Tüm insan ve bilim dostları davetlidir...
28 Nisan 2015 Salı
18 Nisan 2015 Cumartesi
İNANCIN EPİSTEMOLOJİSİ
Prof. Dr. Nevzat Tarhan
İSTANBUL Nöropsikiyatri Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı.
Üsküdar Üniversitesi Kurucu RektörüBilgi kuramı tartışmaları içerisinde inanç iki anlamda kullanılır. “Bir düşünceye gönülden bağlı olmak” anlamına gelen genel tanım, psikolojik yorumlar için yeterli değildir.
Bir düşünceye gönülden bağlı olanın, o düşüncenin gerçek olup olmadığına bakmadan inanmasına, inanç yerine, “mit” karşılığı olarak “inanış” demek daha doğrudur. Soyut bir kavrama, beş duyu ile algılamadan akıl yürütme ile inanmaya “inanç” demek daha doğru olacaktır.
İnsanın bağlandığı şeyin gerçekten var olup olmadığına veya ahlaken uygun olup olmadığına bakmadan inanması, zayıf bir inanışı ifade eder. Mantık yürütme sonunda onaylanıp, gönülden doğrulanan fikirler, inanca dönüştüklerinde daha kalıcı bir temel dayanağa sahip olurlar.
İnanışlar ise soyut varlığın gerçekliğinden çok, ona olan ihtiyaç nedeniyle ortaya çıkan inanma modelleridir. Aklen ve mantık yürütme sonunda oluşan çıkarımlar, bilimsel olarak onaylanmış önermeler şeklinde değerlendirilmelidir. İnandığı şeyin gerçek olup olmadığı şüphesini taşıyan kişi, iç onay olmadığı için psikolojik dinamikte beklenen sonucu elde edemez. Özgür irade ile onaylanmayan inanışlar çoğu zaman geçicidirler.
Deneyustu Gerçeklik
Görünmeyenin gerçekliği veya deneyüstü bir gerçeklik tartışmaları, pozitif bilimlerle uğraşanların son yıllardaki önemli ilgi alanlarından biridir. Önceden sınanabilen ve test edilebilen bilgiler gerçek kabul edilirken, günümüzde görünmeyen bir düzenin var olduğuna inanan bilim adamları, görünmeyeni de gerçek olarak tanımlamaya başladılar.
Evrenin sırlarını beş duyu ile açıklamak zordur. Bu sebeple insan gerçeklere farklı kanallardan ulaşmaya çalışır. Kişiyi gerçeklere götüren birinci yol, deney-gözlem/ampirik yaklaşımdır. Bu yöntem nöropsikiyatrinin ve pozitif bilimin ilgi alanına girer. İkinci yol, akıl yürütmedir. Teorik, pozitif bilim ve din biliminin, sosyal bilimler ve psikiyatrinin ilgi alanıdır. Gerçeğe götüren üçüncü yol, önsezi ve sezgilerdir ki bunlar din bilimlerinin dışında bugün nöropsikiyatrinin de ilgi alanı olmuştur. Beyin çalışması yapanlar beyin görüntüleme ve duygu ilişkisi üzerinde deneme-sınama yöntemini uygulayarak, birinci ve üçüncü yolun kesişmesini sağlamışlardır. Dördüncü yol inançtır. Gerçeğe giderken diğer üç yolla açıklanamayan noktalar için bu yöntem kullanılır. Bugün inanç, samimiyet ve niyet konularıyla nöropsikoloji de ilgilenmektedir. Görüldüğü gibi gerçeği arama çabası içerisinde olan bilim emekçileri için bütün yollar, temel bilimsel prensiplere aykırı olmadan kullanılabilmektedir.
Dini Yaşantı Nedir?
Genel bir tanımlama ile dini yaşantı, evrende görünenin dışında görünmeyen bir düzenin var olduğuna inanmak ve bu düzenle uyum içinde yaşamaya çalışmak demektir. Göremediği bir şeye inanmak insan için zordur. Çünkü insan evreni beş duyu ile algılar. Beş duyu dışındaki algılama, genellikle bilinçli algılama değildir ve özel çaba gerektirir. Dini yaşantı, böyle bir inanç üzerinde ahlaki pratikler ve psikolojik tutumların gelişmesidir.
Kutsala İnanma Nedir?
İnsanın beş duyusu dışındaki ikinci algılama mekanizması, zihinsel beyindir. Sinirbilimin önde gelen isimlerinden kognitif sinirbilimci Marsel Mesulam insan beyninin % 90’ının duygu, düşünce ve davranış işlemlediğini, beş duyu ile ilgili işlemlerin ise sadece % 10’unu kapladığını söylüyor.
Kısa adı ile zihinsel beyin (akıl) diyeceğimiz organımız, diğer canlılarda insandakinden daha farklı işlemler yapmaktadır. Mesela insan beyninin, zamanı algılayan anlamlılık kabiliyeti ve manyetik hassasiyeti olduğu tespit edilmiştir. Somut düşünce dışında soyut düşünce de üretmektedir. Amaç belirleyen, güç ve enerji programlayan bir yapıya sahiptir. Zamanlama ve sıralama yaparken, aynı zamanda arzu ve dürtüleri de seçebilmektedir. Bir günde 50-100 bin civarında düşünce üretirken, bu düşüncelere duygu ekleyerek tepki de oluşturabilir. Karar verirken sadece mantığıyla değil, sosyal ve duygusal boyutları da hesaba katarak karar vermektedir. Düşünce üretme aşamasında, sembolleri bolca kullanıp, yeni kavramlar geliştirmek de insan beyninin işidir.
Beş duyumuz yemek, içmek, barınmak ve üremek için yeterli iken; medeniyet üretmek, akıl yürütmek, muhakeme yapmak, evrene hâkim olmak, insani değerleri geliştirmek, felsefi arayış içinde olmak, kutsala inanmak bu sınırlı duyularla yeterince açıklanamaz.
İnsanın psikolojik ihtiyaçları, arzuları ve hedefleri sınırsız iken, beş duyu ile algılayabildiği ve hükmedebildiği şeyler çok sınırlıdır. Evrene hâkim olmak, sonsuza dek yaşamak, ölümün farkında olup ondan korkmamak sıradan bir insanın tipik arzularıdır. Bir yandan bu kadar geniş ve ileriye yönelik istekleri, diğer taraftan da karşılanması gereken psikolojik ihtiyaçları varken, insan bir virüse yenik düşebilir. Doğaya hâkim olmak istediği halde, tansiyonunu hatta kalp çarpıntısını bile kontrol edememesi, ironik bir gerçektir.
İşte burada zihnin, diğer canlılarda bulunan yeme, içme, barınma ve üreme gibi temel ihtiyaçların ötesinde soyut ihtiyaçları olduğunu da görebiliriz. Peki bir ihtiyaç söz konusuysa ve o ihtiyaç karşılanmazsa sonuç ne olur? Yemek ihtiyacımızı karşılayamadığımız takdirde, kan şekerimiz düşer ve hasta oluruz. Aynı şekilde duygusal ihtiyaçlarımızı gideremediğimizde de ruh sağlığımız bozulur. Korkularımızı yenemez, kendimizi güvende hissedemeyiz. İşte bu noktada insanın kutsala inanma ihtiyacı önem kazanır. Zihin cihazımız, psikolojik ihtiyaçlarımız giderilmediği takdirde korku, güçsüzlük, çaresizlik duygularıyla farklı arayışlara girebilir. Ruhsal hastalıklarda savunmasız kalan beynimizin soyut düşünce üreten yapısında da bozulmalar meydana gelir. Geçmişi ve geleceği algılayan insan, güven duygusunu korumak için belirsizliğe tahammül etmekte zorlanmaktadır.
Zihin cihazının ürettiği soyut nesneler; her şeyi bilme, sonsuz olma, adil paylaşımda bulunma, sevgiyle donanma, merhamet gösterme, mutlak yani sınırsız olma, özgür yaşama, her şeyi kontrol etme gibi soyut bilimsel sabitelerdir. Kutsala inanma da bilimsel sabite yani soyut nesneler içerisinde yer almakta ve insanın soyut düşünce dengesi içerisinde, güven sağlamasını kolaylaştırmaktadır. Diğer bir ifade ile adalet, doğruluk, güç bahşeden sınırsız bir kaynak mevcuttur. “Her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, gücü sınırsız olan, beni işiten, kalbimden geçenleri duyabilen, beni benden çok bilen koruyucu bir güç var. Bu güç beni koruyor” diye düşünerek kutsal olana inanan bir insan, ruhunu zihinsel bir sığınağa yerleştirmiş olur ve dinginlik kazanır. Kutsala inanmak insana, doğada kontrol edemediği durumlarda, kendini güçsüz ve yetersiz hissettiği anlarda güven ve teselli verir. Dinin teselli etme gücü de burada devreye girer.
Aynı zamanda dinin hayata anlam katma gücü, ölüme çözüm üretebilme durumu ile eş değerdir. Varoluşunun farkında olan ve öleceğini bilen tek canlı, insandır. Ölüm korkusu insan davranışlarını belirleyen bir korkudur. Öldükten sonra yok olacağını düşünen kişi, aynı zamanda tesadüfen var olduğuna da inanan kişidir. Bu düşüncedeki bir kimse, sahip olduklarını kaybetme korkusu yaşar. Yaratıcı’ya inanmıyorsa hesap verme duygusunu da taşımaz ve sonuçta bencilleşir. “Dünyaya bir defa geldim ve hayat geçici, her şey boş” diyerek kazanımlarını çılgınca tüketmeye yönelir. Hayatı anlamsız gören kişinin yaşamak için sebebi kalmadığında, toplumsal katılıma sırtını döner.
