26 Ocak 2015 Pazartesi

İnsan Üzerine ( VI )






 Ahmed Kaymak    
Önceki bölümde konunun temel unsuru olarak ele alınan insanı şekillendiren temel maddi faktörlerin başında kültürel kompleksin geldiği vurgulanmıştı. Kuşkusuz bu kompleksi oluşturan daha belirleyici iticilerden biri de, diğer canlılarda olduğu gibi biyolojik bir varlık olarak insanın yaşamak için ihtiyaç duyduğu besini sağlama zorunluluğudur. Her canlı, her organik mikro birim bu biyolojik zorunluluğa bağımlıdır. Öte yandan bu gerçek tek başına canlı varlığın doğada ayakta kalması ve yaşamı devam ettirmesi için yeterli değildir. Canlıların içinde yaşadığı ortamı kuşatan ve etkileyen fiziksel koşullar ve faktörler de yaşamın devam ettirilmesinde belirleyici rol oynarlar. Biyolojik ve fizyolojik faktörler bir canlının yaşamı ve türünün devamı için baş edilmesi gereken temel zorunluluklardır. Bu koşullar altında ve bu etkileyici fiziklerle karşı karşıya olan bir bakteri bunlarla baş edecek bir yetenek kazanmamışsa, yaşama şansı yoktur. Birçok gelişmiş canlı türü ve soyu evrim yoluyla değil, bu yeteneği geliştirmemiş olması nedeniyle tükenmiştir. Bugün doğada her an var olup kendileri için uygun yaşam ortamları bulamayan sayısız organik canlının şaşırtıcı bir hızla her an tükendiğini varsaymak; ayrıca var olan gelişmiş türlerin soylarının endişe verici oranda tükenme riskiyle karşı karşıya olduğunu görmek zor değildir. Yaşam alanları ve fiziksel koşullar değiştikçe canlının yeni koşullara uyum sağlamasına ve yaşamaya devam etmesine karar veren uzun bir evrim tarihine ve bu yöndeki çetin mücadeleye ihtiyaç vardır. Bu evrim tarihi kimilerini sonsuza dek gömerken, bu çetin mücadele de kimilerine sıra dışı bir üstünlük sağlar.

Biyolojik doğanın ve evrim tarihinin  bu iki temel katalizörü insanı mücadelede kullanabileceği sınırlı araçlara başvurmaya ve sınırlı olanakları kullanmaya zorlamıştır (homoekonomikus). İnsanın bu eğiliminin bir yeteneğe dönüşmesi ve giderek çeşitli tekniklerle perçinleşmiş olması, insana diğer hayvanlardan farklı bir nitelik kazandırdı: Onun organik ve biyolojik doğasına karşıt, doğal olmayan, Kültürel bir nitelik eklendi.

Bu çerçeve içinde doğal olmayan bu aktivitenin insanın doğal özelliklerini nasıl etkilediğine ve sonradan ona yine doğal olamayan ne tür başka devrimci nitelikler kazandırdığına ilişkin tartışmayı sürdürebilmek için bu kültürel kompleksin tarihini az çok somutlaştırmak önemlidir. Kültürel kompleksten önce insan bilinçli bir varlık değildir. Eldeki bulguların değerlendirilmesinden çıkan bugünkü bilimsel sonuçlara dayanarak söylersek Homoaffarensis evrim tarihinin bilinç oluşturan ilk insan türüdür. Kültürel süreç onunla başlıyor; doğaya, çevreye, ortamı ve koşulları paylaştığı kendinden üstün yırtıcılara karşı doğadan kopardığı araçlarla meydan okuyan ilk tür odur: Sopa, Taş ve ateş!

Sopanın itici gücü, taşın sertliği, ateşin yakıcı ve rahatlatıcı işlevleri insanın doğayla olan ilişkisinde o güne kadar olmayan yeni maddi, dar ve sınırlı sosyal ilişkiler örgüsüne yol açtı. İnsanda bu ilişkilerin bilinci (felsefe) yeşerdi. Bu işlevlere bağlı olarak oluşan bilinç insanı başı boş bir halden düzenli ve kalıcı sosyal gruplar oluşturmaya yöneltti: Kültürel alt yapının gelişip güçlenmesi için sosyal grubun fiziksel birliği taşın, sopanın ve ateşin fiziksel işlevleri kadar önemli (politik) bir ilerleme halkasıydı. Doğal duyu, sezgi ve yetenek aşılarak ilişkilere nüfuz eden kalıcı (psikolojik) duygu formları bireysel ve sosyal yaşama yayıldı. Bu sosyal ağın kültürel kutbunda kalıcı sevgi boylamı, geçici doğal cinsel çekime egemen oldu (homospritualitus). Bireysel ve sosyal aidiyet duygusu kapsam alanı ve ana hatları kalın çizgilerle belirlenmiş sorumluluk (etik) gibi bir ilke ile pekişti.

Kültürel kompleksin içini dolduran, onun gelişme ve genişleme sürecini hızlandıran  koşulların öznesi her şeye rağmen insandır. İnsanlık tarihini ve insanı kültürel temelin ürünü olarak değerlendirmek, kültürü insanüstü bir olgu  ve yetenek olarak değil, insanın bizzat ürünü olan bir olgu olarak değerlendirmektir.

Çevresini saran taşın karnındaki ateş, sopanın arada bir dürtmesiyle canlanıp yeniden alevlenmeye devam ederken, etrafındakilere verdiği huzur ve neşe kadar, insanın yaşama dair görüşünün belirsizliği de hep yeni  bir umuda işaret eden bir masala duyulan ihtiyacı karşılamaya gayret etmiştir!

Uygarlık, işte bu masalın bir ürünüdür.
Bu bölüme, tarihsel planda kültürel kompleksin ürettiği ilişkileri ve bu ilişkilerin yol açtığı devasa sonuçları olabildiğince özetleyerek sıkıştırmaya çalıştım. Bir sonraki bölümde hala ilgiyle dinlediğimiz bu kadim masalın ilişkilere, günlük bireysel tutum ve davranışları yönlendiren etkilerine, sosyal ve politik eğilimler üzerindeki yansımalarına özetle yer vereceğim..

24 Ocak 2015 Cumartesi

Kürd Ulusal Sorununun Çözümü Ulus-Devlettir*



   Mehmet Emin Aslan   

Bu metinin içeriği, ulusal kurtuluş hareketinin perspektifiyle sınırlıdır. Ulusal kurtuluş hareketinin içeriği de, ulus-devlet hedefinden dolayı, ulusal- demokratik devrim alanına ya da çerçevesine girer. Her ulusal hareket gibi, Kürd ulusal hareketinin de hedefi ulus-devlettir. Onun için ulus-devlet ya da modern devlet hakkında kısa bir açıklama yapmakta fayda vardır.
 
A-Modern Devlet
Modern devletin daha iyi anlaşılması için modern ve modern kavramın türevleri olan modernlik, modernizm kavramlarını kısaca izah etmek gerekir.
 
Modern bir sıfat oluşundan ötürü, ancak nitelediği şeyle bir anlam kazanabilmektedir.
 
Modern, tam şimdi, son zamanlar, çağ anlamına gelen Latince “modo” kökeninden üretilen modernus’tan gelmektedir.
 
Modern kavramı, içinde bulunulan dönemi çağrıştırmakla birlikte, eski bir toplum modelinden kopuşu ve belirli özeliklere sahip tarihsel bir süreci ifade etmektedir. Modern dünya, ilke olarak, eski dünyaya olan karşıtlığı ifade etmektedir. Örneğin Ortaçağ Roma Kilise’si de modern kavramını kullanmıştır ve hatta denilebilir ki, modernlik Hıristiyan Ortaçağı’nın bir icadı olup eski dünyanın karşıtlığını ifade eder. Modern dünya Hıristiyan, eski dünya ise pagandı. Eski dünya karanlığı, kötülüğü ve cehaleti temsil ederken, modern dünya, Tanrının oğlu İsa Mesih biçiminde insanlar arasında ortaya çıkmasıyla aydınlığı, iyiliği temsil etmektedir.
 
Modern kavramından modernlik ve modernizm terimleri üretilmiştir. Modernlik ve modernizm kavramların yerine çağcıl, çağcılık terimleri kullanılabilir. Bazı düşünürler, modernlik ve modernizm kavramlarına aynı, bazıları ise farklı anlamlar yüklemiştir.
Krishan Kumar, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları adlı kitabında şunu söyler.
 
Modernlik ve Modernizm kimileyin birbirinin yerine kullanılabilen, kimileyin farklı anlamlar verilen iki terimdir. Ben ikinci yolu izleyeceğim. Modernlik terimini modern dünyayı doğuran değişimlerin hepsini-düşünsel-toplumsal ve politik değişimler-kapsamlı bir şekilde tarif etmek üzere kullanıyorum. Modernizm ondokuzuncu yüzyılın sonunda batıda ortaya çıkan kültürel harekettir. (…) Bu ayrı anlamlarıyla bile bu iki terim birbiriyle kesinlikle bağlantılıdır ve bunların ayrı tutulması konusunda tamamen tutarlı olmak her zaman mümkün değildir. Bunun nedeni kısmen, bu terimlerin anlamları konusunda genel bir uzlaşının olmayışıdır. Ama yine de bu ayrımı muhafaza etmeye çalışmak yararlı olabilecek gibi görünüyor.”[1]
 
Ben ise, modernlik ve modernizm terimlerini birbirinin yerine kullanacağım.
 
1-Modern Devletin Doğuşu
Modern devlet, feodal düzenden kopuşu ifade etmektedir. Modern devlet, feodal düzenin siyasi, ekonomik, kültürel ve coğrafi parçalanmışlığını merkezileştirmekle tarih sahnesine çıkmıştır. Modern öncesindeki her tür devlet yapılanmasında, siyasi iktidar iki merkezlidir. Çünkü yasa yapma yetkisi yani egemenlik, toplum ötesi aşkın (tabiatüstü) bir güce ya da tanrısal iradeye aittir. Hükümdar sadece yasayı uygular. Siyasi iktidar, kral ile Papa (dinsel kurum) arasında ayrışmış olup, iki merkezliydi. Bu nedenle modern öncesinin devleti, egemen devlet değildir.
 
Modern devlet ise, yasa yapma ve uygulama yetkisini kendinde toplamış ve tek merkezlidir.
 
Modern devlet, egemen devlettir. En üstün iktidar anlamına gelen egemenlik, yasa yapma ve bozma yetkisidir.
 
Modern devletle egemenlik kavramı aynı tarihlerde doğmuştur. Egemenlik, modern-devletin özü olup, siyasal ve hukuksal yetkilerinin kaynağıdır. Modern devletin asli unsuru olan egemenlik kavramının doğuşu ve gelişim sürecinin anlaşılması, aynı zamanda modern devletin doğum ve gelişim sürecinin de anlaşılmasıdır. Bunun içindir ki egemenlik kavramının ortaya çıkışı ve gelişimini kısaca belirtmemiz gerekir.
 
XVI. yüzyılda, Batı Avrupa’nın bazı ülkelerinde mutlakıyetçi monarşi, feodal düzenin coğrafi, siyasi parçalanmışlığını sonlandırıp, siyasi iktidarı tek elde toplamıştır. Siyasal düşüncede yapılması gereken ise ortaya çıkan siyasal merkeze bir meşruiyet kaynağını sağlamaktır. İşte Jean Bodin (1530-1596), egemenlik kavramını siyasal düşünceye kazandırarak bu eksikliği gidermiştir. Bodin 1576’da yayımladığı Devlete Dair Altı Kitap adlı eserde egemenlik kavramını; mutlak, sürekli ve bölünmez otorite olarak tanımladı. Bu mutlaklık yalnızca devlet hakları alanındaydı ve bireyin özel haklarına tecavüz edemezdi. Bununla birlikte Bodin’de egemenlik, tam anlamıyla tanrısalsallıktan soyutlanamadığından ötürü, meşruiyeti eksik kalmıştır. Bunun için egemenliğin, tam anlamıyla tanrısallıktan kurtarılıp rasyonelleştirilmesi (akılcılaştırılması) gerekmekteydi.
 
İşte Thomas Hobbes (1588-1679), toplum sözleşmesi kuramı ile egemenlik ilkesini toplumla ilişkilendirerek bu eksikliği tamamlamıştır. Hobbes’un toplum sözleşmesi kuramına göre, devlet, rasyonel (ussal, akli) davranan bireylerin ürünüdür. Bireyler, çıkarlarının gereği olarak yani rasyonel hesap ile kendi aralarında sözleşme yaparak ve bu sözleşme yoluyla devleti kurarlar ve temsilcileri olarak yetkilendirirler. Bireyler yurttaş sıfatıyla devletin içinde yer alırlar ve kendilerini devletle özdeşleştirirler. Devlet, egemenlik yetkisini toplum sözleşmesi aracılığıyla halktan almıştır. Halk, kendi rızası ile tüm iradesini, temsilcisi olarak yetkilendirdikleri devlete teslim etmiştir. Artık halk egemenliğe sahip değil ve kullanma yetkisini de tamamen devlete devretmiştir. Hobbes yasa/uygulama yetkisini tek merkezde toplar ve bu tek siyasi merkezin meşruiyetini ve kaynağını da halkın rızasından üretir. Artık bu siyasi yapılanma modern devlettir.
 
Hobbes’un Leviathan (1651) adlı kitabında tasvir ettiği toplum sözleşmesi kuramının getirdiği yenilik, devleti laikleştirmedir. Hobbes, ilk olarak yasa yapma ve yok etme yetkisini yani egemenliğin kaynağını tanrısal iradeden kopartıp ve halka dayandırmıştır. Bundandır ki Hobbes laik modern devletin ilk kuramcısıdır. Zaten birçok siyaset felsefecisi de Hobbes’u modern devletin ilk kuramcısı olarak tanımlar. Örneğin: Pıerson da, “modern devletin ilk kuramcısı olarak tanımlanan Thomas Hobbes” olduğunu söyler.[2]
 
Batı Avrupa’da gelişen ekonomik/politiğin yanı sıra dünyayı sömürgeleştirmelerinin yaygınlaşması yoluyla, mutlakıyetçi monarşilerde, siyasal, toplumsal ve ekonomik alanda büyük değişimler olur. Bu değişimlerle birlikte, güçlenen burjuva sınıfının özgürlük talepleri de artar. Burjuva sınıfı, siyasi iktidarın tüm yetkisini yalnızca kralın elinde toplayan mutlakıyetçi monarşiyi eleştirmeye başlarlar. Spinoza, Locke, Montesquieu ve Aydınlanma düşünürleri, mutlakıyetçi rejimi eleştireceklerdir.
 
Ancak eleştiricilerin hedefi, monarşiyi tasfiye etmek değildir. Hedefleri, mutlakıyetçi monarşi yerine meşruti monarşiyi getirmektir. Burjuva sınıfı, Hobbes’ta meşruluğun kaynağı olan, fakat iktidara ortak olmayan halkın iktidara ortak olmasını istemektedir. Aslında burjuva sınıfı, halk adına iktidarın bir ortağı olarak yasa yapma yetkisini talep etmektedir. Böylece bazı mekanizmalar aracılığıyla kralın yetkisinin sınırlandırılması ve denetim altına alınması istenmektedir.
 
Ancak tüm bu düşünürlerin ürettiği siyasi tezler, meşruti monarşinin çerçevesi içinde kalmaktadır. Örneğin İngiltere, 1680 Muhteşem Devrimi ile meşruti monarşiyi kuracaktır. Bu monarşi halen kendini sürdürmektedir
 
Teorik düzeyde kral-devlet çerçevesi dışına çıkan ve kral-devlet yerine ulus-devleti yerleştiren düşünür, Jean Jacques Rousseau (1712-1778) dur. Rousseau, 1762’de yayımladığı Toplum Sözleşmesi adlı eserde siyasal düşünceye, genel irade ya da ulus iradesi kavramını hediye etmiştir. Artık yasayı yapan ve yok eden genel iradedir, yani ulusun iradesidir. Genel irade ortak amacı ve çıkarı temsil eder. Genel iradenin oluşturduğu tek bir hukuk sistemiyle üyelerini yurttaşlara dönüştürerek, homojen bir hukuksal-siyasal yapıyı yani devleti yaratır. Rousseau, bireyleri yurttaş statüsüyle kamu ya da devlet alanında eşit duruma getirir.
 
Rousseau’nun bireyi, iki kimliği aynı anda taşır. Biri uyruk kimliği, diğeri yurttaş kimliğidir.
 
Bireyler, yurttaş kimliği ile toplumun ortak amacı ve çıkarı için yasalar yapar. Bireyler, uyruk kimliği ile yasalara itaat eder. Böylece bireyin yasaya itaat etmesi, kendine itaat etmesidir. Yani bireyin uyruk kimliği, yurttaş kimliğine itaat etmesidir. Dolayısıyla yurttaşların devlete itaat etmesi rızaya dayalıdır. Bundandır ki Rousseau’nun toplum sözleşmesi kuramındaki modern ya da ulus-devleti, tarihin bugüne kadar tanıdığı en meşru ve güçlü devlettir.
Emmanuel-Joseph Sieyés (1748-1836) de, 1779’da
 
Sieyés de Üçüncü Sınıf Nedir? Adlı eserde siyasal temsil kuramını siyaset felsefesine kazandırmak suretiyle, ulus-devleti daha da güçlendirmiştir. Artık yasa yapma ve bozma işlevini üstlenen kişiler, ulusun temsilcisi sıfatına sahiptirler. Devletin, ulusun temsil organı olan meclis aracılığıyla yasa yapma yetkisine sahip olması, meşruiyetini daha da güçlendirir ve tartışılmaz bir konuma getirir. Egemenlik yetkisi ulusa ait olmakla birlikte, temsil organı da egemenliği kullanma yetkisine sahiptir. Böylece siyasi iktidar, ulus adına yasa/uygulama işlevinin üstlendiğinin iddiasından hareketle, meşruluğunu güvence altına almış ve mutlak bir güçle donanmış olur.
 
Görüldüğü gibi, Hobbes’a göre, egemenlik devlet alanına aittir, ya da egemenliğin sahibi devlettir.
 
Rousseau ise, egemenliği devlet alanından çıkartıp, halkın ya da ulusun alanına yerleştirmiştir.  
 
Sieyés de siyasal temsil kuramı ile Hobbes ve Rousseau’nun tezlerini bir senteze ulaştırmıştır. Şöyle ki; egemenliğin kaynağı ulus iradesine, kullanma yetkisinin de ulusun temsil organına aittir. Böylece egemenlik, ulus-devlet ikileminin otoritesine dönüşür.
 
