10 Şubat 2015 Salı

İNSAN ÜZERİNE (VII)








 Ahmed Kaymak   

Benim terminolojime göre, Uygarlık; kültürel sürecin hem temelini hem doğrultusunu hem de yapısal gelişmesinin toplamını ifade eder. Bugünkü düzeyine göre geçmiş bir kültürel kompleksin geri veya ileri düzeyde, sınırlı ve karmaşık araçlarla gerçekleşmiş olması bu tanımı etkilemez. Ham taşın işlenerek bir keskin bıçak biçiminde yontulmasının insan ilişkilerinde yol açtığı değişim ve dönüşümle siber çağın önemli buluşlarından biri olan computurün bugünkü ilişkileri dönüştüren ve geleceğin doğrultularını tayin eden işlevleri benzer etki ve derecelerde ilerlemeyi hızlandırmışlardır. Esnek bir öngörünün ifadesi olarak;  bu yüzyılın sonlarında hayata gözlerini açacak kuşakların dönüp günümüze baktıklarında, devrimsel sonuçları olan araç ve ilişkilerimizi ilkel bulmalarında şaşılacak bir yan bulunmaz. Yeni kuşağın hala kullanmakta olduğum yirmi yıl önceki model telefonu ilkel bulmaları ve arada sırada alayla karışık olarak bu ilkelliğe takılmaları, ifade etmeye çalıştığımız gelişme ve ilerlemenin muzip bir ironisidir! Bu anlamda Taş Çağı ve oradan bugüne bütün geçmiş nasıl bir masalsa, yeni kuşaklar için bu kısa aralık öyle bir masaldır hala!

Öyle de olsa giderek bu aralık daralıyor ve bu masalın, yani bu uygarlığın, yani bu kültürel kompleksin hem içeriği hem de kabuğu, hem temeli hem de doğrultusu değişiyor. Günümüzde insanlığın çok yönlü krizlerin sarmalında genel bir ümitsizliğe kapılmasının nedeni de işte bu masalın, bu uygarlığın, bu kültürel kompleksin içerdiklerinin uzun bir yolculuktan sonra bile hala ruhumuzda dalgalar yaratmasından ve kulaklarımızda yankılanmasındandır.

Uygarlık masaldan tarihe dönüşüyor.

Masal hayatı anlamlandırmanın ilhamını ele geçirilmesi imkansız olan imgeler ve olağanüstü güçlerden almanın bir tasarımı olarak özgürlük yerine umudu koymayı yeğlemekle yetinirken, tarih olağanüstü bir gayretle özgürlük bilincinin umuda gerçek bir kılavuz olacağını gösteriyor. Gerçek ve safsatanın tarihsel bağları çözülüyor. Din yerine bilim, masal yerine tarih söz ve itibar sahibi oluyor. Ret ve inkar, teslimiyet ve özgürlük, statüko ve devrim diyalektikleri kültürel kompleksin bünyesinde sürekli bir çatışmanın koşullarını örmeye devam ediyor.

Bu çatışmanın kaynakları ve araçları kültürel kompleksin her dokusunda işlevlerini etkili biçimde yerine getirmeyi sürdürüyorlar. İnsanın biçimlenmiş bir sosyal kompleksin aynı biçime uygun bir bireysel formatı olduğu düşünüldüğünde, bu çatışmada üstünlüğün mutlak tarafının kim olacağını tahmin etmek henüz kolay değil. Kültürel kompleksin esnek diyalektikleri kadar, katı diyalektikleri de bu çatışmada eşit derecelerde sınırlayıcıdır. Esnek bağlar ilerleme olanağı sağlarken, katı ilişkiler değişime karşı tersinden bir dirençle karşılık veriyor. Bu koşullar içinde Kültürel bir varlık haline gelir gelmez, insanın çatışması, tarih boyunca hep kendisiyle olmuştur: Cain ve Abel, Kabil ve Habil (*).  

Kabil,  Habil’in kafasını taşla ezerek öldürmüştür: Masal incelendiğinde, onların yaşadığı dönemin kültürel kompleksi oldukça gelişmiş görünüyor. Tarım; bağ bahçe var, evcilleştirilmiş hayvanlar var ve bir Tanrıları var. Artık doğal değil, bin yılları aşan doğadan kopuş sürecindeki Kültürel bir yapı ve bu yapının ürettiği bireysel korkular, tutkular; giderek perçinleşen bir iktidar şekillenişi söz konusu. Bu toplumda ve burada Tanrı iktidarı temsil ederken, aktörlerin tutkularını dürten acımasız ilişkilerin psikolojik ve politik bağlamları da şiddetli bir çatışmanın zeminlerini olgunlaştırıyor. Çatışmanın bir etiği ve hukuku da böylece oluşmuş oluyor. Cain psikolojik ve politik tutkuları uğruna bu etik ve hukuk karşısında masalın müebbet kötü bir imajına, iflah olmaz bir Cani'sine, ebedi bir hükmün simgesine dönüşüyor. Masalda Cain ve Abel kardeş olarak tasarlanmış olsalar bile, bunun anlamı, aynı ana ve baba çocukları olduğunu değil, “kardeş” sıfatıyla ayrı iki insanın tasvir edildiğidir: İnsan artık doğal niteliğini ve özünü kaybetmiş, tutkuları uğruna elini kana bulayan kültürel bir fenomendir. Tarihçiler hala bu masalın temsil ettiği çelişkilerin etrafında dönerek uygarlık sürecinin acımasız yükselişinin öyküsünü kurgulamaya çalışıyorlar. Psikoloji cephesi, insanın doğal bir fenomenden kültürel bir fenomene dönüştükten sonra edindiği tutkuların o günden bu yana değişmediği yönünde hemfikirdir. Siyaset bilimi olan bitende herhangi bir mantıksızlık aramanın yersizliğine işaret edip duruyor. Bu duruma, bu kayıtsız gibi görünen yargılara bilimin içinden değil, karşıt kutuplardaki felsefeler içinden itirazlar yükseliyor hep!

“ Bir yerde bir yanlışlık var olmalıdır…”
“ İnsan doğası gereği kötüdür…”
“İnsan doğası kötü değildir; kötü olan insanın kültürel doğasıdır…”
“İnsan kötü olarak doğmaz; kötülük üreten onun koşullarıdır…”
“ İnsan ne kötü ne de iyidir; çünkü hayvan ne iyi ne de kötü olabilir…”
Karmaşık doğal yapısına ve aralıksız işleyen kültürel tasarımına rağmen, insan kusurlu bir fenomendir.
Ben felsefenin bu fenomenin değişik çehrelerinin anlaşılabilmesi için derinden iz sürmesinin büyük bir entelektüel ufka olan ihtiyacı giderebileceğinden ümitliyim. Bu planda felsefenin iz sürdüğü alanda insanı karmaşık bir fenomen olarak tartışma konusu yapan değişik ruhsal, sosyal ve politik niteliklerinin beslendiği zeminleri sorgulamaya girişmek, vardığımız noktada başlangıç için önemli bir adım olacaktır.  

(*) Cain ve Abel öyküsü çalışmamız açısından önemli verilerden biridir. Sonraki bölümlerde bu öykünün gelişmesinde rol oynayan etkenler ve aktörlerin tutumları konusunda kısa değerlendirmelere yer verilecektir. Öyküde konum ve eylemleri betimlenen Cain ve Abel ile ilgili geleneksel yaklaşımlara karşıt bir analiz bulacaksınız…
 

Hiç yorum yok: