28 Şubat 2015 Cumartesi

İNSAN ÜZERİNE ( VIII )







  Ahmed Kaymak   
İnsanı hayvandan farklı kılan, onun biyolojik yapısı ve sosyal yeteneği değil; onun kültürel niteliği ve maddi ilişkiler içindeki pratik etkinliğidir. Birey doğar doğmaz kendini bu kültürel ortamın koruduğu maddi ilişkilerin bir eklentisi olarak görür. O artık önceden belirlenmiş toplumsal kurallar ve benimsenmiş geleneksel değerlerin bir mirasçısıdır. Hayvan yeteneklidir; ama onun bu nitelikleri ve sürü koşulları içinde önceden hazırlanmış böyle bir olanağı yoktur. Öyle de olsa insan da tıpkı bir hayvan yavrusu gibi doğup içine düştüğü önceden hazırlanmış sosyal ve kültürel ortama yabancıdır: İnsan değildir; kendine ait bir dili, o ortama uygun bir alışkanlığı,  bir davranışı bile yoktur. Anne baba ve toplum açıktan kabul etmeseler de onu evcilleştirmek için seferber olurlar. Modern toplumlarda bireye olan temel ilgi, onun evcilleştirilmesi üzerine kurgulanmıştır. Böylesi toplumlarda bireye ait doğal ve kültürel özel güç ve yetenekleri sınama iradesi kurulu düzene aittir;  bunların geliştirilmesine veya sınırlandırılmasına o toplum düzeni karar verir. Sınırsız güç ve yetkiyle donanmış modern toplumsal düzenler, kucağa yeni alınan bir bebek-insan için daha başlangıçta tehlikeli bir girdaptır: Bu renksiz ve hareketsiz görünen girdap onu yaşamı boyunca evire çevire kendi derinliğine çekip yutar.
Doğal toplumlarda genel durum tam böyle olmasa da bireyin psikolojik boylamları ve sosyal enlemleri  benzer kurulu bir kapan tarafından şekillenmeye bırakılır. Böyle toplumlarda birey ailenin ekonomik,  kabileninse gelecekteki siyasi gücüdür. Aslında bir araçtır, günün birinde aile ve kabile için işe yarayacak ekonomik ve politik bir eşya. Çırıl çıplak doğar ve bir süre sonra çırıl çıplak çevreye bırakılır. İşe yaraması için onun da çetin sınavlardan geçmesi gereklidir. Bütün bunlar katı bir disiplin altında sinsi bir hoşgörü gözetiminde gerçekleşir. Bu sevimli senaryo onun bireyselliğini iğdiş eder ve kabile ile özdeş bir figüre dönüştürür. Ekonomik ve politik yetenekler desteklenip ödüllendirilirken bireysel istek ve tutkular kabile düzeninin kalıplarına uymaya zorlanır. İstek ve tutku doğal dürtüler değil, kültürel ve sosyal belirlenimlerin birer ürünleri olarak bireyin kişilik ve kimlik bağlamları içinde psikolojik boylamlarca kararlaştırılan “fantezilerdir”.
Modern toplumlarda görünürde birey bölünemez bir kişilik biçiminde açıklanırken, onun özünü kuşatan bireysel kişiliği ve toplumsal kimliğinin kendisine yabancı faktörlerce belirlendiği gizlenmeye çalışılır. Bölünmüş bir birliğin öznesidir o. Yaşamında istek ve tutkuları toplumu değil yalnızca kendisini ilgilendiriyormuş gibi tezahür eder. Birey olmak için diğer bireyleri itip geride bırakması gerekir. Doğal toplumların bireyi nasıl ekonomik ve siyasi bir güçse, kapitalist toplumlardaki birey öyle  teknik ve ticari bir metadır. Pazarda bir yeri, bir konumu ve bir kalitesi yoksa, kapitalist toplum bireyinin herhangi bir değeri de yoktur. O çetin rekabetin hem öznesi hem de nesnesidir; tutku yüklü ve toplumdışıdır.
Doğal topluluklarda bireysel tutkunun bu türüne pek rastlanmaz. Tutkunun doğası ağır gelişmeye eğilimlidir. Bireysel rekabet koşulları bu tarz topluluklarda olmadığı için birey bütün bir fenomen olarak hareket eder; kişiliği ve ilişkileri bütünün bir parçası olarak şekillenir. Mutluluğu bilmediği için mutsuz değildir. Bu topluluklar içinde doğan bireyin özel potansiyel yetenekleri özel tutkularından daha fazla bir değere sahiptir ve bunlar genellikle toplum (kabile) tarafından kararlaştırılırlar. Doğar doğmaz var olanın yasaları onu kucaklar ve var olanla bütünleştirir. Yaşamı boyunca o artık var olanın içinde edindiği yer ve konumda üstlendiği rolü oynamakla yükümlüdür. Tutkuları gibi kendisi de toplumsaldır. O’nun toplumsal niteliğinin koşulu var olanı kararlıca korumak ve yaşatmaktır.
Pavlov’un köpekleri modern bireyi tanımlamak için nasıl uygun bir örnekse, Jack London’un küçük kurt’u (Little Cub) doğal toplum bireyini tanımlamak için öyle uygun bir örnek olarak gösterilebilir. Birincilerin doğasına yapılan müdahale ile bütün biyolojik ve ruhsal dünyaları koşullanan hayvanlar, kendi varlık koşulları için gerekli olanın dışında başka bir şeye tepki vermezlerdi. Öte yandan J. London’ın  Little Cub’ü  dış dünyaya karşı oldukça dikkatli ve duyarlıydı. Doğasına yapılmak istenen müdahalelere karşı olağan üstü bir güçle direniyordu. Dayanılmaz eziyet ve işkencelere rağmen var olan doğasını korumak için köpekleşmeyi kabul etmedi. Katışıksız doğal dürtü ve tutkusu onun insanların sınırlandırmaya çalıştığı özgürlük inadında ısrar etmesi için yeterliydi.
William Reich'in köpeği ise hemen hemen kısıtlanmamış, tehdit edilmemiş, horlanmamış ve dışlanmamış konumuyla kendine olan öz güveni koruyan iki türden farklı üçüncü bir figürü temsil ediyor. Franse De Wall'un maymunları; Şempanzeler, Makakalar ve Bonobonlar sosyal davranışları ve karakteristik eğilimleri bakımından insanın sosyal davranışları ve karakteristik kültürel eğilimleriyle bir çok yönden benzeşen ilişkilerin varlığını doğruluyor.De Wall'ın gözlemleri bize modern insanın parçalanmış bir varlık olduğunu söylemeyi mümkün kılıyor: Bu parçalanış tek boyutlu değil, üç boyutludur: Doğal, sosyal ve kültürel parçalanış... Pavlov, Jack London ve William Reich üzerinden vermeye çalıştığımız örnekler ayrıca modern insan kişiliğine indirgendiğinde sözü edilen parçalanışın benzer görünümlerle ilişkilere sızdığı, bunun istek ve tutkulara yön verdiği rahatlıkla ileri sürülebilir.

10 Şubat 2015 Salı

İNSAN ÜZERİNE (VII)








 Ahmed Kaymak   

Benim terminolojime göre, Uygarlık; kültürel sürecin hem temelini hem doğrultusunu hem de yapısal gelişmesinin toplamını ifade eder. Bugünkü düzeyine göre geçmiş bir kültürel kompleksin geri veya ileri düzeyde, sınırlı ve karmaşık araçlarla gerçekleşmiş olması bu tanımı etkilemez. Ham taşın işlenerek bir keskin bıçak biçiminde yontulmasının insan ilişkilerinde yol açtığı değişim ve dönüşümle siber çağın önemli buluşlarından biri olan computurün bugünkü ilişkileri dönüştüren ve geleceğin doğrultularını tayin eden işlevleri benzer etki ve derecelerde ilerlemeyi hızlandırmışlardır. Esnek bir öngörünün ifadesi olarak;  bu yüzyılın sonlarında hayata gözlerini açacak kuşakların dönüp günümüze baktıklarında, devrimsel sonuçları olan araç ve ilişkilerimizi ilkel bulmalarında şaşılacak bir yan bulunmaz. Yeni kuşağın hala kullanmakta olduğum yirmi yıl önceki model telefonu ilkel bulmaları ve arada sırada alayla karışık olarak bu ilkelliğe takılmaları, ifade etmeye çalıştığımız gelişme ve ilerlemenin muzip bir ironisidir! Bu anlamda Taş Çağı ve oradan bugüne bütün geçmiş nasıl bir masalsa, yeni kuşaklar için bu kısa aralık öyle bir masaldır hala!