Ulus-devlet, Rousseau ve Sieyés’ın teorisinin doğrultusunda belirginleşir ve Fransız Devrimi ile uygulamaya geçer. Devrim döneminde açıklığa kavuştuğu gibi, ulus-devlet; insan haklarının, hukuksal eşitliğin, demokrasinin gelişmesine ve yerleşmesine imkân sağladığı gibi, despotik, totaliter iktidarların kurulmasına da uygun bir temel sağlar. Bu çelişkili durumun nedeni de iki temel toplumsal sınıf olarak burjuva ve işçi sınıfının ve diğer farklı kesimlerin taleplerini ve mücadelelerini ulus-devlet çerçevesi içinde gerçekleştirebileceklerine inanmaları ve buna yönelmeleridir. İşte tüm bu farklı kesimlerin taleplerinin ulus-devlet içinde karşılanacağına yönelik beklentilerinden dolayı ulus-devlet, yüzyıllar süresince Batı dünyasının ve ardından da dünyanın egemen siyasal birimine dönüşür.
 
Sonuç olarak, modern devlet ulus-devletle eş zamanlıdır. Modern öncesi devletlerde egemenliğin kaynağını tanrısal iradeden ve meşruiyetini de dinsel anlayıştan almaktadır. Modern devlet ise, egemenliğin ve meşruiyetinin kaynağını halktan alır. İşte modern devlet ile ulus-devletin eş zamanlı oluşunun nedeni de egemenliğin kaynağının halk olarak kabul edilmesinden gelir. Çünkü egemen olan halk, bir ulus kimliği çerçevesinde ortaya çıkmaktadır.
 
2-Modern Dünyanın Egemen Siyasi Sistemi, Ulus-Devlet Sistemidir.
İlk olarak Batı Avrupa’da ulus-devlet ve kapitalist üretim biçimi ortaya çıkar ve ulus-devlet gücünün sayesinde tüm dünyayı sömürge ve yarı sömürge durumuna getirmişlerdir. Böylelikle dünyaya, sömürge devlet formunu ve kapitalizmi taşımıştır. Sonradan bu sömürge devletler, birer ulus-devlete dönüşeceklerdir. Böylece ulus-devlet ve kapitalizm dünyanın egemen siyasi ve ekonomik sistemine dönüşmüştür. Modern dünyanın zihinsel ve kurumsal yapısı; kapitalizm ve ulus-devlet sistemin kesişmesi doğrultusunda biçimlenmiştir. Bundandır ki, dünyanın egemen üretim biçimi kapitalizm ve egemen siyasal yapılanması da ulus-devlet sistemidir. Modern dünyada siyasal toplum formu, ulus-devletlerdir. Ulus-devlet formu, artık dünyanın tek bir siyasi toplum sistemine dönüşmüştür.
Giddens bu durumu şöyle tanımlar: “Modern toplumlar, bir ulus-devlet sistemi içerisinde var olan ulus-devletlerdir.”[3]
Modern dünyada ulus-devlet biçiminden daha farklı bir siyasi toplum biçimine imkân tanınmamakta ve izin verilmemektedir. Smith bu durumu şöyle açıklıyor:
 
“Modern dünyada tek bir siyasi toplum türü tanınmakta ve onun varlığına izin verilmektedir. Bu “ulus devlet” dediğimiz türdür. Onları tanımak son derece kolaydır. Ulus devletlerin, sınırları, başkentleri, ulusal marşları, pasaportları, paraları, askeri geçit törenleri, ulusal müzeleri, büyükelçilikleri ve genellikle de Birleşmiş Milletler’de bir sandalyeleri vardır. Bu devletlerin aynı zamanda ulus devletin sınırları içinde tek hükümeti, tek bir eğitim düzeni, tek bir ekonomisi ve çalışma düzeni ile tüm yurttaşları için geçerli tek bir hukuksal haklar sistemi vardır.”[4]
 
Küreselleşme denilen şey de, modernliğin yani kapitalizmin ve ulus-devletin dünya çapında yaygınlaşmasıdır. İçinde yaşadığımız XXI. yüzyılda özellikle Asya ve Afrika kıtalarının toplumları, kendi modernliklerini yaşamaktadırlar. Modernlik; eşitsiz ve bileşik gelişim süreci olarak küreselleşmektedir. Modernlik; dünyanın yeniden paylaşım sürecinde hem zihinsel ve hem kurumsal olarak daha hızlı ve radikal bir biçimde küreselleşmektedir. Bu da birçok ulus-devletin siyasi kriz içine girmesine neden olmaktadır.
 
Çünkü aynı kültürü paylaşan ve homojen bir etnik topluma dayalı ulus- devlet sayısı, mevcut devletlerin yüzde 10’undan bile azdır. Ancak 1960’ların başına kadar gelişmiş ülkelerin rasyonel zihniyetine ve sosyal bilim dünyasına göre, her devlet bir ulusu temsil etiği varsayımından hareketle, ulusal ve dinsel kimliklerin, süreç içinde ulus-devlet kimliği içinde eriyeceğini varsaymaktaydı.
 
Birinci ve İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde ve sonrasında birçok devlet ve özellikle totaliter devletler, coğrafyasında asimilasyon, kitlesel kovulmalar, kıyımlar, soykırımlar gibi gayriinsanî ve kirli siyasetler benimsenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir.
 
Buna karşın ezilen uluslar, ulusal hakları için direnmiş ve mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Üstelik ulusal sorununu çözdüklerini varsayan Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Çekoslovakya devletleri parçalanıp yerlerine 24 tane yeni devlet kurulmuştur.
 
Bu gelişmelerden dolayı Batı dünyasının siyaset zihniyetinde ve sosyal bilimin dünyasında, ezilenlerin devletleşme, eşitlik, özgürlük, demokratik haklara yönelik mücadelesini meşru görmeye başlamışlardır. Bu zihniyet değişiminin gereği olarak Avrupa topraklarındaki Bask, İrlanda, Hırvat, Katalan, Arnavut vb, milliyetçiliklerini meşru olarak kabullenmeye ve kimlik sorununun çözümüne yönelik arayışlara başladılar.
 
Batı dünyası, Avrupa coğrafyasındaki kadar olmasa da, diğer ezilen ulusların, etnik ve dinsel toplumların kimlik siyasetlerine daha esnek yaklaşmaktadır. Ancak küresel güçlerin ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesine yaklaşımını belirleyen hegemonya mücadelesinin çıkarlarıdır. Bundandır ki, ezilen-ulusların kurtuluş mücadelesi ile hegemonya mücadelesi karşılıklı etkileşim içindedir.
 
Ezilen-ulus kurtuluş hareketinin tarihsel görevi; dünya üzerindeki hegemonya mücadelesini, ulusunun devletleşmesinin bir aracına dönüştürmektir.
 
B-Kürd Ulusal Sorunu, Bağımsız Birleşik Kürdistan’dır.
 
1-Kürd ulusu, uluslararası bir ezilen-ulustur.
Ulus; siyasallaşmış ya da egemen veya devletleşmiş bir toplumdur. Peki, Kürd toplumu egemen olmadığına göre, bir ulus mudur? Sorusu sorulabilir. Belli bir toprak parçasında yaşayan bir toplum, ortak hak ve görev anlayışı üzerinde devletleşme hedefi doğrultusunda, iradesini ve tercihini ortaya koyarsa, ulustur. Kürd toplumu, devletleşmek için defalarca iradesini ve tercihini ortaya koymuş ve bu tutumunu kararlı bir biçimde sürdürmüştür, sürdürmektedir.
 
Kürd ulusal hareketinin tarihinde, ulusal nitelikte birçok girişimi olmuştur. Bu hususta birkaç örnek vermekte fayda vardır. Şêx Abdulselam Barzani ve yoldaşları tarafından 1907’de oluşturulan ve uygulamaya geçirilen program; 1920’de Komünist Enternasyonal’in II. Kongresinin sömürgeler için alınan Sovyet kararının içini dolduracak niteliktedir. Ali Şêr ve yoldaşlarının önderliğinde kurulan ve 1917 sonu ile 1918 başlarında yaşayan Erzincan Şurası, Mîr Mahmut Berzencî ve yoldaşlarının önderliğinde 22 Mayıs 1919’da bağımsız Kürdistan krallığı ve Qazî Muhammed ve yoldaşlarının öndeliğinde Kürdistan Cumhuriyeti kurulmuştur.
Bunlardan dolayı Kürd toplumu bir ulustur. Ancak uluslararası ezilen bir ulustur. Kürd ulusu; siyasal, hukuksal, askeri, ekonomik, kültürel ve her yönden ezen ulus-devletlerin mutlak egemenliğindedir. Bugünün koşullarında Kürdistan güneyi, federe devlet statüsünde kısmi bir özerkliği ele geçirmiştir Bununla birlikte Kürd ulusu, dört parçada da ulusal hakları için, mücadelesini sürdürmektedir.
 
Kürd ulusu, dünyanın modern toplumların içinde bir modern toplum kimliğine kavuşması için, birliğini sağlaması gerekir. Kürd ulusunun birliğinin sağlamasının yolu da, Kürdistan’ın bağımsızlığı ve Kürd ulusunun devletleşmesinden geçer. Dört Kürdistan ve dört Kürd ulusu yoktur, bir Kürdistan ve bir Kürd ulusu vardır. Kürd ulusunun devletleşmesinin kılavuzu da, ulusal-demokratik siyaset yani ulusalcılıktır.  
 
2-Ulusalcılık, ezilen-ulusun devletleşme siyaseti ve ideolojisidir.
Batı Avrupa’da ulusalcılık ya da milliyetçilik, yıkılmaya, erimeye doğru yüz tutmuş feodal toplumun dilini, deyişini, değerlerini kullanarak ulus-devlete dönüştürmenin siyaseti ve ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
Ezilen-ulusların kurtuluş hareketlerinin ulusalcılığı ise, ezen ulus-devletine karşı kendi toplumunun dilini, deyişini, değerlerini harekete geçirerek, köleliğe karşı başkaldırının ve ulus-devletini kurmanın siyaseti ve ideolojisidir. Ulus-devlet hedefinden dolayı, ezilen-ulus ulusalcılığı, hem modern sürecin ürünüdür ve hem de geliştirenidir. Netice itibariyle dünyanın modern toplumlarından biri olmanın yolu, ulus-devlet olmaktan geçer. Onun için ezilen-ulusun ulusalcılığı meşrudur, ilericiliktir ve devrimciliktir. Buna karşın ezen-ulus ulusalcılığı, asimilasyonun, zorbalığın, soykırımın, vb. siyaseti ve ideolojisi oluşundan dolayı gericiliktir. Örneğin, Nazizm, Kemalizm, Baasizm ve İŞİD.
 
3-Kürd ulusal hareketinin acil görevi, ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyaset arasında ayrım çizgilerini çekmektir.                                                                            
Ezilen-ulusların devletleşmesi, ancak iki koşulun çakışmasıyla mümkündür. Birincisi, ulusal siyasal öznedir. Ulusal siyasal özne; ezilen- ulusun devletleşme hedefine olan sadakati ve aidiyeti; bölgesel, örgütsel, sınıfsal, dini gibi her türlü bağlılığının, çıkarlarının ve değerlerinin üstünde ve ötesinde olduğunun ifadesidir. Çünkü ulus-devlette, egemenliğin kaynağı, sahibi ve taşıyıcısı ulustur.
İkincisi de tarihsel andaki uluslararası güç dengesidir. Bu da genel olarak dünyanın paylaşım mücadele süreçlerinde oluşan bir koşuldur.
 
Birinci koşul; ezilen-ulusun milliyetçilerinin devrimcilerinin, komünistlerinin ulusal siyasal bilinçle, ulusal siyasal öznesini oluşturmasıyla gerçekleşir. İkinci koşul ise genellikle paylaşım mücadele süreçlerinde oluşur.
 
Yaşadığımız süreçte tam da bu olmaktadır.İçinden geçtiğimiz süreçte, dünya ekonomik kriz ile siyasi krizi birlikte yaşamaktadır. Dünyanın hegemonik güçleri olan gelişmiş ülkeler; ekonomik ve siyasi krizlerini çözme arayışı içindedirler. Bu arayıştan hareketle gelişmiş ülkeler, nüfuz alanlarını genişletme mücadelesine girmişlerdir. Nüfuz alanlarını genişletme hedefinden ötürü, gelişmiş ülkelerin kendi aralarında ticari gruplaşmaların oluşturmasına ve dünyanın yeniden paylaşılmasının mücadelesine girişmişlerdir. Bu paylaşım mücadelesinin kızıştığı alan Ortadoğu ve dolayısıyla Kürdistan coğrafyasıdır.
 
3. Paylaşım mücadelesinden dolayı uluslararası güç dengesi, istikrarsız ve belirsiz bir duruma dönüşmüştür. Bu da, uluslararası ilişkiler bakımından, bağımsız birleşik Kürdistan’ın kurulmasının olanaklarını yaratmıştır.
 
Ancak Kürdistan siyasi akımları, henüz Kürdistani siyasetin öznesine dönüşememiştir
 
Şimdi asıl sorun, Kürdistani siyasetin öznel öğesinin oluşturulmasıdır. Kürdistani siyasetin öznel öğesinin oluşmasının yolu da, ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyaseti arasındaki ayrım çizgilerinin çekilmesinden geçer. Yani ulusal siyaset ile ulusal-azınlık siyasetin arasındaki farkın açık ve net bir biçimde belirginleştirilmesi ve Kürdistanlılara taşınması gerekir. Onun için Kürdistan’daki ulusal-azınlık siyasetin bazı özelliklerinin belirtilmesinde fayda vardır:
 
-Ulusal-azınlık siyaseti, ulusal sorunu, bir egemenlik sorunu olarak değil, kültürel ve demokratik bir sorun olarak ele alır ve ezen-ulus devletin demokratikleşmesi mücadelesine bağımlı kılar. Onun için diğer parçadaki Kürdistanlılar ile değil, ezen-ulus ile birlikte yaşamanın siyasetini halka taşır. Örneğin, Hewlêr ile değil, Ankara ile yaşamak gibi. Böylece ulusal-azınlık siyasetinin teorik-pratik faaliyeti, Kürd toplumunu kendi kimliğiyle değil, ezen ulus kimliğiyle bir modern topluma dönüşmesine yöneliktir. Yani Kürdistan kuzeyindeki Kürd toplumu, Türk ulusunun bir alt birimi olarak ve Türk ulus kimliğiyle modern dünyada yerini almasının siyasetini üretmektedir. Diğer parçalar için de aynı anlayış geçerlidir.
 
-Ulusal-azınlık siyaseti, Kürd ulusal hareketini bir kurtuluş hareketinden ziyade bir özgürlük hareketi olarak tanımlar. Hâlbuki Kürd ulusal hareketi, bir özgürlük hareketi olmaktan ziyade bir ulusal kurtuluş hareketidir. Elbette ezilen ulusun kurtuluş mücadelesi devletleşme hedefiyle birlikte eşitlik, özgürlük ve demokratik hakların genişletme mücadelesini de içerir. Ayrıca eşitlik, özgürlük ve demokratik haklar ezilen-ulus statüsünde değil, ulus-devlet statüsünde uygulamaya geçirebilir.
-Kendini özgürlük hareketi olarak tanımlayan akımlar, siyasi kimliğini devrimci-demokrat, liberal-demokrat olarak tanımlarlar. Oysa ezilen-ulusun siyasi akımlarının kimliği, devrimci demokrat ya da liberal-demokrat değil, ulusal-demokrat, ulusal-devrimci olur. Kürdistan’da liberal-demokrat ya da devrimci- demokrat olarak kendini tanımlayan siyasi akımlar, ezen-ulus siyasi akımlarının izdüşümüdür.
 
-Ulusal-azınlık siyaseti, örgütünü öncü ve örgüt liderini de bir kılavuz ya da rêber olarak takdim eder. Liderini kılavuz olarak takdim etmek, lideri kutsamak olur ki, bu tutum, modern toplumlarda geçer akçe değil, ancak eşitsizliğin vazgeçilmez bir esas olduğu geleneksel toplumlar için geçerlidir. Örgüt lideri fedakâr, yetenekli, bilgili, uzak görüşlü gibi becerileri ile liderlik sıfatına laik olabilir. Ancak lider, siyasetin kılavuzu olamaz. Devletleşmeyi hedefleyen bir siyasetin kılavuzu; tanımlanan amaç ve bu amaca yürüyen temel ilkeler ile mücadele yöntemidir
 
-Ulusal-azınlık siyasetinin en önemli sloganlarından biri, halkların kardeşliği genel sloganından hareketle Kürdlerin; Türkler, Farslar ve Araplarla kardeş olduğudur. Bu anlayışa göre ezilen-ulus statüsünde olan Kürd ulusu ile ezen-ulus statüsünde olan Türk, Arap ve Fars ulusları kardeştir. Bu anlayış, Kürd toplumunu bir ulustan ziyade ezen-ulus devletlerin azınlıklarından biri görmektedir. Aynı şekilde Kürdistan bir ülke olmaktan ziyade ezen-ulus ülkelerinin coğrafyasının bir bölgesi olarak idrak etmekteler. Zaten ulusal-azınlık siyaseti Kürdistani bir siyaset değil, ezen-ulus devletleri olarak Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin siyasetidir.
 
Oysa ezen-ulus ile ezilen-ulus kardeş değildirler. Biri egemen ve ezen, diğeri ezilen yani esaret altında olan toplumdur. Egemen toplum olan ile egemen olmayan toplum ya da ezen-ulus ile ezilen-ulus arasındaki ilişki, eşitlik değil, ezen/ezilen ilişkisidir. Kürd ulusu ile Türk, Arap, Fars ulusu arasındaki ilişki, eşitsizlik temeli üzerinde kurulmuş olup, dolayısıyla kardeş de değildirler. Ancak bağımsız birleşik Kürdistan’ın eşit, özgür vatandaşları için, halkların kardeşliği genel sloganın bir anlamı olur.
 
-Ulusal-demokratik siyaseti, bağımsız Kürdistan hedefi doğrultusunda siyasi akımlarının propaganda ve ajitasyonda serbestlik ve eylemde birlik zemininde ortak faaliyetlerinin örgütlenmesinin kararlı savunucusudur. Ortak faaliyetlerin örgütlenebilmesi de dört şartın ortak kabulüne bağlıdır.
 
1-Kürdistan halkının bağımsız birleşik Kürdistan mücadelesine katılması için siyasi faaliyet yürütmeleri.
2-Kürdistan’daki diğer ulusal ve dinsel azınlıklar üzerinde baskı kurma siyasetine karşı açık tavır almaları.
3-Diğer siyasi örgütlere karşı mücadelesini siyasi mücadele yöntemiyle sürdürmeleri, iftira, komplo ve şiddet gibi sekter yöntemine karşı açık tavır almaları.
4-Herhangi bir siyasi akımın örgütlenme, propaganda ve ajitasyon faaliyetlerine karşı olmamalarıdır.
 
Buna karşın ulusal-azınlık siyaseti, bir yandan ulusal cephenin kurulması için propaganda ve ajitasyon dozajını yükseltirken, diğer yandan ürettiği siyasetle dinamitlemektedir. Şöyle ki:
 
1-Kürdistan halkının öz-eylemi yerine, kendi eylemlerini ikame eder.
2-Kürdistan halkına bürokratik yöntemle buyruk verme hakkını kendisinde görür.
3-Kürd ulusal kurtuluş mücadelesinin çıkarını, örgüt çıkarına tabi tutar.
4-Kürd ulusal hareketi içindeki diğer siyasal akımlara karşı mücadelesinde bürokratik, ikameci ve sekter yöntemlere başvurur.
 
Bu siyasi tutumunu da, öncü örgüt olduğu iddiasına dayandırmaktadır.
 
Böylece ulusal-azınlık siyaseti; Kürd ulusun ortak çıkarının ve değerlerinin yerine kendi örgütünün çıkarını ve değerlerini ikame eder. Bundandır ki, ulusal azınlık siyaseti, Kürd ulusunun birliğinin önünde ciddi bir engeldir. (PKK’nin kendi parti bayrağını Kürd ulusunun sembolü olan ulusal bayrağın yerine ikame etmesi gibi)                                      
 
Netice olarak Kürdistani bir siyasetin amacı; nesnel durumda olan Kürd ulusunu öznel bir öğeye yani ulus-devlete dönüştürmektir. Çünkü egemenliğin taşıyıcısı, siyasal dayanışmanın temeli, bağlılığın, aidiyetin özne ve nesnesi ulustur.
Buna karşın ulusal-azınlık siyaseti, bilinçli olarak ulusal siyaseti belirsizleştirmeye ve istikrarsızlaştırmaya çalışır. Siyasi hedefi, belirsiz ve istikrarsız olan ulusal-azınlık siyaseti, Kürd ulusal hareketini ehlileştirmenin aracından başka bir şey değildir. Kürdistan’ın önde gelen ve müzminleşmiş ulusal-azınlık siyasi akımları, PKK ve YNK hareketidir.
 
Sonuç olarak
Kürd ve Kürdistan sorunu farklı siyasi nitelikli sorunlardır. Çözümü de farklı siyasi niteliklidir. Kürd sorunun çözümü; Kürdistan dışında İstanbul, Bağdat, Tahran, Şam, Berlin ve başka yerlerde yaşayan Kürdlerin demokratik ve kültürel haklarına sahip olmasıdır. Yani ulusal-azınlık haklarıdır. Bu hakları ele geçirme mücadelesi demokratik mücadelenin sorunudur.
 
Kürdistan sorunun çözümü; Kürd ulusunun kendi kaderini tayin etme yani Kürdistan’ın bağımsızlığı ve Kürdlerin devletleşme hakkıdır. Bu hakları ele geçirme mücadelesi, ulusal-demokratik mücadelenin sorunudur.
 
Onun için Kürd ulusal hareketi, demokratik mücadele ile ulusal-demokratik mücadeleyi birlikte içerir. Başka bir söylemle Kürd ulusal hareketi; ulusal-azınlık siyaseti ile ulusal-demokratik siyasetini birlikte içerir.
 
Buna karşın Kürd siyasi akımlarda egemen olan anlayış, ulusal-azınlık ya da parçacı siyasettir. Bu nedenledir ki, 1960’lardan bugüne Kürd ulusal hareketi, devrimci siyasetle reformist siyaset ya da ulusal-demokratik siyaset ile ulusal-azınlık ya da parçacı siyaseti arasında istikrarsız ve belirsiz bir konumdadır.
 
Kürdistan’ın, ulusal-azınlık ya da parçacı siyasetine değil, ulusal-demokratik bir siyasete ihtiyacı vardır. Çünkü ezilen ulus, ulusal siyasal bilinçten mahrum olmanın ürünüdür. Ezilen ulusun kurtuluşu ulusal siyasal bilinçle olur. Kürd ulusunun ulusal siyasal bilinçle donanması da, ulusal siyaset zemini üzerinde yükselen siyasal öznenin aracılığıyla olur. Zira Kürdistan’da başkaldırılar için ulusal siyaset zorunlu değildir ama bağımsız birleşik Kürdistan’ın kurulabilmesi için, Kürdistanlıları ulusal siyasal bilinçle donatacak siyasi öznenin varlığı zorunludur.
 
Bundandır ki, yaşadığımız süreçte Kürd ulusal hareketinin acil ihtiyacı; ulusal siyasetin öznel öğesinin sorununu çözmektir. Bunu başarmanın yolu da; ulusal-demokratik siyaset ile ulusal-azınlık siyasetin arasındaki ideolojik, siyasal, programsal ve örgütsel ayrım çizgilerinin çekilmesi ve bu ayrım çizgilerini, Kürdistanlılara taşımaktan geçer. Başarısı da buna bağlıdır.
 

[1] Krishan Kumar, Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Dost Y. Nisan 2013. s. 88
[2] C. Pıerson, Modern Devlet, Chiviyazıları Y. 2008, s. 23  
[3] Anthony Giddens, Ulus Devlet Ve Şiddet, Kalkedon Y. 2008, s.8
[4] Aktaran C.Pıerson, Modern Devlet, s. 85

17 Ocak 2015 Cumartesi

Tanrı Konuşuyor (2)










      Kamile İNCE        


Din olgusu ile Tanrı olgusunun birbirinden farklı olduğunu karıştırdığımız çok oluyor. Dini, insanın gelişme düzeyinin belli bir aşamasında insanın kendisiyle, içinde yaşadığı sosyal grupla ve doğayla olan ilişkisini açıklayan belli bir bilgi sistemi olarak anlamak gerekir. Bu bilginin dayandığı olguların gerçek olup olmadığını bu sistemde tartışma ve sorgulama ihtiyacı duyulmaz. Daha da önemlisi, bu bilgi somut olgulara dayanmak zorunda da değildir. Esin ve sezginin ürettikleri, somut bilgiden daha yücedir ve bunlara atfedilen gizemli etkileri hissetmek, dinsel bilginin doğrulanması için yeterlidir. Buraya kadar dinsel bilgi sisteminin merkezinde Tanrı değil, insanların yaşamında belirleyici olan ihtiyaçlar vardır. Din bu ihtiyaçlardan biridir, bilgidir…Tanrı’nın bu bilgiye eklenmesi, esin ve sezginin olayları açıklamakta yetersiz kaldığı olağanüstü olayların ve felaketlerin arkasındaki nedeni sorgulamakla başlar. Tanrı imgesinin koyu gölgesinin dinsel sistemi kuşatıp onun merkezine oturması kolay olmamıştır. Tanrı tarihi incelendiğinde, insanların buna ne kadar uzun süre direndikleri kolay görülür. Dinsel inancın her zaman var olmuş olması ve Tanrı’nın bu inanç içinde her zaman farklı biçim ve imajlarla yer alması bu çelişkinin varlığındandır: Din ve Tanrı uyuşmazlığının daha işin başlangıcında anlaşıldığını ortaya koyan bir görünümdür bu.

Dinin dayandığı ve kendini izah ettiği bir dili her zaman olmuştur. İnsanların bunda bir çelişki bulmaları için çok fazla bir ihtiyaç da yoktu. Bu yüzden Dinin bir dile dayanması normal ve kaçınılmazdı. Din, insanın kendsiyle, içinde bulunduğu topluluk ve çevresiyle kurduğu ilişkiler sisteminin bilgisini paylaşmakta aracı olan gerçek dilsel bir karşılıktı. Yani Din konuşma kapasitesi olan aracı bir sosyal ve kültürel olguydu: İnsana yakındı, toplumsal ilişkilerin ve çalışmaların içindeydi, doğa ile toplum arasında güçlü, somut bir kültürel bağdı. İnsanlar, Tanrı’nın bu rolü bütün bütün üstlenmesinin; Din ve İnsan yerine mutlak ve sınırsız söz sahibi olup konuşmasının bir çelişki olduğunun hep farkında oldular. O yüzdendir ki Tanrı tarihi bu çelişkinin insanlar arasında yol açtığı kanlı çatışmaların bir tarihidir.

 

Mezopotamya’da birbirlerine rakip El, Ba-El, Eloh, İlah, Elah ve Allah silsilesi geçmiş ve bugünün aynı kökenli Tanrıları olarak insanın ruhsal ve inanç dünyasını tekellerine alan göksel güçlerdir.

Kendisine köle (kul) olmaları için insanlara boyun eğmeyi emreden, Musa’nın ve Muhammed’in gücü sonsuz, göklerden insanlara azap ve ateş yağdıran öfkeli Tanrısı…Konuşan, meydan okuyan , toplumları helak etmekle tehdit eden, ateşten savaş arabaları, rüzgarlardan hızlı atlıları olan bir Kumandan!

“- Ağzından Baal’ın adlarını sileceğim,öyle ki artık kimse Baal’ın adını ağzına almayacak..”  (Hosea: 2: 17)

“- Tanrının yasasını unuttuğun için bana rahiplik etmekten men ediyorum seni. Çocuklarını da hemen unutacağım…” (3:6)

“- İsrail’in inadı, düve inadı gibidir.” (3:16)

“ Ephraim putlara katıldı- onu kendi haline bırakın şimdilik. İçkileri bitip sarhoş olduklarında seks partilerine dalacaklar sonra…” (4:17-18)

 

 Gibeah’ta borazanlara üfleyin, Ramah’ta trampetleri çalın, Beth-Aven’de alarm verin!... Ve dön de arkana bak Benjamin! Ceza günü gelip çattığında İsrail kabileleri arasında Ephraim izole edilecek…” (8-9 :4)

Sonraki bölümlerde ele alınan konuya göre yer yer bu türden ilginç pasajlara çokça yer verilecek. Bu yazımızda bu kadarına yer vermemiz, yukarda giriş yaptığımız konuyla ilgisi olduğunu düşündüğümüz tamamlayıcı bilgilere olan ihtiyaçtandı. İsrail’in elini ayağını bağlayan, onu dayanılmaz tehditleriyle bunaltan Tanrı, İsrail kabilelerini ve önemli şahsiyetlerini, toplum liderlerini ve din adamlarını hep karşısına alan rakip bir tanrı görüntüsü veriyor konuşurken!

Buradan, İsrail halkının tarih boyunca neden bu kadar çile çektiğini ve başkalarının sürekli zulmüne bu kadar maruz kaldığını anlamak ve bunun üzerinde düşünmek ayrıca ilginç olacaktır.

13 Ocak 2015 Salı

İnsan Üzerine - V -


 
 
    Ahmed Kaymak      
Evrim çizgisine göre ele alındığında insan, biyolojik ve fizyolojik özellikleriyle birlikte, sosyal ve psikolojik* nitelikleriyle de bir hayvandır. Onun kendini hayvandan ayırma ve üstün görme çabası, başlangıçta var olan genel bir farkı ortaya koymaktan kaynaklanmıyor. Biyolojik evrimin etkisi altında doğal olarak değişen fizyoloji, doğanın sadece insan türüne bağışladığı bir ayrıcalık değildir. Evrimin bir tek türe özgü bir gelişme olduğunu düşünmek, bilimsel bir aklın iddiası değil, daha çok yaratılış efsanesinin uydurup sistematize etmeye çalıştığı dinsel açıklamaların bilinç kapsamındaki kavrayış biçiminin basit bir iddiasıdır. Çevrede açık gözle gördüğümüz bütün canlıların kazandıkları fizyolojik formların tarihi, insanlık evrimi kadar uzun bir geçmişin tarihidir. Buna etrafımızda gördüğümüz bitkiler; tükettiğimiz meyve ve sebzeler, dokunup kokladığımız bütün çiçekler dahildir. Evrim tek bir türe özgü bir gelişme değildir ve insanı diğer hayvan türlerinden ayıran da evrim değildir. Bu yönüyle evrimden insanın isteğine göre adil olmasını beklemek, haklı çıkmak için herhangi bir umuda kapılmayı gerektirmez.
İnsan türünü diğer gelişmiş hayvanlardan ayıran, onun sosyal özellikleri de değil. Doğada bilinçli bilinçsiz, güdümlü güdümsüz, az veya çok; hemen hemen bütün canlı türlerinde grup yaşamı, türün sürekliliği için temel nedenlerden biri olarak güvenli bir yoldur. Akrep bile yetiştirinceye kadar yavrularını rahatsız olmadan sırtında taşır. Karıncalar ve Arılar sosyal bakımdan çok sıkı işbirliği içinde yaşayan komüncü türlerdir. Kunduzlar, barınmak ve yaşamak için ilkel insandan daha mükemmel düzeyde ve yüksek bir teknikle evler yapar; kendilerine yaşam sahası açmak için barajlar inşa ederler. Çölde tek tek başı boş dolaşan sırtlanlar, aslanların önünden bir parça et koparmak için güç birliğine girerler. Yükseklerde süzülen akbabalar yerde bir leş gördüklerinde üzerine topluca abanmak için iletişimde bulunurlar. Kirpiler, soğuk havalarda donmamak için dikenlerini biribirine batırmayacak biçimde yan yana sokulup ısınmaya çalışırlar.  Martılar, penguenler, foklar ve deniz aslanları sürü halinde yan yana birlikte yaşarlar. Makakalar, Bonoobonlar ve Şempanzeler insandan çok az bir farkla bir “sosyal düzen içinde ve hiyerarşi halinde” farklı yaşam sahalarında topluluklar oluştururlar… vs.
Örnekler sayısızdır…
İnsanın sosyal bir tür olması, onu bu anlamda diğer türlerden farklı bir sınıfta değerlendirmeye ve ona daha üstün bir nitelik atfetmeye yeterli ve geçerli bir kanıt oluşturmuyor. Bu aynı zamanda insan türünün kendine ilişkin narsist görüşünü de kesin bir biçimde çürütüyor: İnsan, Tanrı’nın yeryüzündeki bir görünümü olarak evrende en güzel varlığı temsil ediyor. Daha başka dinsel bir çeşitleme ise şöyledir: ”İnsan Eşref-î Mahluqtür.”
İnsanın ikisi de olmadığı çok açıktır. Kendisini yanıltarak da olsa mutlu hissettirebilen tek varlık, insandır. Doğa ve çevrede, insandan başka, insanın bizzat estetik duygularını olağanüstü düzeyde kamçılayıp harekete geçiren;güzel olmaktan öte harika denilecek biçimlerde, yapılarda ve görünümlerde o kadar büyüleyici tür, o kadar etkileyici renk ve bir o kadar iç açıcı manzara var ki, insanın bütün bunlar karşısında çirkin ve soluk bir idol olarak kaldığını belirtmemek için ortada anlaşılmaz hiç bir neden yoktur. Gerçek dışsal güzellik karşısında, insana kendi yetersizliğini derinden hatırlatan bu kompleks doğal değildir.
Konuyu toparlarsak, insanın bir biyolojik, fizyolojik ve bir sosyal tür olması, onu diğer hayvan tür ve gruplarından farklı kılmıyor. Organik yapıtaşları, genetik mimarisi, doğayla ilişkisi ve konumuyla; insanı tek başına bu nitelikleriyle diğer türlerden ayıran ve üstün kılan doğal hiçbir nitelik yoktur. Onu farklı kılan ve doğada üstünlüğünü sağlayan temel ve evrensel faktör, kültürdür.
Kültür doğal olmayan kompleks bir bütündür; ve, terimin özlü anlamında kültür,  insanlık gelişmesinin her alanına yansıyan sonuçlarıyla uygarlığın bütün birikim ve kazanımlarını içinde barındıran dinamik ve aynı zamanda değişken bir komplekstir. Bu kompleks biyolojik evrimi belirlemez ama tarihsel ve toplumsal gelişmenin her bağlamını belirler:Yaratıcı insan emeğinin, entelektüel ve teknik kıvraklığın, sanat ve edebiyatın,  toplumsal ve ekonomik ilişkiler düzeninin; etik ve moral değerlerin; dahası entelektüel dar kafalılık ve önyargıların, sonsuz kötülük ve iyiliğin, dizginsiz tutku ve isteklerin, açgözlülük ve fedakarlığın, sevgi ve nefretin, özgürlük ve teslimiyet eğiliminin keskin diyalektiklerini üreten temel bir komplekstir Kültür…
Bundan sonraki bölümlerde doğal ve biyolojik faktörlerin insan yaşamı ve davranışları üzerindeki etkilerini de ihmal etmeden daha çok doğal ve kültürel faktörlerin etkisine açık olan insanın eğilimlerini ve davranışlarını psikolojik bağlamlar içinde tartışacağız. Bu bağlamlar bireyden topluma, gruplardan sınıflara kadar olan çok değişik insan reaksiyonlarını, çelişkilerini ve çatışmalarını birbirleriyle ilişkilendiren nedenleri bu çalışma akışında bize göstermekte önemli birer rol oynayacaklardır. İnsanı anlamanın ve sağlıklı bir çerçeve içinde tanımlamanın bir yolu da onun gösterdiği reaksiyonların ve ortaya koyduğu çelişkilerin sadece görünümlerini betimlemekle kalmayıp bu reaksiyon ve çelişkilerin dayandığı bünyede uyanan psikolojik elementleri de dikkatlice izleyip irdelemekten geçiyor.  Böyle bir metodoloji, inceleme ve araştırma konularını ören diğer bütün etik ve moral, bireysel ve toplumsal, ekonomik ve politik gibi, var olan temel ve yan bağlamlara da titizlikle uzanmayı zorunlu kılıyor. Bu açıdan sürdürülen tartışmanın zaman zaman değişik alanlara uzanıp oralardan örneklere başvurmasının, okuyucular ve tartışmayı izleyenler tarafından anlayışla karşılanacağını umuyorum.

·         Gelişmiş hayvanların tümünde psikolojik mekanizmaların olduğu genel bir kabul görmektedir. Yapılan çalışmalarda sinir sistemi gelişmiş her canlı, etkilere karşı az çok tutarlı bir tepki vermektedir. Doğal nörotik reflekslerse ilkel olduğu için deneyimlenmezler. Bu durumu psikolojik olmaktan daha çok doğal ve nöronal bir refleks olarak sınıflandırmak gerekir. Çalışmamızda ele aldığımız psikolojik kavramı doğal ve biyolojik reflekslerden ayrılıyor. İlkel insanın bugün anladığımız anlamda bir psikolojisi yoktu. İlkel psikoloji, doğal tonlarından tümden yoksun değilse de, bugün tamamiyle farklı bir temele dayanıyor. Bu temel kültürel komplekstir. Kullandığımız terim yanlış değilse, insan kültür üretmeden önce onun bir psikolojisi yoktu demek istiyorum. Doğal ve nöronal refleksleri, psikolojik kültürel kompleksten ayrı ve farklı ele alıyoruz.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Ahlak Allah'a Götürür Mü?






  Prof.Dr.Caner  Taslaman                  
Yıldız Tekn. Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğ. Üyesi


Deneyler, henüz bir öğrenme süreci yaşamamış bebeklerde bile empatinin ve iyiyi kötüye tercih eden bir sezginin, adalet duygusunun bulunduğunu göstermektedir.

“Ahlak” diğer birçok din açısından olduğu gibi İslam dini açısından da oldukça önemli bir konudur. Felsefe tarihi incelenirse, “ahlakın doğuştanlığı” iddiasına, temel olarak, üç tür cevabın verildiği görülür: Bunlardan birincisi insanların “boş levha” (tabula rasa) bir zihinle doğduğu, yani ahlakın doğuştan olmadığı iddiasıdır. İkincisi insanların doğuştan sahip olduğu ahlaki özelliklerin tesadüfi doğal süreçlerle oluştuğu iddiasıdır. Üçüncü ve bu yazıda en iyi açıklama olduğunu savunacağım iddia ise bu özelliklerin, Allah tarafından insanlara yerleştirildiği düşüncesidir.

Doğuştan ahlaki özelliklere sahip miyiz?

Doğuştan ahlaki özelliklerin var olduğunu modern psikoloji ve bilişsel bilimler alanından gelen birçok veri desteklemektedir ki, bu verilerin çoğu yenidir ve önemli bilimsel dergilerde yayımlanmışlardır. Birçok felsefeci “empati”nin, ahlakın en temel unsurlarından biri olduğunu söylemiştir. Simner ve Dimion gibi psikologlar, yeni doğmuş bebeklerin başka bebeklerin ağlamasına verdikleri reaksiyonları deneysel çalışmalarında gözleyerek, doğuştan “empati” gibi çok kompleks bir özellikle ilgili unsurlara sahip olduğumuzu gösterdiler. Birçok farklı deneyde, yeni doğan bebeklerin, başka bebeklerin ağlamasını duyunca ağlamaya başladıkları ve stres özellikleri gösterdikleri saptanmıştır. Bu reaksiyonların gerçekten ağlamaya karşı mı, gelen sese karşı mı olduğunun anlaşılması için yeni doğan bebeklere aynı şiddette başka sesler, sentetik ağlama veya kendi ağlamaları dinletilmiş, ancak bebekler bu seslere karşı diğer bebeklerin ağlamasına gösterdikleri reaksiyonu göstermemişlerdir.

Hamlin, Wynn, Bloom ve diğer bazı psikologlar, bir yaşın altındaki bebekler için; içinde yardımcı, engelleyici ve nötr kuklaların olduğu deneyler oluşturdular. Çocuklara kuklalar seyrettirildikten sonra çocuklar, yardımcı ve engelleyici kuklalar arasında tercihte bulunmak için teşvik edildiler ve çocukların belirgin şekilde yardımcıları engelleyicilere tercih ettikleri görüldü. Çocuklar yardımcı ile nötr kuklalar arasında yardımcıyı, engelleyici ile nötr kuklalar arasında ise nötr olanı seçtiler.

Diğer bazı deneylerde, iki yaşın altındaki çocuklara, top oynayan ve bazılarının “iyi” bazılarının “kötü” olduğu kuklalar seyrettirildi. Çocukların önüne bu kuklalar getirildiğinde; “iyi kuklaları” ödüllendirdikleri “kötü kuklaları” cezalandırdıkları (örneğin kafalarına vurdukları) gözlemlendi. Bebeklerin, bir öğrenme süreci olmaksızın yaptıkları bu tercihler, doğuştan ahlaki özelliklerimiz olduğunun deneysel destekleridir. Empati gibi çok kompleks bir kavramı, iyiyi kötüye tercih eden bir sezgiyi, ödüllendirme ve cezalandırmayı kapsayan bir adalet değerlendirmesini gerektiren bu tip yargıların; bir öğrenme süreci olmadan bu kadar küçük yaşta kullanılması, bunların doğuştan var olduğunun bir göstergesidir. Yakın dönemde -az bir kısmına burada değinilen- birçok bilimsel çalışma, ahlak ve diğer alanlarda “boş levha” zihin görüşüne tamamen veda edilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

Tesadüflerin eseri mi, Allah’ın planı mı?

Doğuştan ahlak ile ilgili özelliklere sahip olduğumuzu kabul eden bazı ateistler, bu özellikleri, kör-tesadüfi süreçlerle, özellikle de doğal seleksiyonla açıklamaya çalıştılar. Burada altı çizilmesi gerekli önemli husus şudur: Tektanrılı dinler açısından önemli olan, bu doğuştan özelliklerin; evrim veya doğal seleksiyonla oluşup oluşmadığı değil, kör-tesadüfi süreçlerle mi yoksa Allah’ın planıyla mı oluştuğudur. Zira İslam gibi tektanrılı dinlerde, Allah’ın yaratışlarını, en çok “aracı-sebepler” vasıtasıyla meydana getirdiğine inanılır: Allah, yağmuru yağdırırken bulutları, insanı yaratırken anne ve babasının bir araya gelmesini aracı-sebepler olarak kullanır. O zaman -her ne kadar çok tartışılmış olsa da- Allah’ın, evrimi ve doğal seleksiyonu aracı-sebepler olarak kullanmış olmasında temel tektanrıcı inançlara aykırı bir yön bulunmadığı kanaatindeyim. Nitekim doğal seleksiyonlu evrim teorisinin babalarından Wallace’ın, Neo-Darwinizm’in babalarından Dobzhansky’nin ve insan genomu projesinin başındaki Collins’in de içinde yer aldığı birçok ünlü biyolog, felsefeci ve ilahiyatçı, tektanrılı dinlerle evrim teorisini çelişkili görmemişlerdir.

Doğuştan ahlaki özelliklerimizin Allah’ın bir planı ile oluştuğu görüşünün, bunların kör-tesadüfi süreçlerle oluştuğu görüşünden daha iyi bir açıklama olduğunu, iki hususa dikkat çekerek savunacağım: 1.Ahlaki farkındalık; 2. Rasyonel temel

Ahlaki farkındalık

Genel tektanrıcı inanç, insanların hayvan ve bitkilerden farklı bir şekilde ahlaki sorumluluğu olduğu yönündedir. Kendi türünden birine yardım etmek gibi, insan ve bazı diğer canlılarda gözlenen benzer bir “fedakar” davranışı örnek olarak ele alırsak, bunun “ahlaki farkındalık” ile yapılıp yapılmamış olması arasında önemli fark vardır. Hayatını feda edecek şekilde “fedakar” bir davranışı yapan arıların, bu davranışlarını, bilinçli bir şekilde iyi-kötü ve doğru-yanlışın “farkında” olarak ve ahlaki tercihte bulunarak değil de, genlerinde bulunan kodun “farkındalıksız” uygulayıcıları olarak gerçekleştirdikleri hususunda böcekbilimcilerin çoğunluğu hemfikirdir. İnsanların doğuştan ahlaki özellikleri ise, sadece otomat gibi bir hedefe yönelmelerinin ötesinde, diğer canlılardan farklı bir şekilde “iyi-kötü, doğru-yanlış, adaletli-adaletsiz” gibi temel kavramların “farkındalığıyla” ahlaki seçim yapacak bir kapasiteyi de kapsamaktadır.

Kör-tesadüfi süreçler sonucunda, “ahlaki farkındalık” gibi çok kompleks ve insana has bir özelliğin ortaya çıktığı iddiası mantıklı gözükmemektedir. Fakat kör-tesadüfleri dışlayan ve ahlaka, Allah’ın yaratma planı içerisinde özel anlamlar yükleyen tektanrıcı dinler açısından, diğer canlılardan farklı olarak insana has ve kompleks böylesi bir özelliğin verildiğini düşünmek için -R. Swinburne’ün de dikkat çektiği gibi- iyi nedenler vardır. Sonuçta insanların, doğuştan sahip olduğu “ahlaki farkındalık” özelliğinin olması, Allah’ın insanı yarattığı doğruysa olası bir beklentiyken, ateist yaklaşım doğruysa umulmayacak bir özelliktir. “Neden insana has ve kompleks bir özellik olan ‘ahlaki farkındalık’ oluştu?” sorusu, Allah’ı merkeze alan bir varlık anlayışı (ontoloji) içerisinde ateist anlayıştan daha iyi cevap bulmaktadır.

Ahlakın rasyonel temeli ve Allah

Burada yanlış bir anlama olmaması için şu hususun altını çizmeliyim: Birçok ateist, tektanrılı dinlerin inananlarından elbette çok daha ahlaklı olabilir. Ateist böyle olmakla, başta bahsedilen doğuştan özelliklerle uyumlu davranmaktadır. Fakat burada tartışılan sorun “ahlaklı olup olmama” değil, bu halin “rasyonel temelinin” olup olmamasıdır.

Ateistler, söz konusu doğuştan özellikleri kör-tesadüfi süreçlerin neticesi olarak değerlendirdikleri için, ateist biyologlar Ruse ve Wilson gibi, ahlakı bir “yanılsama” olarak görmek durumundadırlar. (Nietzsche ve Sartre gibi ünlü ateist filozoflar da Allah’ın yokluğunda ahlaki değerlerin doğruluk değeri kalmayacağına dikkat çekmişlerdir.) Ahlakın en önemli özelliklerinden biri “bağlayıcılığı”dır. Ancak “öldürmeyeceksin” veya “çalmayacaksın” gibi ilkelerin bağlayıcı özelliğine “rasyonel temel” bulunabilirse, ahlakın rasyonel temeli olduğu söylenebilir. Doğuştan ahlaki özelliklerimiz, ahlaki eylemin gerçekleşmesine bir destek olmasının yanında, kompleks ahlaki kavramları bilmemizi ve ahlaki farkındalığa sahip olmamızı sağlamaktadır; fakat bu özellikler, kör-tesadüfi süreçlerin bir ürünü olarak kabul edilirse, ahlaki emirlerin bağlayıcılığı için “rasyonel temel” sunamaz. İnsanların çıkarları, arzuları ve tutkuları -kimi zaman- ahlaki gerekliliği yerine getirmemeye sebep olabilir.

Örneğin yere düşen, içi para dolu bir cüzdanın, hiç kimsenin görmeyeceğinin garanti olduğu ve bu parayla hayatın sonuna kadar rahat yaşanabileceği bir durumda, “çalmayacaksın” ahlaki ilkesi gereğince alınmaması için, -Allah’ın varlığı yok kabul edildiğinde- herhangi bir “rasyonel temel” bulunamaz. Bahsedilen doğuştan özellikler veya çeşitli kültürlerin verdiği eğitimin şekillendirmesi elbette parayı iade etmeyi sağlayabilir ama bunun “rasyonel temeli” ateist dünya görüşüyle gösterilemez. Zira natüralist-ateist anlayışa göre doğa dışında varlık yoktur; fiziksel olarak doğa ise itme-çekme, dalga-parçacık, madde-enerji gibi unsurlardan oluşmuştur ve doğanın bu özelliklerinin hiçbirisinde, ahlakın zaruri şartı olan bağlayıcılığının temellendirilebileceği bir zemin bulunamaz. Fakat insanın üstünde bir otorite olan Allah’ın emirleri, her koşulda, ahlakın bağlayıcılığı için gerekli “rasyonel temeli” sağlamaktadır. İnsanı kör-tesadüflerin sonucu kabul eden bir anlayış, insanın diğer canlılardan farklı olarak ahlaki özellikleri olması gerektiği görüşüne “rasyonel temel” bulamaz. Bu anlayışı kabul edenler, ellerini yıkarken bakterileri öldürmeleriyle, suçsuz bir insanı öldürmeleri arasındaki fark gibi, çok temel bir ahlaki görüşü bile temellendiremezler. Her şeyin tesadüflerle birbirinden evrimleştiği bir anlayış açısından, insan hayatını bakterilerden daha anlamlı kılacak “rasyonel temel” nedir?

Burada ateistlerin cevap vermesi gereken çetin soru şudur: Neden doğa, ancak Allah varsa “rasyonel temeli” olacak doğuştan ahlaki özellikler oluşturmuştur? Doğal süreçleri Allah’ın aracı-sebepleri olarak gören tektanrıcı dinler açısından, bu doğal süreçlerin, gözümüzü Allah’a çevirtmesi beklenecek bir durumdur. Fakat ateist doğa anlayışı açısından, sadece bu dünyadaki yaşam ve genleri aktarma mücadelesiyle ilgili olarak oluştuğu düşünülen doğuştan ahlaki özelliklerimizin, ahlaklı yaşama ilkesini “rasyonel” kılacak bir yönü yoktur.

Sonuçta modern bilimin verileri, doğuştan ahlaki özelliklerimizin var olduğunu göstererek “boş levhacı” yaklaşımları geçersiz kılmıştır. İnsanların doğuştan sahip oldukları, insan türüne has ve çok kompleks bir özellik olan “ahlaki farkındalık” ve bu doğuştan özelliklerin ancak Allah varsa “rasyonel temel” bulacak olması; bahsedilen doğuştan özelliklerin Allah tarafından insanlara yerleştirildiği görüşünün ateist yaklaşımdan daha iyi bir açıklama olduğunu göstermektedir.

5 Ocak 2015 Pazartesi

Tanrı Konuşuyor - I -


 

      Kamile İNCE          

 
Tanrı, Hosea’ya, “ Git, kendine eş olarak bir fahişe al..” *
Hosea, denileni yapar. Gider,  Deblaim’in kızı Gomer’i alır, evlenir; çocukları olur. İki erkek, bir kız: Jezreel, Lo-Ruhamah ve Ammi...

Tanrı bu çocuklara sahip çıkmaz:” Siz benim halkımdan değilsiniz, ben de sizin tanrınız değilim,” der ve ekler:” Artık İsrail’e merhamet etmeyeceğim.”

Tanrı, Gomer’in çocuklarından Jezreel'e, kardeşleri  Ammi ve Ruhamah’a  şu sözlerini aktarmasını ister:

“ -Annenizle birlikte yalvarın, yalvarın! - O benim karım, ben de onun kocası değilim- fahişeliğini silsin, uzaklaştırsın bu imajı üzerinden, zinayı kalbinden söksün, atsın… aksi taktirde anadan doğma  onu çırıl çıplak soyar, sonra bir hayvana yapıldığı gibi yönünü kurak topraklara çevirtip onu orada susuzluktan öldüreceğim.”

-“ [Gomer], eski aşklarıma döneceğim dediği için, çocuklarına da acımayacağım. Onlar bir fahişenin çocuklarıdır.  

Gomer’in ise hayatından memnun olmadığı anlaşılıyor. Tanrı’nın tehditlerine kayıtsızdır: Siz bana ne veriyorsunuz da hükmetmeye kalkışıyorsunuz?

Tanrı,

“ [Gomer], eski aşıklarının ona ekmek, yağ, yün, içecek verdiğini söylüyor. Ona gününü göstereceğim.  Onun yolunu dikenlerle öreceğim ki, giderken yolunu bulamasın. Ona her şeyi bol bol verenin BEN olduğumu,  BAAL’a sunduğu altın ve gümüşlerin benim olduğunu bilmiyor. Çıplaklığını örtsün diye verdiğim yün bile…”

Bu kısımda Gomer’in evliliği için teşvik edici olmaktan başka hiçbir iyilik yapmamış olan Tanrı’nın neyin bedelini ne olarak geri istediği anlaşılmıyor. Gomer’e, çocuklarına, İsrail’e, Ephraim’e, hemen herkese kızgın ve oldukça kırgındır.  Yapılan her hareketin gözünün önünde gerçekleştiğini söylerken, yapılanlar konusunda kendisine önceden neden bilgi verilmediği yolunda alıngan bir refleks gösteriyor. “Arpayı, yağı, yünü, üzümü, şarabı ben size verdim,”diyor. Karşılığında gereken ilgiyi görmeyen Tanrı'nın şimdi verdiklerinden ve yapıp ettiklerinden  pişman olduğu görülüyor. Kızıyor...Şantaja başvuruyor! Tehdit yaylarını gererek oklarını Gomer’e çeviriyor:

“- Şimdi aşıklarının gözleri önünde onun bütün ayıplarını bir bir ortaya dökeceğim; hiç kimse onu elimden kurtaramaz..”

Adım adım öfke ateşinin yüreğini alevlendirdiği Tanrı, oturduğu yerde, Gomer’le yüzleşmeden Gomer’in başına neler getireceğini sıralamaya devam ediyor:

“-Onun sevincini söndüreceğim, istediği kadar bunlar benim payım desin,;üzüm asmalarını, incir ağaçlarını kurutacağım..”

Bu kadarla yetinmez; Gomer’in bağ bahçelerini bozup kökünden sökerek vahşi hayvanların otlayacağı bir meraya dönüştüreceğini söyledikten sonra, Tanrı içini çekerek kendi kendine söylenir:

“- Şimdi eski aşıklarına dönüp beni unutsun bakalım, unutmak neymiş.”

“ Bana değil, bayramda Baal’e tütsü yakıyor. Onu o gün orada kendi elimle cezalandıracağım…”

Kendisine ihanet eden İsrail'e bol bol beddua ederek, onun için ayrıca olmadık kötülükler tasarlayan Tanrı,  bunları bir bir nasıl gerçekleştirip, onu diyar diyar dolaştıracağını söylerken, arada ve çok sık olarak sözü dolaştırıp durup Ephraim’e getiriyor. Ephraim'in  yaşam tarzı hakkında, söylediği şarkılar, yaşadığı aşklar, gezip geçtiği yerler hakkında içinde yanıp tutuşan bir kıskançlık ateşiyle  ver yansın ediyor...

Bir sonraki bölümde bu konuyla ilgili özeti vereceğim.

 
*NOT:Bu yazıda aktarılan konuşmalar ve araya sıkıştırılan kompozisyon paragrafları  için temel alınan kaynak,“Eski Ahit/Old Testament” Hosea kısmı.