Semavi İdealar
Din ve özgürlükle ilgili konular bazen akla şu soruların gelmesine sebep olur: Bir insan kendisini hem özgür, hem de yaratıcının varlığına teslim olmuş hissedebilir mi? Ölümsüz olduğunu düşünerek plan yapması mümkün müdür? Doğanın özel bir tasarım sonucu oluştuğuna inanan bir kişinin davranışları nasıl şekillenir? Emmanuel Kant, somut bilgi oluşmasa da bir dizi nesnenin gerçekten var olduğuna inanmayı zihinsel bir fenomen olarak tanımlamıştır. Kant, bu durumun dokunamadığımız ve göremediğimiz demir bir cismin, manyetik kapasitesi gibi olduğunu ve bu kapasitenin de bizim değişik tutumlarımız ve eğilimlerimizi belirlediğini söyler. Demir nesnenin manyetik kapasitesini somut olarak tanımlayamasak da etkilerini hayatımızın her alanında görünür şekilde açıklayabiliriz. Emmanuel Kant’ın bu açıklaması ahlaki yaşantımızla, “zihinsel fenomenler” ve “akli idealar” arasındaki ilişkiyi açıklama çabasıdır.
Tüm nesneler, kendilerinden daha geniş ve soyut nesneler evreninde yüzerler. Somut nesneler anlamlarını soyut evrende kazanırlar. Maddenin mana boyutu semavi ve soyut olan evren boyutudur. İyilik, güzellik, anlamlılık, eşitlik, sonsuzluk, sevmek, adil davranmak, faydalı olmak, merhametli olmak gibi soyut idealar ve kavramlar, somut evrenle birlikte olursa anlam kazanırlar.
Maddenin arka planı, onun anlam boyutudur. Soyut kavramlar somut olgulara anlam katar. Bildiğimiz her şeyi, her cismi soyut kavramlarla oluştururuz. Soyut ve sembolik düşünce, her şeyin gerçek “doğası”nı ortaya çıkarır.
Somut nesnelerle ilgili duygusal tutumlarımız, örneğin sevmek, nefret etmek, benimsemek, istemek veya reddetmek, hepsi soyut kavramlardır. Zihnimizin bu soyut kavramlarla belirlenebilmesi insanlık durumunun temel gerçeklerinden biridir. Somut yani maddesel evrenle, soyut diye adlandırdığımız anlamsal evren arasındaki dengeyi fark eden ve korumaya çalışan insan hakikate ulaşacaktır. Somut evren bitkisel ve hayvansal düzey evrenidir. Soyut evren insani boyuttaki evrendir.
Seküler Hümanizm ve Semavi Öğreti Farkı
Darwin ve Freud’a göre insan ile böcek aynıdır. Bu düşünceye göre insan tesadüfen var olan, içgüdüleri ile hareket eden, yemekten ve üremekten başka amacı olmayan; bencil, çıkarı peşinde koşan, güçlü olursa yaşayabilen bir varlıktır. Bu görüş, öldükten sonra yok olan, kimseye hesap verme mecburiyeti taşımayan, sevgi ile cinselliği eş değer şekilde yaşayan, sorumsuz, özgür ve bağımsız, arzuları peşinde koşan insan modelini savunmaktadır. Seküler hümanizmin felsefesini oluşturan bu düşünceler kulağa hoş gelse de insanın çıkarına ne derece uygun olduğu, bugün modernizmin deneyerek gördüğü bir gerçektir.
Semavi öğretilere göre ise insanı insan yapan unsur, yüce ve kutsal bir amaç uğruna yaşaması ve taşıdığı anlamdır. Nasıl ki kitabı kitap yapan mürekkep ve kâğıt değil de içindeki mana, bilgi ve geleceği aydınlatabilme kapasitesi ise, insanın değeri de onun gayesinde gizlidir. Evreni bir kitap gibi düşündüğümüzde, pozitif bilimler kitabın mürekkep ve kâğıdı ile ilgilenirken, semavi bilgiler de kitabın anlamını ifade etmektedir. Tanrı ise evreni yoktan var eden, her şeye gücü yeten, sonsuz ilim ve güç, sınırsız irade ve hikmet sahibi, mutlak hayat verici, düzenleyici ve dengeleyici, madde ve zaman boyutuna dahil edilemeyen kutsal bir bilinçtir. Tanrı’nın sıfatları konusunda farklı değerlendirmeler, dinleri ortaya çıkarır. Böyle bir Tanrı, insanı çok özel ve kendisine muhatap olacak şekilde yaratmıştır. Antika bir eserin kıymeti demirciler çarşısında bir lira ise, antikacılar çarşısında bin liradır. O eseri kıymetli kılan şey, aidiyeti ve taşıdığı semantik, anlamsal değeridir. İşte insanı da kıymetli kılan evrenin yaratıcısıyla olan bağı, mensubiyeti ve taşıdığı anlam boyutudur. Değer, değerli olandan gelir. Yaratıcının öngördüğü erdemler insani bilgilere paralel olduğunda, insan “eşref-i mahlûkat” yani yaratıkların en şereflisi konumuna çıkabilir. Bunun da bir karşılığı vardır; kul olduğunu bilmek itaat çabası içinde olmaktır. İnsan özgürdür ama evrenin kuralları ve kendi özgürlüğü arasındaki sınırı bilmekle sınavdan geçirilmektedir. Bu sebeple “Kendini bilmek, Rabbini bilmektir” ifadesi Kuran felsefesinin temelini açıklayan ifadelerdendir.
Tapınmaya Değer Olmak
Eflâtun, evrenin işleyişinde dünyada var olan güzelliklerin soyut güzellik fikrine (idea) ulaşmak için basamak olarak kullanıldığını söyler. İnsan güzelliğe ulaşma yolculuğunda çeşitli formlara “güzel” der. Böylece doğru formlardan doğru eylemlere yönelir. Doğru eylemlerden doğru fikirlere, doğru fikirlerden doğru güzelliğe ulaşır. Sonunda güzelliğin özünün ne olduğunu anlar. Hatta bunun için hayali güzelliğe aşık olanlara, platonik aşık denilmiştir. Eflâtuncu bakış, evrenin manevi yapısı ile ilâhi düzenin tapınmaya değer olduğu kanısını taşımaktadır.
Günümüzde tapınmaya değer bir düzenin inkar edilmesi sonucu Tanrı’sı olmayan kiliseleri görmekteyiz. Böyle bir düşünce, dünyevi dini akımları ve evrendeki düzenin kutsanması sonucunu doğurmaktadır. 19. ve 20. yüzyıl bilim çevreleri, bilime, onu dinin yerine koymaya varacak kadar kutsallık atfetmişlerdir.
“Oradaki Bir şey” Hissi
Görünmeyen gerçeklik veya deneyüstü gerçeklik olarak tanımlanan bir gerçeklik, insanın “oradaki bir şey” sezgisi ile ilgilidir. Bilimsel olarak çok tanrı olabileceği ispatlana-madığına göre “oradaki bir şey” hissi insanı bir yaratıcısının olması gerektiğine inandırmaktadır. Hayal edilemeyecek kadar uzak ve tanımlanamasa da dini kavramlarla anlaşılabilen bir gerçeklikten söz edilmektedir.
Örneğin güneş, madde ile enerji dengesinde görünen bir nesnedir. Allah da enerji ve soyut nesne şeklinde tarif edilebilir. Yaratıcı, sıfatları ile bizim yanımızda, içimizde olmasına rağmen, bizim ona dokunamadığımız düşüncesi, Kuran öğretisindeki tevhid inancı ile örtüşmektedir. Bu noktada son dönem İslam bilginlerinden Nursi’nin, Allah’ın 99 ismi ve bu isimlerin tanımladığı sıfatları ile Allah’ı her an hissedebileceğimizi söylediği kelami görüşü, evrenin sırlarını açıklayıcı bir görüş olarak önem taşımaktadır.
İnsandaki Gerçeklik Algısı Değişebilir mi?
Son yıllarda sıkça kullanılan “mistik deneyim” tanımı, teknik olarak kısa süreli yaşantılar için kullanılır. Temelde bir insanın birkaç saat süren kendinden geçme halidir. Mistik deneyim esnasında bazı kişiler kişilik sınırlarının ortadan kalktığını, bütün isteklerinin karşılandığını, ihtiyaçlarının giderildiğini hisseder tarzda bir ruh hali içindedirler. Bazı kişiler ise halüsinasyonlar görebilirler. “Yeniden doğmuş gibiyim, ebedi ve ezeli güç tarafından kuşatıldığımı hissediyorum. Onun oradaki varlığından şüphe etmem, kendi varlığını etmekten daha güçtü. Onun gerçekliği benimkinden daha baskındı. Ruhum o güçle mükemmel bir uyum içinde. Yıldızların dışına çıkmış gibiyim; dünyanın bütün güzelliğini, aşkı, hüznü, ayartılmışlığı duyumsuyorum. Bir tecelli yaşıyorum; parlak ışık gördüm, bana ‘gel’ diyor, ‘beni sev’ diyor. Duvarın içinden birisi geldi ve bana dokundu; böyle-ce içimde bir heyecan oluştu. Karartı gördüm” gibi beş duyu ile ilgili algılamalar mistik deneyimi ifade eden sözlerdir.
Kişi, hallusinatuar yaşantıyı tanrısal varlığın ifşası olarak yorumluyordu. Korkunç, tarif edilemez varlıklar tarafından kuşatılmak, kötü his uyanması, takip edilme ve büyüsel varlıklar tarafından yönetilme hissi, aklını okuyan kişilerin varlığı düşüncesi, hepsi pozitif ya da negatif etkili halüsinasyon veya illüzyonlardır.
Bu alanda araştırma yapanlar içerisinde eski görüşü savunanların fikri, bu mistik deneyimlerin organik temeli olmadığı yönündeydi. Cenevre’de Profesör Flournoy, istem dışı yazı yazma yeteneğine sahip bir arkadaşının söylediklerini şöyle aktarıyordu: “Ne zaman otomatik olarak yazı yazmaya başlasam, bunun bilinçaltından kaynaklanmadığını hissederim. Bedenim dışında yabancı bir varlığın farkına varırım. Bu izlenimi tanımlamak çok güç ama öylesine belirgin ki tam yerini bile işaret edebilirim.” Peki bütün bu yaşantılar nesnelleştirilmiş ve dışsallaştırılmış fikirler miydi yoksa görünmeyen gerçeklik tarafından algılarımızın değiştirilmesini mi ifade ediyordu? Bu soruya bilimsel prensipler çerçevesinde evet veya hayır cevabı vermek çok güçtür. Ancak materyalist bakış bunların beyinsel bir fenomen olduğunu söylerken, ilahi perspektifin görüşü, beyinsel bir fenomen de olsa ilahi iradenin dışına çıkamayacağı eksenindedir.
http://www.nevzattarhan.com/
http://www.nevzattarhan.com/
17 Nisan 2015 Cuma
HUMANİZMA/ Esra AKMAN (Muş Alparslan Universitesi)
" Entelektüel ve sanatsal zenginliği olmayan bir gelişme düzeyinde insanı aramak, sonu olmayan boşuna bir uğraştır. Entelektüel alanda insan bir yandan kendisiyle ve içinde bulunduğu dünya ile bilinçli bir ilişki kurarken, diğer yandan sanatta insan her zaman kendi özüne ilişkin parıltıları bulmaya çalışmıştır. Hakikat bu iki esnek çabanın sürekli ifadesinden başka bir şey değildir."
Ahmed Kaymak
Uygarlık
genel bir gelişme düzeyini ifade eder. Tarih uygarlığı bu genel kategori içinde
ele alırken onu özel gelişme alanlarından soyutlamaz. Tersine çoğu zaman
uygarlığın genel bir insanlık durumunu açıklamak olmadığı da söylenebilir. Aynı
çağlarda dünyanın değişik yerlerinde ve bölgelerinde birbirlerine yakın gelişme
düzeyinde farklı uygarlıklar olabileceği gibi, yine aynı çağlarda başka yerlerde ve bölgelerde
bunlardan ya daha çok geri ya da daha çok ileri düzeyde olan uygarlıklar da
olabilir. Biri bir zaman uygarken, diğeri o zaman barbar bir yaşam düzeyini ve
insanlık durumunu temsil edebilir. Eldeki tarihi bulgulara göre Sümer dönemi
bir uygarlığın varlığını gösterirken, Mısır uygarlığı başka bir uygarlığın
varlığına işaret ediyor. Çin ve Greek uygarlıkları, Maya ve Aztek uygarlıkları
diye adlandırılan gerçekler de var. Böylece uygarlık kavrayışı yeryüzünde tüm
bir insanlık durumunu ve gelişme düzeyini değil, sınırlı alanlarda, birbirinden
oldukça uzak ve kopuk, kültürel ve
politik bakımdan uzun süre istikrarlı bir birlik ve düzen içinde yaşayan toplumları
kapsıyor, kapsamalıdır. Olgunun bu kapsamda ele alınması, uygarlığı homojen bir
tanım olarak değil, heterojen bir bütün olarak göstermek içindir. Son olarak uygarlık,
bütün insanlığın katkısıyla gerçekleşen belli bir gelişme düzeyi olarak içinde
bütün insanlığın geçmiş mirasını barındıran toplam-total- bir görünüştür.
Amaç
Araştırma
ödevi olarak ele aldığımız Humanizma konusuna yukardaki bakış açısı ile yaklaşacağız.
Bu yaklaşım, Humanizmanın entelektüel, felsefi, kültürel ve sanatsal ruhuyla da
tam bir tutarlılık içermektedir. Bu ruh, insanlığın derin tarihinin ve
çabasının ürünü olan mirasa sahip çıkmak ve onun donanımıyla kendini bugünkünden
daha özgür ve güçlü bir geleceğe hazırlamaktır. Burada artık söylenebilir ki,
humanizma, kültürel, sanatsal ve toplumsal bir düşünce ve hareket tarzı olarak
bir insanlık sentezi amaçlamaktadır. Ortaya çıktığı günden bu yana insanlığın
ilgili olduğu her alanı etkileyen bu bütüncü düşünce ve hareket tarzı hakkında,
sınırlı bir çerçeve içinde de olsa, bir ufuk açmayı gerekli görüyoruz.
I- Hümanizmanın Çıkışı ve Koşullar
Batı dünyasında yüzyıllarca süren Kilise ve
Skolastik’in hakimiyeti özellikle bilginin, sanatın ve edebiyatın tıkanmasında
sistematik bir rol oynamıştı. Adı geçen bu alanlar kültürel boyutlu olduğu
kadar ruhsal boyutları olan insan etkinliğinin çeşitliliğini ve zenginliğini
ortaya çıkartan alanlardır. Bu alanlar tıkandığında kültür donar, toplumun
ruhsal yapısı üretken enerji ve ahenkten yoksun kalır.Toplumsal düzenin bütün mekanizmaları üzerinde
katı bir güç oluşturan Klise bilimi, sanatı ve edebiyatı kendi doğmaları için
tehlikeli buluyordu. Bilim ve sanat insan doğasının ve onun ruhsal-zihinsel
potansiyelinin derinliklerindeki ilişkileri açığa çıkartma uğraşında doğmalara
itibar etmeyen nitelikleriyle egemen çevreleri hep tedirgin etmişti. Orta Çağ
Avrupası’nda egemen Skolastik düşüncenin ve Klise iktidarının bilime, sanata ve
edebiyata karşı düşmanca blokuna karşı Humanizm on ikinci yüz yılda belirleyici yarıklar açan
bir tepki olarak doğdu ve on üç-on dördüncü yüzyıllarda ete kemiğe bürünerek
toplumsal ve kültürel bir harekete dönüştü. Humanizmin bilimsel, kültürel ve
sanatsal bağlamı içinde pekişen idealler yeni bir çağ başlatan Rönesans
hareketinin fikri ve ruhi yankısı olarak siyasal bir nitelik kazanması Ortaçağ
ve Skolastik kurumların sonunu getirdi. Rönesans bir aydınlanma çağı olarak
düşünsel ve ruhsal gücünü nasıl humanizmin ideallerinden aldıysa, Avrupa
kıtasının yeniden şekillenmesinde gerekli olan siyasi cesareti de ona
borçludur.
Bilim, sanat ve edebiyatın insanlık tarihi üzerindeki etki gücünü kavramak için Humanizm’in oynadığı rolü görmek yeterlidir.
II- Humanizmin Tarihsel Gelişimi
Humanizm hareketi başlangıçta kendini sanat ve
edebiyat bağlamı içinde yansıtsa da, onun araştırma yöntemi bakımından bir
bilim, yeni bir üslup yaratma iddiasında olan bir sanat anlayışı, görünümde
sistematik bir felsefi akım ve nihayet yerleşik toplumsal ve kültürel kurumlara
başkaldırı çağrısı yapan siyasal bir hareket olmadığı söylenebilir. Öyle de
olsa Humanizm’in daha sonraları bu alanları derinden etkileyen büyük bir rol
oynadığı tartışma götürmez. 12. Yüzyıl’ın ilk yarısında belirtileri
görülebilecek bu akımın yine aynı yüzyıl içindeki kimi aydın ve sanatçının
skolostiğin boğucu havasını dağıtmaya yönelik çabaları toplumun hapsedilen
ruhsal ve zihinsel özgürlüğüne duyulan şiddetli isteğin karşılanmasını ifade
ediyor. Bu isteğin kökleri daha öncelere dayansa da Dante’nin dönemin dinsel, kültürel
ve kurumsal yapısını yeni bir üslupla eleştiren girişimi Humanizm akımı
tarihinde öncü bir adım olarak gösterilmektedir.(1) Dante
bu girişimi yalnızca “İlahi Komedia” adlı eseriyle yapmaz. Onun o zamanki
toplumsal ve siyasal sorunlarla doğrudan ilgili olduğu ve kurulu düzenle
uyuşmadığı da görülüyor. Aynı şekilde Petrarca ve Boccacio bu girişimin ateşli
yandaşları olarak Humanizmin bir hareket olmasında önemli bir rol oynuyorlar.
Her hareket veya akımın bir felsefi dayanağının olması zorunludur. Humanizmin
felsefi ilkelerinin de Petrarca ve Boccacoi’nun(2)
çabalarıyla toplumda uyandırılan yoğun ilgi ve destekle giderek bir bütünlük
kazandığı anlaşılıyor.
III- Humanizma Felsefesi
Rönesans’ın ruhsal ve zihinsel mayası olan
Humanzima’nın ufku ileriye değil geriye doğru açılır. İlerici dönüşüm ve
ilerlemelere bu kadar derinden etki eden humanizmin bu tarz tavrına ve “ufku”na
şaşmamalı. Bu güne olan tepki bir gelecek isteği ve tasavvuruna, geçmişin
mirasını göz ardı etmeyen bir ufka dayanmadan güç kazanamaz. Özellikle toplumun
ruhsal dokusu yaşanan zamanın istek ve tutkularını yönlendirmede özel bir rol
oynarlar. Bu ruhta geçmişin solmayan motifleri her an yeniden canlanıp
çiçeklenmek için toplumsal zeminde bir yarık arama eğilimindedir. İnsanlar
farkında olmasalar da geçmişin bu ruhu hep uyanıktır ve geçmişin kayıp sesi bir
şekilde zihinlerde uğuldamaya devam eder. Yaşayan sanat bu ruhun sezgisine hep
ihtiyaç duyar; bu sesin yankısına kulak vermeyi yeni ilhamlar için kamçılayıcı
bulur. Zamanın sanatçıları önlerinde var olan koskocaman bir gelecek tasavvur
ederlerken, geçmişe duyulan bir özlem ve istekten değil; geçmişin zengin mirasını
şimdiki zamanın ideallerine ilham verici kuvvetli bir maya olarak katma
isteğine göre tutumlarını ortaya koymuşlardır. Humanizma ile ilgili bir
değerlendirmesinde Sabahattin Eyuboğlu, ” Sanat alanında hümanizmayı eskiye dönmek değil,
eskiyi yeni yapmaktır. İnsanlığın daima geriden hız alarak ileri gittiğini ve
köksüz medeniyet olmadığını” vurgular.(3) Sanatçılar geçmişin uğultusunu duymadan,
bugünün coşkusunu yaşamadan ve tasavvurlarındaki geleceğin dünyasında bir çığlık
olarak yankılanmadan amaçlarına ulaşamayacaklarının farkındadırlar.
Humanizma’nın ufku ve temel vurgusu bu bakımdan geçmişin barındırdığı zenginliğe dönüktür ve bu yüzden geçmişin bu yönüne hep işaret etmektedir. Dante, Petrarca ve Boccacio gibi öncüler de Latin’in köklerinde bulunan bu cevheri alıp yeniden işlemenin ruhsal ve entelektüel bir yeniden doğuşu canlandırabileceğine dikkat çekiyorlardı. Haklıydılar da: Rönesans gibi bir çağın, büyük bir tarihsel momentin, Eski Avrupa kıtasını baştan başa dönüştüren ard arda patlayan büyük devrimlerin mayası oldu bu görüşler. Felsefe, sanat ve edebiyat canlandı. Geçmişin ve zamanın tortusu altında kalan Homeroslar, Sophoklesler, Saphholar, Aristophanesler gün yüzüne çıkarıldılar.
IV-
Humanizma’nın Anlamı
Dönemlerin
kültürel ve toplumsal boyutlarının tanımlanması, genellikle sonradan o
dönemleri incelemeye girişmiş olan konu ve alan uzmanlarının, bilim adamları ve
aydınların keyfiyetleri dahilindedir. Bu keyfiyet objektif olguyla sıkı bir
sadakat ve bağlılık içinde olmak zorundadır. Felsefede kavram kargaşalığının
bilime oranla fazla oluşu kısmen bu keyfiyete tanınan ayrıcalıktan
kaynaklanıyor. Humanizma bir dönemin tanımlanmasına aracı bir kavram olarak bu
anlamda çok fazla yanlış ve karmaşık içeriklerle açıklanmaya çalışılmıştır.
Humanities, Latincede “Homo” kökünden türetilmiş bir isimdir ve “İnsan”
demektir. Humanities bundan türetilen daha kapsayıcı bir isimdir: “İnsanlık”
anlamına gelmektedir. Bu yüzden Humanizma’ya karşılık olarak Türkçe’ye bunu
“İnsancılık” şeklinde çevirip okuyanlar yaygındır. Bu yanlış okumadan dolayı,
Humanizma’yı “ insancılık”, “İnsancıllık”, ve daha yaygın olarak “İnsan
Sevgisi” olarak anlayanlar çoğunluktadır. Oysa Humanizma’nın böyle bir anlamı
yoktur. Başlangıçta ulusal nitelikler ağır bassa da Humanizma’nın evrensel bir
anlam da kazanması bilgi, bilim ve sanatın insanlığın ortak mirası olduğu
gerçeğinin kavranmasıyla olanaklı olmuştur. Giderek birey, toplum ve düzen
ayrımlarının tohumları da bu kapsam içinde ifadesini bulan ilkelere
yayılmıştır.. Ruhu aydınlanmış özgür bireyler olmadan, özgür bir toplum olamaz.
Birey, toplumun oluşturucu aklı ve benliğidir. Bu yönüyle dinamik ve etkin bir
yapı taşıdır.
Klise ve skolastik bireyin bu niteliklerini
göz ardı ediyor ve şiddetle basırıyordu. Yüzyıllar süren Skolastiğin hakim
düşüncesine göre birey bir araçtı. Onun yerleşik düzenin buyruklarına itiraz
etmeye, onları sorgulamaya yetkisi yoktu. Herkes tanrının yeryüzündeki
tartışılmaz sözcüsü ve aracısı olan kilisenin hizmetkârıydı. Bireyin hiçbir
yaratıcı potansiyeline imkân tanınmıyordu. Böylesine sert ve baskı altındaki
bireyin itirazı, sözü edilen katı doğmatizmlerin tersineydi: Tanrı ve Klise değil,
insan her şeyin merkezidir. İnsan etkin bir varlıktır ve yazgısı kendi
elindedir. İlk günah doğmatizmiyle insanın benliği aşağılanmakla kalmamış, onun
hep iyiye doğru işleyen bireysel yaratıcılığına ve verimliliğine zincir
vurulmuştu. Humanizma aşağılanan, yaratıcı benliği doğmalarla kösteklenen
insanı bütün etkin nitelikleriyle birlikte yüceltmeyi ve özgürleşmesini esas
alıyordu.
Bu yeni görüş ve tavır biçimine aynı zamanda
yeni felsefi harekete o dönemi ele alan konu uzmanları ya da tarihçiler bir ad
verme gereksinimiyle Cicero’ya ait olan HUMANİTAS terimini kullanmışlardır. Bu
uzman kişilerin ilki, Bruni’dir.
V- Humanizma ve
Diğer Felsefeler
Her
tutarlı ve insan odaklı felsefenin insanların aktüel yaşayışlarına,
ilişkilerine, düşünce ve görüşlerine az çok yansıması ve benimsenmesi
olağandır. Öyle ki daha önce var olan felsefe sistemlerini içinde barındıran
damarları tutmakla birlikte, böyle felsefi bir sistem daha sonra ortaya çıkacak
felsefi sistemlere kendinden de bir şeyler katarlar. Böyle bir mantık
humanizmanın temel bir ilkesidir de. Görüldüğü gibi yaşam humanizmanın bu temel
ilkesini reddetmeği gibi, diğer ilkelerini de günümüzde var olan felsefi
sistemler içinde benimsemiştir. Denebilir ki, humanizmden etkilenmemiş hiçbir
felsefi sistem yoktur. Ayrıca kültürden sanata bu etki aynı derecelerde
görülmektedir. Kimi insan bilimleri, örneğin ve özellikle Birey Psikolojisi
ekolu Humanist bir çerçeveden insanı ve ruhsal sorunları ele almaya oldukça
itina gösteriyor(4). Etik, ideolojik ve politik bakımdan humanist etkinin gücü de tartışılmayacak
kadar büyük olmuştur. Çağımızda etkin bir politik akım olan Marksist insan
görüşü, yine çok rahat bir biçimde bu çerçevede Humanist felsefeyle yakınlık
içindedir(5). Fransız devriminin başlıca şiarlarıysa şöyleydi: Eşitlik,
Kardeşlik, Özgürlük! Benimsenen bir felsefi sistem yaşamın her alanına sızacağı
gibi insanların ideallerine uzun süre yön gösteren bir rehber rolü de
oynayabilir.
Humanizmanın diğer felsefelerden ayırd edici yanı, onun uzun yüz yıllar insanlar tarafından benimsenen ilkeleri korumasıdır. Neredeyse bin yıllık bir tarihi var, hiç bir felsefe bu kadar uzun zaman kendini sınatma imkanı bulmamıştır.
VI- Humanizm
Milliyetçilik ve Evrensellik
Humanizmanın
temel ilkelerinden biri öze dönmektir. İnsanın kendi özüne dönmesi anlamında… Burada
insan ve özün aynı anlamda kullanıldığını biliyoruz. Yeryüzünde insanın kendine
mutlaka yer bulabileceğine, yazgısına yön verebileceğine özel bir dikkat çeken
humanistler, bu görüşleriyle herhangi bir ırk, renk, cins ve coğrafya ayrımı
yapmıyor. İnsanı bütün olarak ele almasıyla toplumsal olduğu kadar evrensel bir
ilgiye işaret ediyor.
Öte
yandan toplumu oluşturan etkin bir yapı taşı olan bireye dikkat çekmesiyle, topluma
karşı bireyi ön plana çıkarttığı anlamı çıkarılmamalıdır. İnsan ve toplum her
şeyden önce kültürel varlıklardır ve bütünün içinde bir birliktirler. Biri
olmadan diğeri olmaz. Bu bağımlılık karşılıklıdır; bir tür işbirliği
ilişkisidir. Bireyler arasındaki ilişkilerde de durum böyledir. Aşkta,
evlilikte, dostlukta bu ilişki toplumsal işbirliğinin birer biçimi olarak var
olur. Kısacası birey tek başına, tek kutuplu bir dünya değil. Kendi dışındaki
insanlarla, toplumla kuvvetli bir çekim halinde bir birlik ilişkisi içinde yaşar;
birbirlerini böylece tamamlar ve bütünlerler. Özgürlük bu ilişkinin
kavranmasında ve bir tavra dönüşmesindedir. Bu kavrayış ve tavır özgürlüğün
insanlar arasında bir ayrıcalık gözetmediğini bize anımsatır. Birey özgür
olmadan toplumun özgür olması söz konusu değildir; ya da tersine, özgür olmayan
bir toplumda bireyin özgürlüğünden söz edilemez. Humanizma bu anlamda bireyin özgürlüğüne
ve özerkliğine, bireyin iradesine, onun yaratıcı etkin potansiyeline büyük
değer verir.
İnsanlık
da homojen değildir; binlerce genetik, jenerik ve etnik topluluktan oluşmaktadır.
Birey ve toplum nerede olursa olsun ve hangi topluluğa ait olursa olsun özünde
bu insanlık bütünlüğü içindeki hayati parçalardır. Humanizma, bu çoklu
realitede bireyi ve toplumu birbirinden kopartıp karşıtlaştırmadığı gibi
insanlığı oluşturan diğer toplumlarla karşıtlaştırmayı da akıl dışı
saymaktadır. Birey özgürlüğünü korumalıdır, ait olduğu toplumun bağımsızlığını
koruması da bu özgürlüğün etiğidir; birey hem kendi özgürlüğünü hem de ait
olduğu toplumun bağımsızlığını savunma gibi bir sorumluluğa da sahiptir. Aynı
şekilde başka bireylerin özgürlüğünü ve o bireylerin ait oldukları toplumların
bağımsızlığını da en az kendisininki kadar içtenlikle savunmalıdır. Böylece her
insan kendini evinde nasıl mutlu ve güvende hissedebiliyorsa, bir başka ülkede
ve toplumda kendini kendi evindeymiş(6) gibi öyle mutlu ve güvende hissedecektir.
Bu görüşe göre humanistlerin, milliyetçiliği ve evrenselliği en geniş düzeyde
kaynaştırma çabalarıyla, diğer felsefi akımların temsilcilerine göre, çok ileri
bir ufku ortaya koyduklarını anlıyoruz: Milletini seveceksin ama başka
milletlerin bir parçası olduğunu da unutmayacaksın. Kendin kadar komşunu da
seveceksin. Sevgi içe değil dışa dönüktür, insana, doğaya ve topluma dönük
olarak gerçekleşir. Humanizmde sevgi, etik bir anlam içermektedir, özgürlük
gibi…Sevgi ve özgürlük bir bireye, bir topluma özgü statik kavramlar ve
yönelmeler değil, evrenseldirler.
VII- Humanizma ve
Sanat
İnsana
yakın olan her felsefi sistem insanın özgürlüğüne, hayat içindeki rolüne ve var
olmanın anlamına dikkat çekmek için kendini her alanda ifade edebilme araç ve
olanaklarından da yararlanır. Humanizma çıkışını başta sanatla yapmıştır. Bu
felsefi görüş insana bakışını ve tavrını etkili bir biçimde ortaya koymakla
kalmaz, aynı zamanda bireyin zihinsel ve duygusal derinliğinin açığa
çıkarılması anlamında etkili bir köprü olma işlevini de üstlenmiş olur. Sanat
insanlığın en eski ifade biçimlerinden biridir. Eylemsiz doğaya, doğanın bir
ürünü olan insanın ilk eylemidir, ilk müdahalesidir diyebiliriz. Humanizmanın öncelikle
sanat araçlarına ve sanatsal ürünlere dayanarak kendini ortaya koyması, onun
felsefesinin ruhuyla tam bir tutarlılık göstermektedir. Sanat insanlık
geçmişinin kültürel bir mirası olarak evrensel ruhu içinde barındıran ve
yansıtan bireysel etkinliklerin başında geliyor. İşte humanizmanın öncülerinin
yaptığı da bu ruha sanat yoluyla ulaşmak olmuştur. Bu ruh sadece insanın psişik
bağlamlarını değil, zihinsel ve entelektüel dehasını yoğuran nitelikleri de
yansıtıyor. Geçmiş bize sanat üzerinden seslenen ve kendini duyuran, gizlide
kalmış hayatı açıklamamıza imkan sağlayan evrensel bir dildir. Onun hangi etnik
topluluğun, hangi bireyin konuştuğu dilden, ifade biçiminden ve kültür
ortamından çıktığı önemsizdir.
Humanist öncüler geçmişin sanatsal ve entelektüel ürünlerine ulaşma çabasında özel, kendine münhasır bir ırk, bir dil, bir ruh ve zihin bulma beklentisi içinde hareket etmediler. Bundandır ki, humanist felsefi dalga başta ortaya çıktığı kıta Avrupası’nda ve sonradan bütün dünya kültürlerine hızla yayılma imkanı bulmayı başardı. Bu dalga etkisi toplumların sanat ve edebiyat ürünlerinde yeni insanın hayata bakış tarzını ve tavrını kökten değiştirdi. Çinliler, Homerosu, Hesodios’u, Aristophanes ve Sophokles’i; Avrupalılar, Konfiçyus’u, Zerdüşt’ü(7), Budha’yı keşfedip bağrılarına bastılar.
VIII- Türkiye’de
Humanizm/Umanizm/Ümanizm
Türkiye’de
Humanizma’nın başlangıçta pek iyi kavrandığı söylenemez. Bunu pek doğru tercüme edilmeyen tercümesinden
kolay anlıyoruz. Cumhuriyet dönemi aydınlarının bir kısmının bunu Umanizma veya
Ümanizma biçiminde kavramlaştırmayı önermeleri ve bu yönde girişimleri
olmuştur.(8) Umanizma, Türk aydın ve sanatçılarının aslında lingustik
oyunlarından türetilmiş bir terim olmaktan başka bir anlam taşımıyor(9). Türkçe’de
kullanım sıklığı bulunan “Uman”, okyanus kelimesine karşılık olarak enginliği,
uzaklığı ve muazam bir genişliği ifade eder, Farsça kökenli bir sözcük olarak
dönemin Türk şairlerinin sıkça kullandığı bir imgedir. Uman ve Human fonetik
bakımdan benzer ve kolay bir çağrışım yapmaya uygun düşüyor. Aktüel yaşamda ve
iletişim bağlamlarında pek tutulmuş bir yapma kavram olmasa da Cumhuriyet
yazarları ve şairleri arasında Humanizma yerine Umanizma’yı bu anlamda
kullananlar olmuştur.
Öyle de olsa Humanizma akımının Avrupa ve Dünya insanları üzerindeki büyük ve derin etkilerine karşın Osmanlı dönemi boyunca sanatçıların ve aydınların ilgisini çektiği yolunda bir belirti yoktur.
Cumhuriyet döneminin başlangıcında
humanizma ile ilgili oldukları anlaşılan birkaç aydından, şair ve edebiyatçıdan
söz etmek yine de mümkün. Yahya Kemal Bayatlı, Yakup Kadri Osmanoğlu(*) bunların başında gelmektedir.
Nurullah Ataç (**) ve
başka edipleri de bu arada anmak gerekir. Onların Humanizma’ya olan ilgisinin
çok kararlı olduğunu söylemek güçtür. Bunun başlıca nedeni yeni kurulan
cumhuriyetin bir yandan batılılaşma adı altında uygar ve ileri bir toplum
yaratma arzusunun yanı sıra muhafaza edilmeye çalışılan ve öne çıkartılan milliyetçilik
paradoksuydu. Bir diğer neden dönemin siyasi koşulları aydınların humanizmaya açıktan bir ilgi
göstermelerine imkan vermemesiydi: Humanizma’nın işaret ettiği geçmiş ruhi ve
fikri cevher Yunan kültürünün temeliydi. O dönem Yunanistan’la oldukça fazla sorunlu olan Türkiye’nin bu kültüre olan ilgiyi
toplumsallaştırması kolay değildi. Buna karşın Atatürk’ün ölümünden sonra
Humanizma’ya olan ilginin arttığını ortaya koyan önemli girişimlerin ve
uygulamaların başladığı söylenebilir. Geç de olsa, II. Dünya Savaşı sonrasında
Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Eski Yunan sanat ve
kültürünü içeren eserlerin tercümeleri yapılabilmiştir.
IX- Türk Edebiyatında
Humanizma ve Etkisi
Aydın,
yazar, sanatçı ve bilim adamlarının anılan dönemden sonra Humanizma’ya ilgileri
artsa da, bunun doğrudan edebiyat eserlerine bir tema olarak yansıtıldığını
gösteren fazla veri yoktur. Bu belki de Humanizma felsefesinin
karakteristiğinden kaynaklanan olağan bir sonuçtu. Humanizma’nın temel vurgusu
geçmişin bağrında saklı duran zengin mirası, ilmi ve fikri cevheri ortaya
çıkartmaktı. Türkiye’de şiir ve edebiyatta olamasa da tiyatro, müzik, resim ve
mimaride, özellikle de felsefede bu boşluğun doldurulmaya çalışıldığına ilişkin
hatırı sayılır gelişmeler olduğu söylenebilir.
Sonuç
olarak şu da söylenebilir: Humanizma felsefi açıdan geçmişin derinliklerindeki
kültürel ve sanatsal zenginliğe ulaşmaya çalışırken, Türkiye’de bu bağlam
içinde kendi geçmişinin kaynaklarına yüzünü çevirmeyi gerekli gören bir
anlayışa işaret ediyordu. Bir kompleks ve haset ürünü gibi düşünülse bile bu
değerlendirmeler Humanizma prensipleriyle
ile elbet çelişmiyordu. Geçmiş insanlık mirasının yalnızca Yunan ve
Latin kültürünün temelinde olmadığı fakat bütün insanlığın kültürel temelinde
bulunabileceği savıyla Türk olan Yunus ve Mevlana’nın; Fars olan Gazali’nin,
Hayyam’ın; Çinli Konfüçyüs’ün ve daha başkalarının da göz ardı edilemeyeceğine
dikkat çekmek tutarlı bir tavırdı..
Bu
anlayış ve değerlendirmeler bağlamında Anadolu coğrafyası potasında biçimlenmiş
kültürel cevheri ortaya çıkartmak için özgün motifleri koruyarak az da olsa
yapılan çalışmalar, ortaya çıkartılan eserler, yazılan edebi ürünler oldu.
Sabahattin Ali ve Yaşar Kemal’in ortak çalışmaları yanında, Yaşar Kemal’in Ağrı
Dağı Efsanesi ve Ala Geyik, ayrıca Azra
Erhat’ın çok yönlü derleme ve çalışmaları Türkiye’de Humanist akımın birer
yansımaları olarak değerlendirilebilecek niteliktedirler.
İnsan
bilimleri çerçevesinde Türkiye’de kimi humanist yaklaşımların filizlendiği de
söylenebilir. Özellikle tarih ve psikoloji alanında iki temsilcinin adını anmak
mümkündür. Tarih alanında Prof. Server Tanili gayretli çabalarıyla oldukça
hacimli ürünler vermiştir(10). Psikoloji alanındaysa Emin Gençtan, Freud
psikanalizinden farklı, A. Adler ile yakınlık kuran psikolojik yaklaşım ve çözümlemeleri
birey toplum ve evrensel insan sevgisi bağlamında eserlerine parlak bir biçimde
yansıtabilmiştir(11)
Sonuç
Uygarlık,
sadece kültürel ve maddi gelişme düzeyini eşyalarla, giyim kuşamla, insanların
yaşam biçim ve konforuyla varlaşan bir gelişme derecesi değildir; o aynı
zamanda insanın hep ileriye, hep daha iyiye, mutluluğa ve özgürlüğe yönelen
somut çabalarını, fikri ve entelektüel hareketlerini yansıtan somut bir görünüştür de… Tarihsel süreç içinde
bu anlamda sahneye çıkan Humanizma bugünkü uygarlığı dehasıyla, ilgisiyle, ufuk
sınırlarını zorlayan fikirleriyle derinden etkilemiştir. Humanist öncülere,
onların tutum ve yaşam biçimlerine, ruh hallerine ve tavırlarına ilişkin eleştiriler
çokça yapılmıştır. Günümüzde farklı felsefe partilerinin doğrudan humanizmanın
ruhuna olumsuz eleştiri yöneltebildikleri pek nadirdir. Ondan olmalı ki, yeni
toplumsal ve politik teoriler hala mutlaka humanizmanın ilkelerinden
yararlanarak felsefi argumanlarını güçlendirmek zorunda kalabiliyorlar. Temelde
bir İnsan Felsefesi olan Humanizma yerel ve evrensel planda ileriye yönelen ve
yatağını genişlete genişlete akan bir nehir gibi bireysel, toplumsal ve
evrensel ruh ve fikir hareketlerine coşku vermeye devam ediyor. Bu nehir,
insandır ve insana doğru, bir evren fethine doğru gidiyor. Humanizma bu anlamda
uygarlığa bir armağandır.
Kaynaklar
1) Dante Allegari, İlahi Komedia
2) Boccaccio’nun Baş yapıt niteliğindeki eseri “Decomeron” dur. "Decomeron" Skolastik düşünceye karşı duran ilk
yapıttır. Dinsel konu yerine doğrudan insanı anlatan yapıt, Doğu'dan ve
Batı'dan alınmış masallar, efsaneler, öykülerle yazarın kendi gözlemlerinden
oluşan bir derlemedir. "Aşk Üzgünü", "Sevda Çeken",
"Su Perileri Toplantısı" gibi eserlerse yazarın gençlik çalışmaları arasında
değerlendirilmektedir.
3) Sabahattin Eyuboğlu, aktaran
Ahmet Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, Ankara.
4) Psikolojik Aktivite, Tüm
Raporlar, Alfred Adler. Ayrıca aynı yazarın İnsanı Tanımak adlı yapıtına
bakılabilir.
5) Estetik, İsmail Tunalı, Sf:
340, Baskı, 1983
6) Ahmed Kaymak, İnsan Üzerine,
Sosyal Bilimler Araştırma Der. Yay.2014.
7) Böyle Buyurdu Zerdüşt, Frederich
Nieetche.
8)Ahmet Muhip Dranas, “ Resimde
Ümanizma”, Güzel Sanatlar (Dergisi), S.2 (ty. yy.
9) Ahmed Kaymak, İnsan Üzerine,
Kısım IX. Sosyal Bilimler Araştırma Der. Yayınları, 2015
10) Yüzyılların Gerçeği ve Mirası,
Cilt I, Cilt II, Cilt III, Cilt IV, Server Tanili.
11) İnsan Olmak, Emin Gençtan
(*)Y Kadri ve o dönem
girişimleriyle ilgili kaynak, bkz.Yakup Kadri Karaosmanoğlu,“Hümanizmaya Doğru
İlk Adım”, Hakikat,
Karaosmanoğlu, a.g.m.,s.326. 27
Burhan Belge, “ Klâsik Lise”, Ulus,
(**) Mustafa Özbalcı, Yahya
Kemâl’in Duygu ve Düşünce Dünyası, Samsun, 1990, s.193
(***) Nurullah Ataç için
bkz. Bedrettin Tuncel, “Hasan Âli Yücel
ve Tercüme”,Tercüme c.XV, S. 75–76, Temmuz –Aralık 1961,s.8–9.
13 Nisan 2015 Pazartesi
Total-Bütünsel- Psikolojinin Bir Terimi Olarak Emosyon Nedir?* ( X )
Ahmed Kaymak
Emosyon ve Emosyonların
Türkçe’de tam anlamıyla karşılığı olacak bir sözcük veya terim yoktur. Bu sorun
dünya dillerinin bir çoğunda da vardır ve yerleşik dilin, üretilmiş kimi kavram
ve terimleri içeriksel bütünlüğü içinde açıklıkla karşılayabilen terimlere dayandırma güçlüğü yaşadığı, konu ile ilgili yaptığımız
incelemelerden anlaşılmaktadır. Biz Amed Okulu bünyesindeki çalışma grupları
olarak her şeyden önce Kürdüz ve bize yapı ve kullanım açısından oldukça zor
olan yabancı bir dilden, Türkçe’den düşüncelerimizi açıklamak zorunda
kalıyoruz. Kökleri eskiye dayanan ve hala yaşayan etnik bir topluluğun
bireyleri olarak bu dille kendimizi ifade etmek zorunda kalışımız, oldukça
trajiktir. Öyle de olsa, bu durumu kökten değiştirmek için şimdilik yapacak bir
şey yok! Ne var ki bir yolla, bir şekilde bir dil aracılığıyla kendi muradımızı
anlatmak gibi bir zorunlulukla da karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Bu
gerekçe herhangi bir ifade aracını küçümsediğimiz veya reddettiğimiz anlamına
gelmemelidir. Tersine, ifade etme imkanı bulamadığımız bir araç yoluyla kendimizi
ve düşüncelerimizi dile getirmekte oldukça zorlandığımızı itiraf etmek için
açıklama yapma ihtiyacı duyuyoruz. Sorun; gündelik konuşma dilini aşan terim ve
kavramları içerdikleriyle birlikte bir anlam bütünlüğünde yansıtma imkânına
kavuşturarak kısmen gelişmiş bir akademik dilin kullanılmasıyla aşılır. Şimdi
girişte ele aldığımız soruya tekrar dönelim:
Emosyon nedir?
Emosyon, bize göre bir
canlı refleksinin ön koşulu olan biyolojik iç dalgalanmadır. Bunu şartlandıran
dış etkiler kadar canlının iç tepi bağlamları da buna duyarlıdır. Mesela, sivrisinek, ona
çekici gelen bir hedefe doğru sorti yaparken farklı bir emosyona sahiptir;
sortisi engellendiğinde ilkinden farklı bir emosyon ortaya çıkar ve sivrisinek
kendi güvenliği için geri çekilir. Aynı doğal ve biyolojik refleks ve bu
refleksin ön koşulları insanda da vardır. Hayvanda tümüyle bilinçsizdir ve
insanda belirsiz, quantimik bir dalga boyu biçiminde kendini hissettirir. İnsan
o dalga merkezini ve boylarını hisseder ama ilk planda onu tanımlayamaz. Böyle
hallerin en çok şairlerin işine yaradığına kuşku yoktur: “… gibi..” edatı
durumu açıklamaları için her zaman anahtar bir sözcük görevi görmüştür: “ Ölüm gibi derin ve sessiz bir karanlık!”
Emosyon çarpıcı bir şoktur! Hayvanda iz bırakarak çarpar
geçer… Duyguysa kalıcıdır, insanı uzun süre oyalar. Kısacası emosyon diye
açıklamaya çalıştığımız “şey,” duygu
öncesi bir tepidir, bir iç dalgadır; her canlıda
vardır. Ürkü veren bir tepi olacağı
gibi, güven veren bir heyecan tipi (typ) de olabilir. Bir bakıma da ne odur ne
diğeridir. O, ancak Şairin yaptığı tarzda tasvir edilebilir ama tüm bir anlam
çerçevesinde tanımlanması hemen hemen olanaksızdır. Doğal insanda olduğu gibi
kültürel insanda da bu anlamda emosyon her zaman vardı ve hala vardır; hayvandaysa
emosyon gelişmiş bir mekanizma olarak vardır ama duygu yoktur. Emosyon
genellikle koşulludur; koşullu, deneyime
dayalı bir reflekse yol açar; duygu ise bilinç taşır, zihni harekete geçirip sezgiye
yön verir, sonunda bilinçli bir
fonksiyondur. Yine emosyon doğal, duygu kültüreldir. Birincisi bedene ve
duyulara, ikincisi duyulara ve bilince olan etkiye göre harekete geçer. Biri
tepki fonksiyonlarını, öteki tepkiyle eş zamanlı düşünce fonksiyonlarını
harekete geçirir.
Her tepki gibi her emosyon
bir deneyime bağlıdır. Her canlı varlık ateşin yakıcı, acı verici gücünü ayırt
eder. Fare kediden ve yılandan köşe bucak kaçar. İnsan şimşekten olsun ateşli
bir silahtan olsun, çıkan patlama sesinden irkilir. Oysa insan aynı zamanda bir
patlamanın bir festival coşkusunu artıran havai fişek seramonisinden korku
yüklü bir irki yaşamaz. Havai fişek patlaması deneyimle ayırt edilmiştir ve bu
insanda korku yerine coşkusal bir etkiye yol açar. Hayvan için şimşek, ateşli
silah patlaması neyse, havai fişek patlaması odur. Deneyim, patlama şiddetini
ve öldürücü etkisini emosyon alanında şartlandırmıştır: Hiçbir balık karaya
çıkmak için kendini test etmeye kalkışmaz. Bir tilki güpegündüz tavuk kümesine
girmeyi göze almaz.
Pavlov’un köpekleri, doğal
varlıkta emosyonu anlamak için iyi bir örnektir. Buna karşın Eifel Kulesi’ne
bakarken oluşan etki kültürel varlık için duyguyu güzel açıklar. Birincisinde
beden ve duyular varlıklar için eş zamanlı refleksleri; ikincisinde duyular ve
bilinç ard arda zihinsel hareketleri doğurur. Emosyon tepkisel-refleksive, duygu işlevsel-fonksiyoneldir.
Emosyon alanı varlıkta
dışsal etki tipi ile koşulludur. Onda reflekse yol açan, bu etki tipinin
ulaştığı alandır. Emosyon oradadır ve bu hayvanlarda, insanlardan daha çok gelişmiştir.
İnsanda emosyon, onun doğal bir mirasıdır ve vardır. Ama insan aynı zamanda
duygusaldır. Hayvanlardaysa duygu yoktur; çünkü duygu bilincin
fonksiyonlarından biridir ve bilinçten ayrı tutulamaz.
Tekrar emosyon doğal,
duygu ise kültüreldir, diyoruz. Birinde bilinç yoktur, ötekinde bilinç vardır.
Bilinç, insan deneyim, bilgi ve teknik uygulama temeli üzerinde evren, doğa,
insan ve toplum ilişkilerine dayanan varlığın zengin zihinsel, mantıksal,
ruhsal soyutlamalarını içeren insansal etkin bir bütündür. Bu tanıma göre
bilinç insanda ne materyalist ne de metafizik bir ayrıma bağlı tutulabilir;
çünkü bilinç her iki alanı da kapsayacak biçimde vardır.
Bilimsel metinlerde bir
terimin kullanılışı anlama oldukça özenle işlenerek oturtulmaya çalışılır. Günlük dilde ve edebiyatta bu özenli tutuma
pek sık rastlanmaz. Bu nedenle kavram ve
terimlerin içeriklerine ilişkin belirsizlikler her zaman söz konusu olabiliyor.
Emosyon , böyle bir terimdir. Psikolojik ve estetik bir terim olarak bizim
Emosyona yüklediğimiz anlam, ne his, ne
duygudur. Bizim kullandığımız anlamda bu haliyle mevcut terim istenileni
veremiyor. Bizce o, çoğunlukla dış etkiyle meydana gelen bir his ve duygu
öncesi oluşan bir iç dalga olarak “heyecan”a daha çok yakın bir anlam ifade
ediyor. Varlığın olumlu veya olumsuz bir durum etkisiyle kendi içinde duyduğu
belirsiz ve henüz anlamdan yoksun bir dalgalanmayı, tepkiyi
şartlandıran-kararlaştıran- heyecanı ifade ediyor. Bu doğal bir heyecandır,
emosyondur; kültürel bir içeriği yoktur. Kültürel içerikli heyecan (emosyon),
sınıf geçmek için sınava giren veya yarışa katılan birinin sınavı verip
veremeyeceği, katıldığı yarışı kazanıp kazanmayacağı yönünde duyduğu heyecan
tipidir.
Buraya kadar gelmişken
varlığa ilişkin ontolojik kavramlarımıza da burada bir açıklık getirmeyi
gerekli buluyoruz. Biz kullanımda “ilkel” terimi yerine “doğal” terimini tercih
etmeyi daha doğru görüyoruz. Bu bakımdan “Doğal insan” dediğimiz zaman, biz
“Kültür öncesi” insanı kast ediyoruz. Kültür öncesi doğal insan, doğadaki
herhangi bir hayvan türünden biridir. Bir şempanze, bir Bonoboo, bir goril, bir
kunduz gibi farklı bir tür… Ayrıma bu şekilde açıklık getirdiğimize göre bu
bölümde ele aldığımız varlıkta emosyon ve duygu ayrımı da, umarız, açıklık
kazanmış olacaktır.
·
Emosyon,
Latin kökenli bir kelimedir. Herhangi bir dış nesneyi göstermez. Elle
tutulmayan ve gözle görülmeyen ama etkisi şimdiki labaratuar koşulları altında
kısmen gözlenebilen bir içsel durumu açıklamakta kullanılır. Motion kelimesinin
bir isim olduğunu, bunun hemen hemen bütün hint Avrupa dillerinde
kullanıldığını biliyoruz. E+ Motion
teriminin ise türetme ve bileşik bir sözcük olduğu anlaşılmaktadır. Başa
konulan E işaretinin, ENTER (İÇ) olduğuna kuşku kalmıyor. Öyleyse, EMOSYON = İÇ
HAREKET, İçsel devinim, içte meydana gelen bir durumu tanımlama gereksinimini
karşılamak için kullanılmaktadır. Biz buna Türkçe olmayan ama Türkçe diline
yerleşen, edebiyat ve sanat metinlerinde sıkça kullanılan HEYECAN diyoruz.
6 Nisan 2015 Pazartesi
Savaş Ve Şiddet: Sanatçının Rolü*
Andreas Ginestet
Hypantiya’nın ölümü*, Hristiyanlar olanlar değil Paganlar
tarafından gerçekleşir. O dönemin yönetici sınıfı olan ve sosyal kuralları
koyan ayrıcalıklı, bilinç –zeka- (IQ) düzeyleri yüksek, duygusal-empati- (EQ) zekası
düşük düzeyde olanlar toplumu yönetiyorlardı. Hiristiyanların o dönemdeki
varlıkları ve oynadıkları rol, bugünkü İslam’ın kalkışmasına benziyordu. Pagan
sınıfı bir hayli bilinçliydi, fakat bu
yüksek tabaka dayanışma içinde toplumsal birliği sağlayacak ve insanı
kucaklayacak yeterli empatiden yoksundu. Sosyal yaşamın olduğu her yerde böyle
durumlarda elitlerin, imtiyazlı ve
ayrıcalıklı sınıfın güçleri toplumsal birlik yönünde bir kayıtsızlık ve
aymazlık içine girdiğinde, emphatic ezilenler
kendi aralarında empatiyi güçlendirerek şiddet yoluyla yeni ayrıcalıklar ve
sosyal farklılıklar gerçekleştirmek üzere toplumsal hareket başlatırlar.
Biz sanatçılar, toplum kapasitesini oluşturan bilinç düzeyi ile
toplumsal bağı kuvvetlendiren duygusal düzey arasında köprü kurmanın hem
sorumlusu hem de güvencesiyiz. Sanatçılar toplumda bilinç ve duygu yayan
insanlardır. Onlar toplumun yukarıdan aşağıya var olan sınıf ve tabakalarında sürekli
dolaşırlar. Uyum ve her türlü yaratıcılık yeteneğine sahip olan sanatçılar bu
yönleriyle melezdirler. Onlar, sahip oldukları kapasite sayesinde toplumun
altından girip üstten çıkabilirler. Sosyal elitlerce kendilerine sağlanan
imtiyazları kabul etmedikleri sürece sanatçılar bu niteliklerini ve işlevlerini
kaybetmezler. Tersi olması durumunda, bu sanatı, sanatın üstlendiği misyonu ve
onun varlık nedenini yok eder. Sanatçılar toplumdaki dolaşımda farklılıklar arasında aracı
bir köprü olmayı kabul etmediklerinde, bir toplumsal yapı döneminden, onun
ürettiği sorunların çözümsüz kalmasından ve değişmez katı durumlarından sorumlu
olurlar.
Sanatçılar toplumda tek tek bireylerle, tabaka ve sınıflara,
toplumun bütün kolektif bağlamlarıyla duygusal ilişki içindedir. Toplumsal uyum
ve istikrar için politikacılar gerçekte böyle bir toplumsal sorumluluk duymazlar. Onların savaş
istemekten, iki krallığı birbirine düşürmeyi kararlaştırmaktan başka
ilgilendikleri bir toplumsal sorun yoktur.(**) Bunun da anlamı ek olarak
bütçeden eğitim payını, sağlık ve hizmet giderlerini ve hepsinden çok
sanatçıların beslendiği kaynakları kısıtlama ve aşağıya çekmek demektir.
Büyük soykırım ve savaş için bu işleyen önemli bir aygıttır. Bu
nedenledir ki II. Dünya savaşında bile sanatçı siyasetçiden farklı olarak sanatçı
kaldı. Öyle de olsa bu yine de klasik bir paradokstur.
Fakat, bizler, sanatçılar
politikacılara neyi ne kadar ve
ne için vermemiz gerektiğini bilmekten sorumluyuz. Onları biz idare ediyoruz; bize bağlı, bizim altımızdadırlar. Şimdiye kadar bu gerçeği bilmiyorduk, fakat şimdi artık
biliyoruz. Biz sanatçıyı oynamak zorundayız ve Hitleri oynamaya çalışanları durdurmalıyız.
Bu yazı dahil, biz rolümüzü oynamayı sanat yapmakla veya
yapmamakla yerine getiriyoruz. Bir bina içindeki kaldıraç gibi ne kadar
çalışırsak, bir toplumdaki fikirlerin aşağıdan yukarıya çıkarılması gibi,
sosyal yapııa dipten doruğa etkilemek, o kadar daha iyi olur; böylece şiddet ve
ayrımcılıkla boğuşan bir toplum ve kültür yönetimi, bir toplumun bilinç ve duygu düzeyi arasındaki
dengesizliği de bertaraf edebilir.
Sanatçılar toplumda bir asansör gibi işlevsel bir rol oynarsa,
Rousseau’nun düşündüğü gibi, “Toplumsal Sözleşme” hayat kazanır, işler.
Sanatçılardan yoksun bir toplum yok olmaya mahkumdur.
Sanatçının toplumda görevi vardır, insan sorumluluğu,
olanaklar, ayrıcalık ve yükümlülükler, kendisi rolünün farkında olmasa da,
bütün bunlar onu bir toplumsal komplekste düzenleyici, ayar verici bir rol
oynaması yönünde bir fonksiyon ortaya koymasını sağlar. Sanatçılar toplum
içinde, kompleks düzenleyiciler olarak düşünülür.
Komediyenler, dansçılar, anlatıcılar, aktörler sanatçılar
içinde en önemli kesimi temsil ediyorlar. Bunların kitle ve toplumsal
kesimlerle ilişkileri çok genişçe ve yaygındır. Onlar en geniş dinleyici ve izleyicilere
ulaşıyorlar. Sessiz yazarlar, düşünürler, yenilikler üretenler, komediyenlerin
sahnede oynayacakları oyunu yazarlar. Sanatın bu anlamı eleştirmenleri sıkar,
onları açıkça rahatsız eder. Sanat yine de bu yönüyle konuşmaya devam eder.
Toplum içindeki diğer insanlar belirttiğim bu işleri yerine getiremezler. Onlar
doğuştan bir sanatçının niteliklerinden yoksundurlar. Kendi kuşağımdaki
sanatçılara bakarak, yeterince güçlü ve sayıca fazla olmalarına, benim onlar
için yaptıklarım kadar kendilerinin bu anlamda nitelikli rol oynadıklarına pek
itimat etmiyorum. Bu da gelecekte bir savaşın olacağını gösteren temel nedenlerden
biridir. Sanatın içindeki yücelik yoksunluğu gelecekteki savaşın ana sebebidir.
Biz başarmadıkça, bu yapıyı değiştirmedikçe, varlığımızın politik niteliğini anlamadıkça;
yaşama hakkından yoksun olacağız demektir.
Benim belirttiklerim insan türünün yazgısına parmak basıyor.
Seçim ve tercihlerimiz bakımından bu yazılanlar çok yararlıdır: Yaratıcı olmak,
yaşamı savunmak ve varlığımızdan hoşnut
olmak…
İyimser olmak, aptal olmakla aynı değildir: “ Evet, Başarabiliriz”
demek. Bu çok ciddi bir başlangıçtır.
(*) Bu yazı, yazarın WAR AND VİOLENCE adlı çalışmasından alınmış olup yazarımız Ahmed Kaymak tarafından çevrilmiş ve yazıya uygun yan başlık,Sanatçının Rolü, çeviren tarafından atılmıştır.
(*)A Film by Amenabar
(**) Yazarın bu duruma ilişkin gösterdiği örnekler ve karşılaştırmalar, başlık konusuyla pek ilintili olmadığından, original metinde yer alan cümlelerin bir kısmını atladık - ÇN
(**) Yazarın bu duruma ilişkin gösterdiği örnekler ve karşılaştırmalar, başlık konusuyla pek ilintili olmadığından, original metinde yer alan cümlelerin bir kısmını atladık - ÇN
3 Nisan 2015 Cuma
İnsan Üzerine ( IX )
Ahmed Kaymak
İnsan özürlüğü bilmiyorsa,
özgürdür. Özgürlük nedir sorusu bu bağlam içinde ele alınır alınmaz, mutluluk
istemi bu sorunun verilecek yanıtında hevesle kendine bulacağı bir yer arar. Mutluluk
ve özgürlük bu bakımdan birbirinden soyutlanamazlar. Ama ikisinin aynı şeyler
olmadıklarını belirtmek gerekir. Özgürlük, bir hareketi; mutluluk bir durumu
ifade eder. Ne yaparsak yapalım biri daha çok düşünseldir, diğeri az çok
duygusaldır. (Durum ve hareket ileriki bölümlerde ayrıca tanımlanacaklardır.) Bunlar bir bilince dönüşmedikleri sürece,
doğal uyumu aşmak ve huzuru bozan duruma
etki eden faktörlerin baskısını azaltmak olanaksızdır. Mutluluk bir istek
haliyken özgürlük bir eylem ve hareket tarzı olarak açığa çıkar. Birey yeyip
içerek doyar ve sorumsuz yaşar. Onun doğal ve psikolojik dürtülerini kısıtlayan
bir etken olmadığı sürece bu doğal doyumu ve huzuru korumak onun için temel bir
amaçtır. Mutlu olma istemi olmadığı için özgürlük bilinci bu durumda dışarıda
kalır. Doğal bireyin dünyası sınırlıdır; istekleri sınırlıdır; eylem ve
hareketleri de sınırlıdır ve eylemleri sınırlı bir alanda sınırlı amaçlar için
gerçekleşir. Mutluluk ve özgürlükse dinamik taleplerdir ve bu sınırları eylemle
aşar. Birey doğayla olan ilişkilerinde böylece karşı karşıya gelir ve bir tavra
sahip olur, sosyalleşir. Buraya kadar özgürlük ve mutluluk kavramı doğal
bireyin dünyasında bulunmaz; ama kavram sosyal
yaşamın bünyesinde yavaş yavaş filizlenmeye başlar. Tekrar kavram, özne ile
obje arasındaki ilgi ve bu ilginin durumu ifade formudur, o, bir bilgi kültürü,
bir formlar ve ilgiler bütünlüğüdür. Bilinç de burada yeşerir ve kültürel bir
komplekse doğru yayılarak açılır. Mutluluk ve özgürlük bilinci böylece
kültürel, insansal bir olgu olarak bir bütünlüğe ulaşır ulaşmaz bireyden eylem
talep etmeye başlar. Doğal, sosyal ve kültürel bağlamlar artık karşıt birer kutupta değil, bir
bütünlük içinde karmaşık, dinamik, gelişme ve ilerleme diyalektiklerini
çatıştıran çok yönlü hiyararşik bir
toplumsal düzen ve yapıda iç içe geçerler. Mutluluk ve özgürlük bu kompleks
içinde sadece bireysel bir istem ve eylem olarak değil, toplumsal içeriğe ve
yapıya seslenen ve giderek evrensel bir ereği ve çağrıyı temsil eden motivasyonlar
olarak psikolojik ve politik atmosferi güçlendirirler.
İnsanlık tarihinde
doğal uyum sosyal bir yöne evrilip birey
ve toplum ilişkileri kültürel temel üzerinde karşıt bir tavır alışa dönüştükten
sonra, insana ve çevresine ait ne varsa gelişmenin ve ilerlemenin birer itici
öğeleri olarak daha etkin bir biçimde işlev görmeye başladı. Birey ve toplum bu
bağlam içinde etkileşerek ilerleme olanaklarından yararlandılar. Sanat bu arada
toplumun maddi ve tinsel beklentilerinin yanı sıra toplumda ve tek tek insanlarda bir beğeni
kültürünün oluşmasında baş rolü oynadı.Sanatın kaynağı doğa ve toplum,
mimarıysa yaratıcı bireydir, sanatçıdır.Kolektif kuşkuya ilk yanıt
sanatçılardan gelmiştir.İlk somut formlar, alet ve araçlar sanatçıların doğal
saflığa el atmalarıyla biçimlendiler.İnsan böylelikle doğadan kısmen koparken
birdenbire kendini doğal arketiplerinden farklı duygu tipleriyle iç içe buldu.
İnsan duyguları, ileri veya geri olsun, her toplumsal düzeyde, var olan
kültürle belirlenir. Uygarlık masalında trajedinin hep baş aktörü rolündeki
insan doğal değildi artık ve duyguları da doğal olmaktan çoktan kurtulmuştu.
Kültür doğaya karşıt temel bir insan etkinliği olduğuna göre onun ürettiği
duygular da doğaya karşıt nitelikleriyle toplumsal hayatın ruhunda, yani
boylamlarında ve toplumsal eylem sınırlarında, yani enlemlerinde tutarlı bir
karşıtlık içinde beraber var olmalıydılar.
İnsan bugün bile doğal
arketiplerin etkisinden çok bu kültürel temelin bağrından doğan düşüncülerin,
duyguların ve tutkuların bütünlüğü içinde hareket eder; bu bütünlüğe göre
umutlarını ve geleceğe ilişkin düşlerini kurar. Doğal insana ait düşündüğümüz
duygulanımlar; heyecan ve korku, acı ve
haz, açlık gerilimi gibi fiziksel ve biyolojik haller kültürel fenomenler
değildirler. Bunlar aracılığıyla değişen insan ruh durumunun gerilimleri de
psikolojik değildirler.
Önceki bölümlerde
belirttiğimiz gibi kültürden yoksun doğal
insanın bir psikolojisi yoktur. Gerçi kimi psikolojistler ve bağlı
bulundukları ekoller, hayvanın bir psikolojisi olduğunu ileri sürseler de Amed
Ekolü, bu iddiaları ciddiye almamaktadır. Bize göre varlıkta psikoloji tıpkı bilinç gibi kültürel fenomenlerden
biridir ve son çözümlemede bilinç tarafından belirlenmektedir. Bilinci bozan
koşullar elbet çoğunlukla dışsal kültürel etmenlerdir. Sonuçta bozuk bilinç bozuk ruhu
yönetir. Doğal varlıklar biyolojik arketiplere ve reflekslere uygun şartlanmış
olarak her şeyleriyle kültürel varlıktan farklarını sonsuza kadar devam
ettirirler. Doğal insan, herhangi bir doğal varlık gibidir. Onun bir bilinci bir psikolojisi yoktur. Hayvanın psikolojisi olduğunu söylemek, hayvanın bir bilinci olduğunu kabul etmek demektir. Freudian gelenek bu gerçeği özellikle göz ardı etmeye eğilimlidir. Doğal varlıkların, hayvanların bir psikolojisi olduğunu ileri sürenler bu savlarını herhangi bir doğal varlık veya herhangi bir hayvan üzerinde kanıtlayabilmiş değiller. Böyle düşünen psikolojistler bu yöndeki iddialarını daha çok keyfi ve metafizik yargılara dayandırıyorlar. Nevrotik bir hayvana rastladığını kim ileri sürebilir?
Özgürlük de bilincin
bir talebidir. Bu talep mutluluk vaad eder. Bütün insan kaygıları, tutkuları ve
arzuları bunlar tarafından koşullandırılır.
Hayvanlarda ve doğal insanda bunların varlığına rastlayamazsınız.
Doğal “duygular” ile kültürel duygular
birbirlerinden farklıdırlar; hatta karşıttırlar. Bir sonraki bölümde bunları
birbirinden ayıracağız ve aralarındaki
farklar üzerinde duracağız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)