Öyle de olsa giderek bu aralık daralıyor ve bu masalın, yani bu uygarlığın, yani bu kültürel kompleksin hem içeriği hem de kabuğu, hem temeli hem de doğrultusu değişiyor. Günümüzde insanlığın çok yönlü krizlerin sarmalında genel bir ümitsizliğe kapılmasının nedeni de işte bu masalın, bu uygarlığın, bu kültürel kompleksin içerdiklerinin uzun bir yolculuktan sonra bile hala ruhumuzda dalgalar yaratmasından ve kulaklarımızda yankılanmasındandır.

Uygarlık masaldan tarihe dönüşüyor.

Masal hayatı anlamlandırmanın ilhamını ele geçirilmesi imkansız olan imgeler ve olağanüstü güçlerden almanın bir tasarımı olarak özgürlük yerine umudu koymayı yeğlemekle yetinirken, tarih olağanüstü bir gayretle özgürlük bilincinin umuda gerçek bir kılavuz olacağını gösteriyor. Gerçek ve safsatanın tarihsel bağları çözülüyor. Din yerine bilim, masal yerine tarih söz ve itibar sahibi oluyor. Ret ve inkar, teslimiyet ve özgürlük, statüko ve devrim diyalektikleri kültürel kompleksin bünyesinde sürekli bir çatışmanın koşullarını örmeye devam ediyor.

Bu çatışmanın kaynakları ve araçları kültürel kompleksin her dokusunda işlevlerini etkili biçimde yerine getirmeyi sürdürüyorlar. İnsanın biçimlenmiş bir sosyal kompleksin aynı biçime uygun bir bireysel formatı olduğu düşünüldüğünde, bu çatışmada üstünlüğün mutlak tarafının kim olacağını tahmin etmek henüz kolay değil. Kültürel kompleksin esnek diyalektikleri kadar, katı diyalektikleri de bu çatışmada eşit derecelerde sınırlayıcıdır. Esnek bağlar ilerleme olanağı sağlarken, katı ilişkiler değişime karşı tersinden bir dirençle karşılık veriyor. Bu koşullar içinde Kültürel bir varlık haline gelir gelmez, insanın çatışması, tarih boyunca hep kendisiyle olmuştur: Cain ve Abel, Kabil ve Habil (*).  

Kabil,  Habil’in kafasını taşla ezerek öldürmüştür: Masal incelendiğinde, onların yaşadığı dönemin kültürel kompleksi oldukça gelişmiş görünüyor. Tarım; bağ bahçe var, evcilleştirilmiş hayvanlar var ve bir Tanrıları var. Artık doğal değil, bin yılları aşan doğadan kopuş sürecindeki Kültürel bir yapı ve bu yapının ürettiği bireysel korkular, tutkular; giderek perçinleşen bir iktidar şekillenişi söz konusu. Bu toplumda ve burada Tanrı iktidarı temsil ederken, aktörlerin tutkularını dürten acımasız ilişkilerin psikolojik ve politik bağlamları da şiddetli bir çatışmanın zeminlerini olgunlaştırıyor. Çatışmanın bir etiği ve hukuku da böylece oluşmuş oluyor. Cain psikolojik ve politik tutkuları uğruna bu etik ve hukuk karşısında masalın müebbet kötü bir imajına, iflah olmaz bir Cani'sine, ebedi bir hükmün simgesine dönüşüyor. Masalda Cain ve Abel kardeş olarak tasarlanmış olsalar bile, bunun anlamı, aynı ana ve baba çocukları olduğunu değil, “kardeş” sıfatıyla ayrı iki insanın tasvir edildiğidir: İnsan artık doğal niteliğini ve özünü kaybetmiş, tutkuları uğruna elini kana bulayan kültürel bir fenomendir. Tarihçiler hala bu masalın temsil ettiği çelişkilerin etrafında dönerek uygarlık sürecinin acımasız yükselişinin öyküsünü kurgulamaya çalışıyorlar. Psikoloji cephesi, insanın doğal bir fenomenden kültürel bir fenomene dönüştükten sonra edindiği tutkuların o günden bu yana değişmediği yönünde hemfikirdir. Siyaset bilimi olan bitende herhangi bir mantıksızlık aramanın yersizliğine işaret edip duruyor. Bu duruma, bu kayıtsız gibi görünen yargılara bilimin içinden değil, karşıt kutuplardaki felsefeler içinden itirazlar yükseliyor hep!

“ Bir yerde bir yanlışlık var olmalıdır…”
“ İnsan doğası gereği kötüdür…”
“İnsan doğası kötü değildir; kötü olan insanın kültürel doğasıdır…”
“İnsan kötü olarak doğmaz; kötülük üreten onun koşullarıdır…”
“ İnsan ne kötü ne de iyidir; çünkü hayvan ne iyi ne de kötü olabilir…”
Karmaşık doğal yapısına ve aralıksız işleyen kültürel tasarımına rağmen, insan kusurlu bir fenomendir.
Ben felsefenin bu fenomenin değişik çehrelerinin anlaşılabilmesi için derinden iz sürmesinin büyük bir entelektüel ufka olan ihtiyacı giderebileceğinden ümitliyim. Bu planda felsefenin iz sürdüğü alanda insanı karmaşık bir fenomen olarak tartışma konusu yapan değişik ruhsal, sosyal ve politik niteliklerinin beslendiği zeminleri sorgulamaya girişmek, vardığımız noktada başlangıç için önemli bir adım olacaktır.  

(*) Cain ve Abel öyküsü çalışmamız açısından önemli verilerden biridir. Sonraki bölümlerde bu öykünün gelişmesinde rol oynayan etkenler ve aktörlerin tutumları konusunda kısa değerlendirmelere yer verilecektir. Öyküde konum ve eylemleri betimlenen Cain ve Abel ile ilgili geleneksel yaklaşımlara karşıt bir analiz bulacaksınız…
 

4 Şubat 2015 Çarşamba

YÖNETİM KOMPLEKSİ (*) / Ahmed Kaymak Çevirisiyle...

 




Andrés Ginestet 


Henüz insan yok; insan türü değiliz. İnsan, Complextiy1’de (**) açıkladığımız aşamadadır hala.  Complexity1’de tanımladığımız gibi sürecin bu bağlamında insan türü, insanlaşmanın karmaşık arayışları içinde. Şimdi hepimiz birlikte bu Complextiy1’in  insan tasarımına karşıt gelişmiş doğal tasarımın birimleriyiz.  Tıpkı biyolojik örgünün tek tek birimleri olarak gelişen bir bakteri gibi kendi içine kapalı, sınırlı ve ayrı tasarlanan bir yığından ibaretiz. İnsan türü, yüksek bir aşamada olmayı gerektiren kritik dengeye, bunun için gerekli bilinç ve duyarlılık-farkındalık düzeyine hala ulaşmış değil. Halihazırda bizler tıpkı büyükbaş canılar gibi bir et yığınıyız; bir yandan yaşamın kompleks yapılarına katlanırken, öte yandan aradaki farkı anlamanın tam da başlangıç noktasında bulunuyoruz. İnsanı bu noktada özgürleştirmeye, kurtarmaya başlıyoruz. Buradan yaşam bağlamının içindeki birimlerin bir olgusu olduğumuzu  ve  aynı bağlamın(comlexity)  bir ürünü olarak bunun anlamını kavrayan yetkinliği anlamaya başlıyoruz.

İnsan olacağız…
Biz insan olmaya yeni başlıyoruz.  

Parlak sözlerle yazılı bütün bu  insan niteliklerinin ve haklarının dayandırıldığı özellikler sahte ve boş bir gururu yansıtmaktan ibarettir. İnsan olmakla gurur duymak bile değildir bu. Sözdedir bu boş gurur, insanlık sözdedir..

Gururumuz, hala sözde bir kendini beğenmişlikten başka bir şey değil.

- Gelecekteki herhangi bir insan tasarımı yönetim kompleksini kapsar.

- Doğal tasarım, insanın değil, doğal kompleksin içerdiği kurallarla insanları yönetir.

- Buna göre biz hala insan olmadığımızdan büyükbaş hayvanlar gibi boğazlanıyoruz. İnsanın insanı olmak isteyenleriz.

 
Bu saptamalar çok sert gelebilir. Fakat yüzleşip katlandığımız acı karşılaştırıldığında, olan budur. Var olan maddi ve tinsel ilişkiler bağlamı(=complexity)’nı  yaraşır uygun bir yönetim bağlamına dönüştürdüğümüz gün insanlaşacağız ve insan için yıkım ve felaket yaratan  süreç ve ilişkileri durdurabileceğiz. Yönetim bağlamının hassas sınırlarına ulaşma ihtiyacını anladığımızı anlar anlamaz, bu öngörüler gerçekleşebilecektir.

Bunu mevcut politik anlayış ile yapmak imkanları çok fazla yoktur. Bu, sözü edilen kompleks anlaşılıp bu yönde uğraş verildiğinde;  zaman, mekan ve sıcak sözcüklerinde olduğu gibi insanlar yaşayan büyükbaş hayvanlardan farklı İnsanlar gibi yaşayabileceklerdir.
Halen keskin bir bıçağa doğru ve total bir felakete koşuyoruz. Bu durumu, sorumluluklarından başka doğal kapasiteleri, çıkar ve ayrıcalıkları önemsemeyen ortalama eğitim almış vatandaşlardan çok, politikacılara borçluyuz.(***) Politikacıları ve ilişkilerini bugünkü kompleks içinde izlemek güçtür.

Böylece hep şeffaflık ve açık denetim engeliyle karşılaşıyoruz. Bundan dolayı uygulamayı öngördüğümüz söz konusu gelecekteki yönetim bağlamı (complexity)’na ilişkin programımız politikacılara dayanmış olmayacak.

Dünya çapında yapılandıracağımız organizasyon, WWGCO (****); yönetim kompleksini global sahada yürütmek için erişkin 18 ve 25 yaş arası genç erkek ve kadınların eğitimlerini gerçekleştirmekten sorumlu bir buçuk, 1.5, milyon eğitimciyi kapsayacaktır.

Bu çalışma programının işleyişi tıpkı kamusal sivil görev ve askeri hizmetlerde olduğu gibi uygulamada süreklilik kazanacaktır. Çalışmalar bir görev, bir yetki, bir hak veya isteğe göre planladığında her hangi bir ayrım yapmaz. Bu amaçla dünya genelinde bu programın hemen hayata geçmesi için herhangi bir yol veya usul ayrımı da yapmaz.

 

(*) Bu bölüm Andreas Ginestet’in “ Violance And War/ Savaş ve Şiddet” başlıklı çalışmasından alınmıştır. Yazarın “Complexity” adı altında kavramlaştırdığı ilişkili diğer kategoriler bundan sonra yayınlayacağımız diğer bölümlerle daha iyi anlaşılacaklardır. Burada benim Complexity ile ilgili yazara katkım kavramdan anladığım ölçüdedir. Kısaca Complexity; kapsamı geniş bir yapı veya düzeni oluşturan uygulamalar ve bileşenlerin anlaşılması, kanıtlanması ve doğrulanması için var olan bileşenler arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşimleri, bu bileşenler arasındaki işbirliği biçim ve oranların ulaştığı farklı düzeylerin  tespit edilmesi önündeki güçlükleri içerir. Örneğin, elimiz bize bağlı ve onu düzenli olarak kullanırız. Bir organik bütün olarak algıladığımız elin nöronal ve fiziksel işleyişini sağlayan diğer hayati dokular arasındaki ilişki ve işbirliğini anlamak, elimizin fiziksel fonksyonunu  anladığımız kadar kolay değildir.Bunu anlamak için ihtiyaç duyulan başka araçlara başvururuz.  

(**) Yazar burada birinci durumu katı yapı- Rigid Structure, olarak niteliyor.İkinci duruma döngüsel yapı-Cyclic Structure,  terimini uygun görmekte.   

 (***) A. Ginestet’in ele aldığı konularla ilgili açıklamaları uzun detaylara dayanmıyor. Bir metin boyutunda olabilecek bir açıklamayı bir iki cümlede yoğunlaştırıp kısaca somutlamayı daha uygun gördüğü anlaşılıyor.Bu yüzden metnin çevirisi oldukça zor ve oldukça sorumluluk isteyen bir çalışma.

(****) WWGCO programına SOBAD olarak başvuru yapıp bu programda özellikle Kurdistan sahasında uygulamanın sorumluluğunu üstleneceğimizi yazılı olarak bildirmiş durumdayız.

1 Şubat 2015 Pazar

Üç Din, Üç Kadın, Bir Özgürlük






Ahmed Kaymak 
Bettany Hughes, bir tarihçi olmanın ötesinde konusuyla ilgili aktüel olguları da araştırma verileri içinde ele almasıyla bütünlüklü ve kapsayıcı hipotezlerin oluşma zeminini hazırlayan önemli bir bilim kadınıdır. Onun çalışmalarını yakından izleyenler, araştırmalarında sıkıcı olabilecek pek fazla bir şey bulamazlar. Tarihin şu anda hala insanlığı ilgilendiren hangi konusunu ele alırsa alsın, insanın varlık kaynağı olan kadın figürünü ve kadında somutlaşan sexsuel cazibeyi çalışma çerçevesinin içindeki tabloya belirgin tonlarda yaydığını, sanattan anlayan anlamayan herkes ilk bakışta fark eder. O, var olan çalışmalarında dar görüş oluşturabilecek ideolojik ve politik argumanları öne çıkartacak kanıtlar gösterme peşinde değil. Bu durum özellikle geri kalmış ülkelerin feministleri tarafından pek haz edilmese de onlara, kendilerini gözden geçirmeleri için birçok açıdan ışık tutabilecek verilerin değerini azaltmıyor.


Halbuki yaşadığımız bu çağda ve zamanlarda; bugünün dinsel ve ideolojik imaj ve figürlerin kaynaklarına ilişkin çalışmaları içeren tarihsel verilere en çok apolotize edilmiş agresif feministlerin, manastır kölelerinin, sinagog hizmetçilerinin ve birer seks aleti olmaktan öteye hiçbir değerleri olmayan, kara gölgeler gibi efendilerinin arkasında koşuşturmayı edep ve marifet sayan ruhsuz kadınlarımızın ihtiyacı var.


Apolitik feministlere göre egemen olan her şey erkektir.  Bu bakış açısı devrimci bir eğilimin doğasının ürünü olarak değil, çatışmanın her türünü her şeyde açık ve gizli harekete geçiren kapitalist toplum doğasının bir ürünüdür. Tanrıdan ve kapitalist sistemden önce erkeği öldürmeyi tasarlayan bu bakış açısı kendi içinde gizli bir dindarlığı benimsediğini fark etmez bile. Cinsiyeti olmayan bir sistemin ve cinsiyetsiz iktidarın kırbaçlı erkek hayaleti odalarının içine dek sızarak onları tehdit altında tutmaya muktedir olabiliyor. Bilinç altına çektikleri bütün korkuları, istek ve tutkuları bu hayaletin homurtuları altında birer sayıklamaya dönüşüyor. Bu hayalet erkektir! Bu hayalet bilgi ağacının meyvesini kollayan bekçidir! Feminist dine göre bu ruhsuz hayaletin iktidarı değil, varlığı sorundur. Feministler iktidarı hiç olmamış bu iktidarsız erkeği, idealize ettikleri daha güçlü bir iktidar için kurban edilmesi gereken bir varlık olarak görürler: Bilgi Ağacı kaçamağı ve Yılanla(idealize edilmiş iktidarla) buluşup kur yapma fırsatı böyle elde edilir…


Sorun şu ki, feminist ideoloji de zamanla kendi gerçekliğinden koparak ideolojik ve politik bir yenilgi yaşadığının nedenlerini sorgulamalıdır. Feminizmin masumiyeti böylece ortaya çıkar ve onun politikleşmesi önündeki engeller daha kolay aşılır. Yoksa feminizm de tarihsel bir sosyal olgu olarak, kendi dışında kendisi için şekillendirmeye çalıştığı dogmatizmin pençesinden kurtulamaz.  


Öte yandan din ve dogmatik ideoloji işbirliği sonucunda hayatları ve ruhları tüketilen ve hayatın anlamını kendi varlığının merkezinin dışında arayan kadınlar için de böyle bir çaba büyük etkilere yol açacaktır. Kadın geçmişine bakmalı, gücünün kaynağının farkına varmalıdır. Eski dinlerden ve felsefi dogmalardan kurtularak insanlığı kölece bir boyun eğişe iten her şeye topluca müdahale edebilecek gücün kadında merkezileştiğini, tarihe kısa bir göz atmalarıyla görmeleri mümkündür.


Feminizmin süreç içinde yozlaşan felsefesi etrafında topaç gibi dönen şaşkın kadınların daha çok işbirliğine yatkın oldukları efemine yoldaşlarıyla gerçekleştirmeyi hayal ettikleri devrim bugün nasıl bir karşı devrim argumanına dönüşmüşse, kendi hayatlarını dinsel uydurmalara adayan ve erkekten kurtuluşun gerçek hayatın ötesinde olduğunu varsayan zayıf kapasiteleriyle  toplumsal yaşamı terbiye edeceğine inanan kadınların hayal ettikleri dünya iki tarafa da kölelikten başka bir gelecek vaad etmiyor.


Tanrısal gücü ve etkisi böylece iğdiş edilen kadın, oynayabileceği tarihsel devrimci rolüne ve kendi varlığına yabancılaştırılmış bir yazgıya bağlanmış görünüyor. Ailenin, toplumun ve sosyal düzenin kurucu temeli olan kadın bu yazgıya başkaldırmadığı sürece, insanlık için özgür bir gelecek hayal olacaktır.


İnsanlık bir bütündür.


İnsanlık ezildikçe, en çok kadınlar ezilecektir. Değişimin ve devrimin dinamosu, onlardır. Bu dinamo geri sardığında kadınlar için felaket, ileri sardığında bir bütün olarak insanlık kazanacaktır.


Tanrısal güç her zaman kadında olmuştur. Tarih bunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Geçmişte Tanrısal-kurumsal bir gücü,rolü ve saygınlığı olduğu için var olan bütün dinlerin kaynağındaki biricik öge ve imaj kadındır: Asterta, İştar, İnana, İlah, Afrodite, Kibele…


Judaizmin, Hristiyanlığın ve İslam dininin kurucu aktörleri de hep kadınlar olmuştur: Gomer, Magdelalı Meryem ve Hz Ayşe..


Bugün bu üç dini kapsayan öğretiler ve üç kitap; Torah, İncil ve Kur’an bu üç kadının esreleridir.


Çarpık ve geri birer bilgiye dönüşüp bugünkü hayatta geçerlilikleri kalmayan dinsel öğretilerden ve bugün özgürlüğe doğru adım adım ilerleyen hayatı dogmatik ideolojik ve politik iddialardan da kurtaracak olan başta kadınlardır. Bilimsel düşünmenin ve gerçek özgürlüğün yeni temellerini de onlar atacaktır.