; Fars olan Gazali’nin,
Hayyam’ın; Çinli Konfüçyüs’ün ve daha başkalarının da göz ardı edilemeyeceğine
dikkat çekmek tutarlı bir tavırdı..
Bu
anlayış ve değerlendirmeler bağlamında Anadolu coğrafyası potasında biçimlenmiş
kültürel cevheri ortaya çıkartmak için özgün motifleri koruyarak az da olsa
yapılan çalışmalar, ortaya çıkartılan eserler, yazılan edebi ürünler oldu.
Sabahattin Ali ve Yaşar Kemal’in ortak çalışmaları yanında, Yaşar Kemal’in Ağrı
Dağı Efsanesi ve Ala Geyik, ayrıca Azra
Erhat’ın çok yönlü derleme ve çalışmaları Türkiye’de Humanist akımın birer
yansımaları olarak değerlendirilebilecek niteliktedirler.
İnsan
bilimleri çerçevesinde Türkiye’de kimi humanist yaklaşımların filizlendiği de
söylenebilir. Özellikle tarih ve psikoloji alanında iki temsilcinin adını anmak
mümkündür. Tarih alanında Prof. Server Tanili gayretli çabalarıyla oldukça
hacimli ürünler vermiştir(10). Psikoloji alanındaysa Emin Gençtan, Freud
psikanalizinden farklı, A. Adler ile yakınlık kuran psikolojik yaklaşım ve çözümlemeleri
birey toplum ve evrensel insan sevgisi bağlamında eserlerine parlak bir biçimde
yansıtabilmiştir(11)
Sonuç
Uygarlık,
sadece kültürel ve maddi gelişme düzeyini eşyalarla, giyim kuşamla, insanların
yaşam biçim ve konforuyla varlaşan bir gelişme derecesi değildir; o aynı
zamanda insanın hep ileriye, hep daha iyiye, mutluluğa ve özgürlüğe yönelen
somut çabalarını, fikri ve entelektüel hareketlerini yansıtan somut bir görünüştür de… Tarihsel süreç içinde
bu anlamda sahneye çıkan Humanizma bugünkü uygarlığı dehasıyla, ilgisiyle, ufuk
sınırlarını zorlayan fikirleriyle derinden etkilemiştir. Humanist öncülere,
onların tutum ve yaşam biçimlerine, ruh hallerine ve tavırlarına ilişkin eleştiriler
çokça yapılmıştır. Günümüzde farklı felsefe partilerinin doğrudan humanizmanın
ruhuna olumsuz eleştiri yöneltebildikleri pek nadirdir. Ondan olmalı ki, yeni
toplumsal ve politik teoriler hala mutlaka humanizmanın ilkelerinden
yararlanarak felsefi argumanlarını güçlendirmek zorunda kalabiliyorlar. Temelde
bir İnsan Felsefesi olan Humanizma yerel ve evrensel planda ileriye yönelen ve
yatağını genişlete genişlete akan bir nehir gibi bireysel, toplumsal ve
evrensel ruh ve fikir hareketlerine coşku vermeye devam ediyor. Bu nehir,
insandır ve insana doğru, bir evren fethine doğru gidiyor. Humanizma bu anlamda
uygarlığa bir armağandır.
Kaynaklar
1) Dante Allegari, İlahi Komedia
2) Boccaccio’nun Baş yapıt niteliğindeki eseri “Decomeron” dur. "Decomeron" Skolastik düşünceye karşı duran ilk
yapıttır. Dinsel konu yerine doğrudan insanı anlatan yapıt, Doğu'dan ve
Batı'dan alınmış masallar, efsaneler, öykülerle yazarın kendi gözlemlerinden
oluşan bir derlemedir. "Aşk Üzgünü", "Sevda Çeken",
"Su Perileri Toplantısı" gibi eserlerse yazarın gençlik çalışmaları arasında
değerlendirilmektedir.
3) Sabahattin Eyuboğlu, aktaran
Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Ankara.
4) Psikolojik Aktivite, Tüm
Raporlar, Alfred Adler. Ayrıca aynı yazarın İnsanı Tanımak adlı yapıtına
bakılabilir.
5) Estetik, İsmail Tunalı, Sf:
340, Baskı, 1983
6) Ahmed Kaymak, İnsan Üzerine,
Sosyal Bilimler Araştırma Der. Yay.2014.
7) Böyle Buyurdu Zerdüşt, Frederich
Nieetche.
8)Ahmet Muhip Dranas, “ Resimde
Ümanizma”, Güzel Sanatlar (Dergisi), S.2 (ty. yy.
9) Ahmed Kaymak, İnsan Üzerine,
Kısım IX. Sosyal Bilimler Araştırma Der. Yayınları, 2015
10) Yüzyılların Gerçeği ve Mirası,
Cilt I, Cilt II, Cilt III, Cilt IV, Server Tanili.
11) İnsan Olmak, Emin Gençtan
(*)Y Kadri ve o dönem
girişimleriyle ilgili kaynak, bkz.Yakup Kadri Karaosmanoğlu,“Hümanizmaya Doğru
İlk Adım”, Hakikat,
Karaosmanoğlu, a.g.m.,s.326. 27
Burhan Belge, “ Klâsik Lise”, Ulus,
(**) Mustafa Özbalcı, Yahya
Kemâl’in Duygu ve Düşünce Dünyası, Samsun, 1990, s.193
(***) Nurullah Ataç için
bkz. Bedrettin Tuncel, “Hasan Âli Yücel
ve Tercüme”,Tercüme c.XV, S. 75–76, Temmuz –Aralık 1961,s.8–9.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder