30 Aralık 2014 Salı

Tanrı Parçacığı : Felsefi Bir Değerlendirme


Prof.Dr. Caner Taslaman
Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi

                            ÖZET
Son yıllarda hiçbir bilimsel konu “Tanrı Parçacığı” (Higgs Bozonu) ve onla ilgili CERN’de yapılan deneyler kadar geniş halk kitlelerinin ilgisini çekmedi. Bu makalede, önce, bu parçacığın ne olduğu ve CERN’de neler olup bittiği kısaca tanıtılacaktır. Sonra bu parçacığın Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu ispat ettiği şeklindeki hatalı yaklaşımlar düzeltilmeye çalışılacaktır. Ayrıca bu parçacıkla Tanrı’nın gizliliği arasında kurulabilecek analoji ele alınacaktır. İlaveten insan zihninin matematiği kullanarak evreni anlamasından nasıl felsefi çıkarımlar yapılabileceğine de değinilecektir. Son olarak, bu parçacığın bulunmasıyla fiziğin temel sorunlarının çözülüp çözülmediği ve bilimin sınırlarının ne olduğu incelenecektir.

GİRİŞ

Çıplak gözle nüfuz edemediğimiz mikro dünya, ilk olarak 2500 yıl kadar önce, Antik Yunan Atomculuğu ile felsefenin gündemine gelmiştir. Antik Yunan’da “atom” bölünemeyen, en küçük birim demekti. Bu dönemin Atomcuları görünemeyen bu en küçük parçadan hareketle ontoloji oluşturuyorlar, değişimi ve değişimin arkasındaki değişmeyen özü açıklamaya çalışıyorlardı. Daha sonra İslam düşüncesi içinde yer alan Kelam Atomculuğu gibi yaklaşımlarla da mikro dünya felsefi ve teolojik yaklaşımların gündeminde olmaya devam etti. Newton, 17. yüzyılda, gazların genişlemesini, gazı oluşturan atomların boş uzaya yayılması olarak açıklarken bile mikro dünya deneysel ve gözlemsel bilimin konusu olamamıştı.

İlk olarak, 19. yüzyılda, John Dalton, kimyasal bileşikler üzerinde çalışarak, doğrudan atomu gözlemleyemese de deneysel ve gözlemsel verilerden hareketle bir atom teorisi oluşturdu. 1897’de Cambridge’te, John Thompson’un, atomun hareket halindeki parçacıklardan oluştuğunu keşfetmesi mikro dünya hakkındaki anlayışlarımız açısından önemli bir dönüm noktasıdır. “Atom”un, literal anlamına zıt bir şekilde bölünebileceği anlaşıldıktan sonra da “atom” ifadesi kullanılmaya devam etti. 20. yüzyılda, atom ve atom-altı parçacıkların, gelişmiş teknolojinin yardımıyla gözlemlendiği birçok deney ve gözlem yapılırken, atom, felsefe ve teolojiden çok bilimsel çalışmaların objesi oldu. Önce proton ve nötronların çekirdekte olduğu, elektronların etrafta döndüğü güneş sistemimize benzer bir atom resmi karşımıza çıktı.[1] Daha sonra proton ve nötronlar da yüksek teknoloji harikası parçacık hızlandıcılarda bölündü ve bunları oluşturan “kuark” denen daha temel parçacıkların varlığı öğrenildi.

Albert Einstein, Niels Bohr, Paul Dirac, Max Planck, Ernest Rutherford, Wolfgang Pauli ve Abdus Selam gibi birçok önemli fizikçinin değerli teorik çalışmaları, ayrıca parçacık hızlandırıcılarda çok yüksek teknoloji ve büyük maliyetlerle yapılan deneylerin birleşimiyle “standart model” denilen tablo elde edildi. Bu tablo, eş parçacıklar şeklinde gözüken kuark çiftlerinden (up ve down kuarklar gibi), eş parçacıklar şeklinde gözüken lepton çiftlerinden (elektron ve elektron nötrino gibi), ayrıca kuvvet taşıyıcısı olan bozonlardan oluşmaktadır. Bu tablodaki tüm bu unsurlar, mükemmel matematiksel açıklamayla beraber deneysel doğrulamayı beraber içermek erdemine sahiptirler.

Sadece bu haliyle standart model “Bahsedilen parçacıklar, birbirlerinden oldukça farklı kütlelerini nasıl kazandı” sorusuna cevap veremez. Bu konu üzerinde çalışan fizikçilerden biri olan Peter Higgs, 1964 yılında, temel parçacıkların, her yerde mevcut olan bir alan (“Higgs Alanı” olarak anılmaktadır) ile sürekli etkileşimleri sonucu kütle kazandıklarını açıklayan modelini ortaya koydu.[2] Bu alanın parçacık olarak gözlemlenmiş haline Higgs Bozonu, Higgs Parçacığı veya kısaca Higgs denmektedir; bu parçacığın sonradan popüler olan ismiyse “Tanrı Parçacığı”dır.

CERN’den yapılan açıklamalara göre Higgs’in teorik çalışmasından 48 yıl sonra, 2012 yılında, bu parçacığın varlığı (dolayısıyla Higgs Alanı’nın varlığı) deneysel olarak doğrulandı. Bu deney sürecinde ve sonrasında, bahsedilen parçacık popüler ismi olan “Tanrı Parçacığı” ile sıkça gündeme geldi ve bu parçacığın, Tanrı’nın varlığını gereksiz kıldığı veya Tanrı’nın varlığını ispatladığı gibi asılsız iddialarda bulunuldu. Sokrates’ten beri gelen felsefe geleneğinde, yanlış iddiaların yanlışlığının sergilenmesi felsefenin vazifelerden biri olarak gösterilmiştir. Bu geleneği takip ederek, bu iddiaların hatalarını göstermek, bu makaledeki başlıca hedeflerimizdendir. Bunlara ilaveten Tanrı’nın gizliliği ile Tanrı Parçacığı arasında kurulan analojiden bazı dersler çıkarıp çıkaramayacağımıza; ayrıca insan zihninin evreni anlamasındaki bu başarısından hangi felsefi sonuçları çıkarabileceğimize de değineceğiz. En son olarak, fizik ve fizik felsefesi ile bilim felsefesinde varlığı devam eden sorunlara ve biliminin sınırlarına dikkat çekerek makalemizi bitireceğiz. Tüm bunları yapmaya girişmeden önce Tanrı Parçacığı’nın ne olduğunu, önemini ve CERN’de yapılanları kısaca anlatmaya çalışacağız.

CERN’DEKİ DENEYLER VE “TANRI PARÇACIĞI”

Kütlesiz bir cisim birçoğumuz için o kadar düşünülemezdir ki, kütlenin nasıl kazanıldığı sorunu çok temel bir fiziksel gerçeklikle ilgili olmasına rağmen, herhalde birçoğumuzun aklından bile geçmemiştir. Nitekim 20. yüzyıldan önceki fiziğin birçok dev isminin de bu sorunu gündeme bile getirmemiş olmaları herhalde böylesi bir durumdan kaynaklanmaktadır. Kütle, harekete karşı dirençtir ve kütle olmasaydı; bütün her şey, kütlesiz fotonlar gibi ışık hızında savrulurdu, böylesi bir evrende ise ne yıldızlar ne dünyamız ne de biz var olabilirdik. Ancak 20. yüzyılda, parçacıkların nasıl kütle kazandığı ve bunla ilgili diğer sorular fizikçilerin önemli bir gündem maddesine dönüştü. Higgs, çalışmalarıyla, temel parçacıkların nasıl kütle kazandıkları ve bu konuyla ilgili birçok sorun için oldukça başarılı matematiksel bir model önerdi. Bu modelin başarılı uygulamaları modele güveni arttırdı. Örneğin Nobel Ödülü’nü kazandıkları ve Higgs Mekanizması’nı kullandıkları çalışmalarında Abdus Selam ve Steven Weinberg, evrendeki dört temel kuvvetten ikisini; elektromanyetik kuvvet ve zayıf nükleeer kuvveti birleştirmek (bu bileşik kuvvet “elektro-zayıf kuvvet” olarak anılır) gibi önemli bir başarıya imza attılar.[3]

Bilim tarihini incelediğimiz zaman, birçok önemli keşfin önce teorik olarak ortaya konduğunu daha sonra gözlemsel kanıtın elde edildiğini görmekteyiz. Kimi zaman, evrenin genişlemesinin anlaşılmasında olduğu gibi, önceden ortaya konmuş teoriden bağımsız olarak hareket eden bilim insanları gözlemi gerçekleştirirler: Edwin Hubble, evrenin genişlediğini gözlemlediğinde Georges Lemaitre ve Alexander Friedmann’ın teorik bulgularını bir çalışma çerçevesi olarak benimsememişti.[4] Kimi zaman, kozmik fon radyasyonun bulunmasında olduğu gibi, önceden ortaya konmuş teoriye bağımlı hareket eden bilim insanları araştırma yaparken, başkaları tesadüfen buluşu yaparlar, fakat ne bulduklarını anlamaları önceki teorinin yardımıyla mümkün olur: Robert Dicke ve arkadaşları, önceden George Gamow ve arkadaşlarının teorik olarak gerekliliğini ortaya koydukları kozmik fon radyasyonunu ararlarken; bu radyasyonu gözlemek ve Nobel Ödülü’nü almak, bahsedilen radyasyonu başka bir konuda çalışırken rastlantısal bir şekilde bulan Arno Penzias ve Robert Wilson’a nasip oldu (önceden bu radyasyon teorik olarak bilinmese, muhtemelen neyi bulduklarını anlayamayacaklardı).[5] Bazen deneysel gözlemsel süreç, tamamen önceden ortaya konan teorinin rehberliği doğrultusunda yürütülür ve teori deneysel olarak doğrulanır. Standart modeldeki birçok parçacığın keşfi, örneğin 1995’te “top kuark”ın keşfi, böylesi bir sürece örnektir.[6] Higgs Bozonu’nun keşfi de böylesi bir sürece örnektir. Zaten, bu Higgs Bozonu’na özel tasarlanan ve çok yüksek teknolojiyle pahalı deneysel şartları gerektiren süreç incelendiğinde, teoriden bağımsız ve rastlantısal bir süreçle bu parçacığın bulunmasının mümkün olmadığı görülecektir.

Higgs Alanı, evrenin her yerinde mevcut olan bir alanı ifade etmektedir; balıkların kendilerini yaşatan suyun farkında olmadan suda yüzdükleri gibi, biz de kütlemizin sebebi bu alanın farkında olmadan yaşamaktayız. Anlaşılmayı kolaylaştırmak kastıyla sıkça verilen örneklere benzer bir örnekle Higgs Alanı’nın ne olduğunu anlatmaya çalışalım: Belli bir alandaki kalabalığı Higgs Alanı gibi düşünebiliriz. Bu alandan çok ünlü bir şarkıcının, daha az ünlü bir şarkıcının ve hiç kimsenin tanımadığı bir kişinin geçmeye çalıştığını hayal edelim: Bu alandan geçerken çok ünlü şarkıcı, etrafına toplanan yoğun kalabalık sebebiyle en zor hareket eden kişi olacaktır (kütlenin harekete karşı direnç olduğunu hatırlayalım), daha az ünlü şarkıcı ilkinden daha az zorlansa da onun da hareketini etrafına toplananlar engelleyecektir, hiç kimseyle temas etmeyen son kişi ise ortamdan hiç hız kesmeden geçebilecektir. Benzer şekilde, fotonlar Higgs Alanı ile hiç etkileşime girmedikleri için mümkün olan en yüksek hız olan ışık hızında hareket ederler, top kuark ise bu etkileşimin sonucunda eşi bottom kuarkın 40 katına yakın kütleye sahip olmaktadır. Bazen ise bahsettiğimiz kalabalık, kendi içinde toplanıp sohbet etmek suretiyle bir yerde kümelenebilir; bu ise analojimizde Higgs Alanı’nın Higgs Parçacığı olarak gözlenmesine karşılık gelmektedir.

Higgs Parçacığı’nın gözlemlenmesini 48 yıl erteleten sebep, bu parçacığın bulunması için çok yüksek enerji değerlerine çıkılmasının gerekliliği oldu. Higgs Parçacığı’nın kütlesi, bir protonun kütlesinin yüz katından daha büyük olduğu için çok yüksek enerji değerlerine çıkılması gerekiyordu; bu değerlere çıkıldığında ise bu parçacık saniyenin çok küçük dilimlerinde görünüp hemen kayboluyordu. Bu ise çok yüksek teknoloji, çok geniş ve sofistike bir ekip çalışmasının yanında milyarlarca dolarla ifade edilen çok yüksek bir bütçeyi ve çok büyük bir parçacık hızlandırıcı makineyi de gerektiriyordu. İsviçre-Fransa sınırında, CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) inşa edilen, yüzlerce metre yer altında ve 17 mil uzunluktaki, insanlık tarihinin en büyük ve en pahalı makinesi olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı gibi bir makine olmadan Higgs Parçacığı’nın gözlemlenmesi mümkün olamazdı.[7] Burada, binlerce mıknatıslı bir sistemin yardımıyla, çok yüksek hızlarda, saniyede yüz milyonlarca proton çarpıştırıldı ve çok özel tekniklerle bu çarpışmaların sonucu gözlendi (Higgs çok hızlı bir şekilde gözüküp kaybolduğu için ancak çok özel teknikler ve bıraktığı izlerle gözlemlenebildi). CMS ve Atlas adında iki grup birbirlerinden bağımsız olarak çalışmalarını yürüttü ve ikisi de 2012’de Higgs’i bulduklarını açıkladılar. Higgs aranırken, bu alanla-parçacıkla ilgili zaten yapılan felsefi ve teolojik tartışmalar, bu açıklamayla zirveye ulaştı.

“TANRI PARÇACIĞI” TANRININ VARLIĞI VEYA YOKLUĞU HAKKINDA BİR DELİL OLABİLİR Mİ?

Nobel Ödüllü fizikçilerden Leon Lederman, 1993’te ilk kez yayımlanan “God Particle (Tanrı Parçacığı)” kitabında, Higgs Bozonu’na “Tanrı Parçacığı” takma adını verdiğini söyledi. Bu parçacığın, fizik açısından çok önemli olmasına rağmen bir türlü deneysel olarak doğrulanmamasına dikkat çekerek ve çıkardığı dertler ile açtığı masraflar nedeniyle “Tanrı’nın Cezası Parçacık” ismini almayı da hak etmesine rağmen yayıncının bu ismi kabul etmeyeceğini söyleyerek, bu adı takma sebebini açıkladı.[8] Daha sonra bu isim medyada “Higgs Bozonu”nun önüne de geçerek çok popüler oldu. Higgs, parçacığın bu ismi almasından memnun olmadı ve dindarların rencide olabileceklerini söyleyerek bu ismi eleştirdi.[9] Diğer yandan birçok kişi, kendi ismini kısmen geri plana ittiği için bu isme karşı çıktığını düşündü. Kimilerine göre bu isimlendirme, bilimsel bu konunun müthiş ilgi çekmesini tetiklediği için hayırlı oldu; kimilerine göre birçok yanlış anlayışı tetiklediği için zararlı oldu. Fizikçiler bu ifadeyi kullandıklarında (aslında daha çok “Higgs” ifadesini kullanırlar) ancak metafor olarak kullanıyor olsalar da literal anlamda kullandıklarına dair yanlış zan oldukça yaygınlaştı. Sonuçta bu ismin verilmesi; bu parçacığın-alanın fizik açısından çok temel özelliklere sahip olması, şakacılık, marketing gibi birçok unsurla ilişkili olsa da -yayılan yanlış kanı sonucu zannedildiği gibi- Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu ispat gibi bir iddiayla ilişkisi yoktur.

Bu isimlendirme dışında bu parçacığın bulunmasının Tanrı’nın varlığını ispatladığını veya Tanrı’yı gereksiz kıldığını söyleyen yorumlar da yanlış anlamaları çoğalttı. Bu parçacığın bulunuşunu Tanrı’nın ve Hıristiyanlığın lehinde bir durum olarak değerlendiren şu yorum bunlara bir örnektir:

Eğer ki bir Hıristiyan isen, Higgs Bozonu ile ilgili haberleri mutlulukla karşılıyorsundur, çünkü bu haberler, zaten şahsen deneyimlediğin gerçekliği tasdik ediyorlar: Bir Tanrı’nın var olduğunu ve Tanrı ile İsa Mesih’e inanmak suretiyle bir ilişki kurabileceğini.[10]

Bu parçacıkla-alanla kütle kazanmanın mekanizmasının evrendeki tasarımı gösterdiği gibi bir yaklaşımla, bu parçacığın bulunmasını tasarım delili açsından kullanmak isteyen teist düşünürler olabilir. Fakat evrendeki hassas ayarlar ile ilgili veriler zaten çok olduğu ve bu tartışma daha ziyade çok-evrenler teorileriyle evrenin tasarlandığı fikrine karşı çıkılıp çıkılmayacağı gibi hususlar üzerinden yapıldığı için bu parçacık bu yönüyle gündeme pek gelmemiştir.[11] Bu parçacığın “Tanrı’nın varlığını ispatladığı” söylendiği durumlarda ise yukarıdaki alıntıda olduğu gibi temelsiz, daha ziyade retoriksel yaklaşımlar sergilenmiştir.

Diğer yandan “Tanrı Parçacığı”nın bulunmasıyla standart modelin tamamlandığını ve Tanrı’nın varlığına ihtiyaç kalmadığını söyleyenler de oldu. Örneğin internette şöyle bir cümle yaygınlaştı: “4 Temmuz 2012 tarihi itibariyle, Tanrı tamamen gereksiz olmuştur.”[12] Öncelikle standart modelin evrenimizle ilgili tüm bilgiyi sunmadığını, örneğin yer çekimi kuvvetini bu modelin açıklayamadığını belirtmeliyiz (ilerleyen sayfalarda modern fiziğin eksikliklerini ve genelde bilimin sınırlarını ele alacağız). Fakat bu tip iddialarda asıl dikkat edilmesi gerekli temel yanlış, din felsefesi açısından önemli bir konu olduğunu düşündüğümüz ve yanlış spekülasyonların en önemli kaynaklarından olan “boşlukların tanrısı” (God of the gaps) yaklaşımlarıyla ilgilidir. “Boşlukların Tanrısı” yaklaşımlarını ileri sürenler, teistlerin Tanrı’nın varlığı konusundaki yegane dayanaklarının evren ve canlılar konusunda bilinmeyen hususlar olduğunu, bu bilinmeyen boşlukları Tanrı ile doldurduklarını, dolayısıyla boşluk kalmazsa Tanrı’ya gerek kalmayacağını düşünmektedirler. Gerçekten de bazı teistler, “Bak kalbin nasıl attığını bilmiyoruz, demek ki Tanrı kalbi yapmış” veya “Yıldızların ışığının nasıl üretildiğini bilmiyoruz, demek ki Tanrı yıldızları yapmış” gibi yaklaşımlar göstermişlerdir. Fakat Tanrı’nın varlığıyla ilgili argümanlar ileri süren günümüz teist felsefecilerinin ve teologların hemen hiçbiri “boşlukların Tanrısı” yaklaşımlarını benimsememektedirler. Günümüzde ileri sürülen kozmolojik delillerin veya tasarım delillerinin hepsi modern bilimin sunduğu verilere dayandırılmaktadır; evren konusundaki cehaletimize değil.[13]

Bu yüzden “Tanrı Parçacığı”nın bulunmasıyla bir boşluğun daha tamamlandığını, böylece Tanrı’nın varlığının gereksiz olduğunu veya Tanrı’ya ihtiyacın azaldığını söyleyenler; çok sık tekrarlanan mantık hatalarından biri olan ve mantık literatüründe “korkuluk hatası” (straw man fallacy) olarak anılan hatayı işlemektedirler. “Korkuluk hatası”nı işleyenler, karşıt görüşün gerçek fikrini göz ardı etmekte, onun yerine karşıt görüşün kötü veya abartılı bir örneğine karşı -gerçek pozisyonmuş gibi- eleştirilerini yöneltmektedirler. “Boşlukların Tanrısı” yaklaşımlarını teizmin gerçek pozisyonu gibi gösterip “korkuluk hatasını” işleyenlerin içinde Stephen Hawking gibi ünlü bilim insanları da vardır.[14] Burada dikkat edilmesi gerekli önemli bir husus, fizikçilerin, her ifadelerinin fizikle ilgili olmadığıdır; fizikçiler kimi zaman evren veya madde üzerine konuşurken felsefe veya teoloji gibi alanlara geçmekte, fakat kişileri söylediklerinden ziyade akademik kimlikleriyle değerlendirenler, birçok zaman, bu geçişi anlayamamakta ve bu söylenenleri bilimin deneysel ve gözlemsel verileriyle karıştırabilmektedirler.

“Tanrı Parçacığı”nın bulunmasıyla, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu lehinde bir durum oluşmadığını şuradan da anlayabiliriz: 1964’de bu parçacığın-alanın varlığı teorik olarak ileri sürülmüştür ve bu parçacık kadar popüler olmasalar da alternatif bazı kütle verici fiziksel mekanizmaların varlığı da ifade edilmiştir. Fakat bu tarihten önceki veya sonraki, teist ve ateist fizikçilerin, filozofların ve teologların tutumlarını incelediğimizde; bu parçacığın var mı yok mu olduğu hususunda, teistler bir tarafta, ateistler bir tarafta şeklinde bir bölünmeye rastlamıyoruz. Eğer ki bu parçacığın varlığı Tanrı’nın varlığı veya yokluğu lehinde bir delil niteliğinde olsaydı, böylesi bir bölünmeyi bekleyebilirdik. Nitekim evrenin başlangıcı olup olmadığı konusunda bilimsel veriler açığa çıkmadan önce; teistlerin evrenin başlangıcı olması gerektiğini, ateistlerin ise evrenin ezeli olduğunu söylediği böylesi bir bölünme gözlemlenmişti, böylece bu hususta -bazı istisnalara rağmen- belirgin bir bölünmeye rastlanmıştı.[15] Fakat “Tanrı Parçacığı” üzerinden böyle bir bölünmenin yaşanmaması, bu parçacığın Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu ispat eden bir delil olmadığının delillerinden biridir.

“TANRI PARÇACIĞI” VE TANRI’NIN GİZLİLİĞİ SORUNU ARASINDAKİ ANALOJİ

Din felsefesi açısından “Tanrı’nın gizliliği” (hiddenness of God) önemli bir başlıktır. Ateist felsefeciler, Tanrı varsa bunun neden apaçık olmadığını ve Tanrı’nın neden gizlendiğini gündeme getirerek teizme itirazlarda bulunmuşlar; teistler, Tanrı’nın varlığı için yeterli delil olduğu (kozmolojik delil, tasarım delili gibi) için tam olarak gizli olmadığı ve Tanrı’nın daha açık varlığını göstermesiyle insanların özgür iradeleriyle imtihanda olmalarıyla ilgili olgunun zedeleneceği gibi cevaplar vermişlerdir. Burada bu tartışmanın detaylarına girmeyeceğiz fakat bu meseleyle “Tanrı Parçacığı” arasında kurulabilecek bir analojiye dikkat çekeceğiz.

Teizme göre Tanrı, her an her yere hakimdir, varlığımız her an O’nun sayesinde devam etmektedir, diğer yandan insanların duyu organlarıyla algılayamayacakları şekilde duyu organlarımızdan gizlidir. “Tanrı Parçacığı” da evrenin her an her yerinde mevcuttur, şu anda varlığımızı mümkün kılan kütlemizin varlığı bu alan-parçacık sayesinde devam etmektedir, diğer yandan bu kadar temel bu parçacığın varlığı duyu organlarımızdan gizlidir. Bu analojiyi kullanan bir teist, “Bakın bu kadar temel ve her an varlığımızı borçlu olduğumuz fiziksel bir varlığı duyu organlarımızla algılayamamamıza rağmen varlığını modern bilim ispat etmiştir, demek ki Tanrı’nın her şeyden daha temel ve her an varlığımızı O’na borçlu olmamıza rağmen duyu organlarıyla O’nu algılayamamamızda mantıki bir çelişki yoktur” diyerek, Tanrı’nın varlığının gizliliği sorununa cevap verebilir.

Analojilerin sınırları hakkında felsefe literatüründe çok şey söylenmiştir; diğer yandan analojilerin birçok zaman ufuk açıcı boyutu olduğu da yadsınamaz, zaten analojilerin birçok alanda yaygın kullanılmasının sebebi de budur. Bu analoji de fonksiyonları abartılmamak şartıyla kullanılabilir. Fakat bu analoji, sadece savunmacı bir yaklaşımda kullanılabilir; açıklayıcı olamaz. Yani teizme “Tanrı’nın gizliliği” başlığıyla gelecek itirazlarda bir savunma aracı olarak veya savunmalara katkıda ifade edilip; bir şeyin apaçık algıdan gizli olmasının yokluğunu göstermediğini, Tanrı’nın gizliliğinden hareketle ateistik bir ontolojinin temellendirilemeyeceğini ifade ederken kullanılabilir. Fakat Tanrı’nın gizliliğinin sebebini açıklayan bir analoji olarak veya açıklayıcı yaklaşımlara katkı sağlayan bir analoji olarak değerlendirilemez.

EVRENİN RASYONEL YAPISI VE İNSAN ZİHNİNİN EVRENİ ANLAMASI

“Tanrı Parçacığı”nın bulunmasıyla insanoğlunun en büyük başarılarından birine imza atılmış oldu. Bu başarının ardında geçtiğimiz yüzyılda iki dünya savaşını yapan ülkelerin bir araya gelmesi, soğuk savaştaki ideoloji merkezli iki kutuplu dünya sisteminde iki ayrı kutupta yer alan devletlerin beraber çalışmaları, milyarlarca doların farklı devletlerden gelen bütçeyle oluşturulması gibi uluslarararası ilişkiler hatta siyaset felsefesi açısından değerlendirilmesi ilginç olabilecek hususlar var. Burada, bunlara girmeden, çok daha temel olan ve bu keşfi mümkün kılan din felsefesi açısından önemli bulduğumuz bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Standart modeldeki parçacıkların nasıl kütle kazandığı gibi fiziğin dev sorunlarına karşı Higgs, matematik temelli bir açıklama getirdi, bu açıklama sorunları çok başarılı şekilde çözerken, hepimizin içinde olduğu, algılamamamıza rağmen etkileşimde olduğumuz ve bize kütle veren bir alandan- parçacıktan bahsediyordu; CERN’de böylesi inanılmaz bir iddia doğrulandı. Bu parçacıkla beraber bir kez daha doğrulanan önemli hususlardan biri; bu başarıyı da mümkün kılan bir olgu olan, evrenin dilinin matematik olduğudur. Yani matematiği evrene yükleyenin zihnimiz olmadığı ama evrenin özüne içkin matematiksel yapısını evrenden zihnimizin okuyabildiğidir. Bu, Phythagoras, Platon ve Descartes gibi felsefecilerle Galile, Kepler, Newton ve Einstein gibi fizikçilerin öngördüğü, felsefi-bilimsel yaklaşımlarını (bilim felsefesinde “realizm” olarak da ifade edilen) bu apriori kabul üzerinde oluşturdukları bir temeldir.

Einstein, en anlaşılmaz hususun evrenin anlaşılması olduğunu, birçok kişinin dikkatinden kaçan bir husus olan insan zihninin evreni anlamasının önemini, bu olgunun dinsel duygularla ilişkisini, kendinin Tanrı’ya inancına Tanrı’nın üstün zihnini açığa çıkaran evrendeki rasyonel yapının yol açtığını birçok kez ifade etmiştir.[16] Eugene Wigner’in dediği gibi “Mucizevi bir şekilde matematiğin dilinin fizik yasalarını formüle etmeye uygun olması, bizim anlayamadığımız ve hak edecek bir şey yapmadığımız mükemmel bir hediyedir.”[17] Burada birbirleriyle ilişkili üç tane ayrı fenomene dikkat etmek gerekmektedir: Birincisi, evrenin matematiksel yasalara uygun rasyonel yapıda olmasıdır. İkincisi, insanın bilinç ve mantıksal kurallarla işlemek gibi özellikleri sayesinde rasyonel bir zihne sahip olmasıdır. Üçüncüsü, insan zihniyle evrenin uyumlu olması sayesinde evrenin anlaşılabilmesidir. Din felsefesi açısından bu hususlarla ilgili önemli iddia, teizmin savunduğu bilinçli bir Tanrı’nın varlığının, bahsedilen fenomenleri açıklamada ateist-natüralist ontolojiden daha başarılı olduğudur. Buna göre varlık ve zihin (ontik ve logik) arasındaki uyumun kökeninde; evrenin ve zihnin aynı Yaratıcı tarafından yaratılması ve bilinçli bir şekilde bu uyumun oluşturulması vardır. 20. yüzyılın en sofistike ateisti olarak gösterilmiş olan Antony Flew, doğanın matematiğe uygun rasyonel yapısı olmasını, ateizmi terk edip Tanrı’nın varlığına inanmaya başlamasının sebepleri arasında saymıştır.[18] John Polkinghorne, evrim teorisinin doğal seleksiyon mekanizmasının günlük hayattaki sorunlarla başa çıkacak bir zihin yapısı oluşturmasının beklenebileceğini, fakat mikro dünyadaki kuantum teorisinin ve genel izafiyetin kozmolojik sonuçlarını anlayabilecek bir zihin yapısında olmamızın yaşam mücadelesindeki uyum süreciyle açıklanamayacağını söylemektedir. Polkinghorne, bahsedilen fenomenleri açıklamada teizmin ateist-natüralist anlayıştan daha başarılı olduğunu ifade etmektedir: Teizmin, “anlaşılabilirlik” ile ilgili soruna verdiği cevapta olduğu gibi; eğer ki evren ve insanlar rasyonel bir Tanrı’nın yaratmasının neticesi olduğu kabul edilir ise, evrendeki düzen ve insan zihninin bu düzeni kavraması başarılı bir şekilde cevaplanabilmektedir. [19]

Evrenin rasyonel-matematiksel yapısı ve insan zihninin buna nüfuz edebilmesi konusunda Higgs Bozonu çok enteresan bir örnektir. Fakat bu çok geniş konuda bu parçacığa güzel bir örnek olabilmesinden fazla bir mana atfetmemek gerekir. Bu konu, Higgs Bozonu’nun açıkladığı değil, fakat hatırlattığı önemli bir felsefi konu olarak değerlendirilebilir.

“TANRI PARÇACIĞI”, FİZİĞİN KALAN SORUNLARI VE BİLİMİN SINIRLARI

CERN’de aranan “Tanrı Parçacığı”nın bulunmasını takip eden süreçte fiziğin en ciddi sorunlarının çözüldüğü, fiziğin evrenle ilgili en temel soruların hepsini cevaplayabileceği şeklinde yanlış bir kanıyı yaygınlaştıranlar oldu. Buna ilaveten Tanrı’ya ihtiyacımız kalmadığı, çünkü evrenle ilgili bilgimizde bir eksiklik kalmadığı şeklinde görüşler ifade edildi. Daha önceki sayfalarda, evrenle ilgili artan bilgimizle Tanrı’ya ihtiyaç kalmayacağı görüşünün bir “korkuluk hatası” olduğunu söyleyerek, bu tip iddiaları cevapladığımızdan bir daha bu konuya girmeyeceğiz. Fakat bahsedilen yaklaşımda iki ayrı hata vardır ki burada onlara dikkat çekmek istiyoruz. Bunlardan birincisi “Tanrı Parçacığı”nın bulunmasıyla fiziğin temel sorunlarının halledildiği şeklindedir. İkincisi daha derin bir hata olan ve geçtiğimiz yüzyılda ciddi boyutta etkisi olan “bilimcilik”ten kaynaklanmaktadır; bu görüş hayatla ilgili temel soruların hepsini ancak bilimin cevaplayabileceği şeklindedir.

“Tanrı Parçacığı”nın CERN’de gözlemlenmesiyle standart modelin tamamen doğrulandığı söylenebilir, bu gerçekten de insanlık tarihinin çok önemli bir başarısıdır (bu parçacığı daha iyi anlama çabası ise devam etmektedir). Fakat her şeyden önce standart model yer çekiminin açıklamasını içermemekte ve modern fiziğin makrodaki en önemli teorisi olan izafiyet teorisi ile mikrodaki en önemli teorisi olan kuantum teorisini birleştirememektedir.[20] Bu sorun fiziğin olduğu kadar fizik felsefesinin ve bilim felsefesinin de en önemli sorunları arasındadır.[21] Modern bilimin kozmoloji modeline göre, evrendeki dört temel kuvvet, evrenin başlangıcında birbirlerinden ayırt edilemeyecek şekilde bitişikti, önce yer çekimi kuvveti; güçlü nükleer kuvvet, zayıf nükleer kuvvet ve elektro manyetik kuvvetten ayrılmıştır. Daha sonra kalan bu üç kuvvet birbirlerinden ayrılmıştır. Bütün bu ayrılmalar ise “Tanrı Parçacığı”nın kütleleri vermesinden önceki çok temel süreçlerdir. Sonuçta bu parçacıkla ilgili bulgular, bu parçacıktan önceki temel süreçler hakkındaki önemli soruları cevaplayamamaktadır. Ayrıca kara madde ve kara enerjinin gerçekte ne olduğu gibi birçok önemli sorun da bu parçacığın bulunmasıyla halledilmiş olmamaktadır.[22] Sonuçta bu parçacık bulunduktan sonra da fiziğin ve bunla ilgili olarak bilim felsefesi ve fizik felsefesinin birçok önemli sorunu hala cevaplanmayı beklemektedir.

Fakat bir an için bahsedilen fizikteki soruların da cevaplandığını; izafiyet teorisiyle kuantum teorisini birleştirmenin mümkün olduğunu, standart modelin yer çekimini kapsayacak şekilde geliştirildiğini, kara madde ve kara enerjiyle ilgili tam açıklamalara sahip olduğumuzu vb. düşünelim. Buradaki önemli soru şudur: Fiziğin bu en temel sorunları çözümlendiğinde evrenle ve hayatla ilgili temel sorunlarımız cevaplanmış olacak mıdır? Naif bilimcinin olumlu cevap vereceği bu sorudaki bizim cevabımız olumsuzdur. Dikkat edilmesi gerekli önemli bir husus, bilimin doğa yasalarının neler olduğu, bu doğal yasalarının neye sebep olduğu hakkında bize bilgi verdiği fakat “Niçin bu doğa yasalarının var olduğu” konusunun bile bilimin sınırları dışında bir konu olduğudur. Bahsedilen tüm bu başarılar gerçekleştirilmiş olsa bile Leibniz’in ünlü sorusu olan “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var”,[23] ayrıca buna ilave edebileceğimiz “Neden kaos yerine doğa yasaları var” veya “Neden doğa yasaları, evrende gözlenen tasarımları ve tüm çeşitliliği ile canlıların oluşumunu olanaklı kılacak şekildedir” tipindeki sorular cevaplanmış olmaz.[24]Bu tip soruları cevaplamaya kalktığımızda felsefe ve teoloji alanlarına geçmiş oluruz. Felsefe ve teoloji bu soruları cevaplarken, bilimin sunduğu verilerden faydalanabilir (doğal felsefe ve doğal teolojide olduğu gibi), fakat bu durumda bile bu soruların cevabı felsefe ve teoloji gibi alanlara geçilerek verilmektedir. Ayrıca genelde bilimin ve fiziğin metodunun ne olması gerektiği tipindeki sorunlar bile felsefenin alanındadır. “Bilimin metodu deney ve gözlemdir” şeklindeki bir cümle bile deneyin ve gözlemin konusu olamamaktadır. Çok ünlü bazı fizikçiler bile fiziğin sınırları ve bu temel sorulara felsefenin alanına geçmeden cevap verilemeyeceğinden habersiz gibidirler. Örneğin Stephen Hawking’in şu sözleri, eleştirdiğimiz zihniyetin bir örneğini ortaya koymaktadır:

(Bahsettiklerimize benzer sorular için) Geleneksel olarak bunlar felsefeye ait sorulardır ama felsefe ölüdür. Felsefe, bilimdeki özellikle fizikteki çağdaş gelişmelere ayak uyduramamıştır. Bilgi arayışımızdaki keşiflerin meşalesi artık bilim insanlarının elindedir.[25]

Hawking, bunları söyleyerek, çağdaş bilim felsefecilerinin ve fizik felsefecilerinin fizikteki gelişmeleri ne kadar yakından takip ettikleri ve fizikteki gelişmelere paralel ne kadar çok yayın yaptıklarından habersiz gibidir. Daha da ilginci, alıntı yaptığımız kitabının birçok yerinde “modele dayalı gerçekçilik” gibi bilim felsefesinin önemli konularına girmektedir ama felsefi iddialarla dolu kitabının başlangıcında “felsefe ölüdür” diye giriş yapmıştır. Burada, bir kez daha, fizikçilerin, fizikteki konularla ilgili olanlar dahil, her açıklamalarının bilimsel olmadığını; birçok zaman felsefe ve teoloji alanlarına geçiş yaptıklarını ama bu açıklamalarını bilimsel bir açıklama gibi sunduklarıyla ilgili hususa dikkat çekmek istiyoruz.

Fiziğin üzerine konuşunca bile fiziğin-bilimin sınırları aşılmasının yanında anlamla, ahlakla, aksiyolojiyle ilgili tüm sorunlar da –ki bunların birçoğu evren ve yaşam açısından çok önemli sorunlarla ilişkilidir- özelde fiziğin ve genelde bilimin sınırlarının ötesinde felsefe ve teoloji gibi alanlarla ilgilidir: “Bu evrenin anlamı nedir”, “Hayatın anlamı nedir”, “İyi ve kötünün rasyonel temeli nedir” veya “Güzel kavramı izafi midir” gibi soruların cevabı bilimin sınırlarını aşmaktadır. Bu yüzden ne “Tanrı Parçacığı”nın bulunması ne de başka fiziksel bir başarı; bu sorulara ne cevap sağlayabilir ne de bu sorunları gündemden kaldırabilir. Bu sorunlar, bilimin çözmeye çalıştığı sorunların sınırlarının ötesindedir. Bilim felsefesinin yaklaşımlarıyla bilimin sınırları belirlenmek suretiyle, bilimciliğin düştüğü dikkat çekilen hatalardan sakınılmasının önemli bir husus olduğu kanaatindeyiz.

SONUÇ

CERN’deki dünyanın en büyük makinesiyle ve tarihin bir deneye ayrılan en büyük bütçesiyle “Tanrı Parçacığı” olarak da anılan Higgs Alanı-Parçacığı’nın bulunmasıyla, bilim tarihindeki en önemli keşiflerden biri gerçekleştirilmiş oldu. Bu alan-parçacığın aranması sürecinde bu alan-parçacıkla ilgili birçok felsefi ve teolojik iddia seslendirildi. Sokrates’ten beri gelen gelenekte yanlış görüşlerin düzeltilmesi de felsefenin vazifelerinden biri olduğu için, ayrıca bu kadar önemli bir gelişmenin felsefeyle ilgili hangi hususları gündeme getirebileceğini belirlemek önemli bir felsefi uğraş olduğu için; bu makalede fiziğin bu çok önemli gelişmesi felsefi bir değerlendirmeye tabi tutuldu. Öncelikle bu parçacığın Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu ispat ettiğini söyleyen yaklaşımların hatalı olduğu gösterilmeye çalışıldı. Bu parçacığın varlığının tahmin edildiği 1964 yılından sonra teist ve ateist felsefecilerin bu parçacığın varlığı veya yokluğu üzerinden bölünmemiş olması gibi hususlarla bu yaklaşımımızı destekledik. Ayrıca bu parçacığın bulunmasıyla veya fizikteki herhangi bir gelişmeyle Tanrı’nın varlığının gereksiz olduğunu söyleyenlerin, en sık işlenen mantık hatalarından biri olan “korkuluk hatası”nı işlediklerini; çağdaş din felsefecileri ve teologlarının hemen hiçbirinin, evren hakkındaki bilgisizliğimizden Tanrı’ya yükselme gayretini ifade eden “boşlukların Tanrısı” argümanlarını kullanmadıklarını belirttik.

Ayrıca din felsefesi açısından önemli bazı konularda, bu parçacığın bulunmasının önemli bir analoji kaynağı ve örnek olabileceğine değinildi. Bu parçacığın tüm evrene yaygın olması ve tüm kütleli varlıklara kütlesini vermesine rağmen gizliliği, din felsefesi açısından önemli bir başlık olan Tanrı’nın gizliliği konusunda bir analoji kaynağı olabilir. Fakat böyle bir analojinin, ateizmden gelen itirazlara karşı savunmacı bir yaklaşımda kullanılabileceğine, diğer yandan Tanrı’nın gizliliğinin sebeplerini açıklayan bir analoji olarak değerlendirilemeyeceğine dikkat edilmelidir.

Bilim felsefesi, zihin felsefesi ve din felsefesi gibi alanlar açısından önemli bir husus insan zihninin evreni anlama becerisidir. Hem evrenin matematik yasalarla açıklanabilir olması, hem insan zihninin rasyonel yapısı, hem de evren-zihin arası mevcut uyumun birleşmesi bunu mümkün kılmaktadır. Kendilerine bu hususta katıldığımız, önemli bazı fizikçiler felsefeciler, bu uyumun, evren ve zihni aşkın bir Tanrı tarafından oluşturulmuş olmasının en iyi açıklama olduğunu ifade etmişlerdir. Standart modeldeki sorunların, çok başarılı matematiksel bir yapıyla açıklanması olanağını sunan bu parçacığın, önce insan zihninin evrenin rasyonel yapısını matematik aracılığıyla kavraması sonucu ortaya konması, sonra zor ve pahalı bir süreçle bulunması; insan zihninin evreni anlama becerisi, evrenin rasyonaliteye uygunluğu ve dilinin matematik olduğu konusunda verilebilecek en güzel örneklerden birisidir. Çok geniş bir konu olan bu hususta Higgs Bozonu’nun varlığını ortaya koyma ve bulmayla ilgili süreç çarpıcı bir örnek vazifesi görebilir.

Bu parçacığın bulunmasıyla “fiziğin tüm sorunlarının çözüldüğü” veya “bilimin tüm sorunları çözeceği” şeklinde dile getirilen yaklaşımların hatalı olduğuna da dikkat çektik. Öncelikle bu parçacığın bulunmasıyla standart model tamamlanmış olsa da standart model yer çekimini açıklayamamaktadır, fiziğin en önemli iki teorisi olan izafiyet teorisi ve kuantum teorisi arasındaki uyumsuzluk gibi fizik ve felsefe açısından çözülmesi çok hayati sorunlar hala çözümsüzdür. Ayrıca doğa yasalarının neden var olduğu, bilimin metodu gibi bilimle ilgili konular; ayrıca ahlakla, estetikle, anlamla ilgili konular, bilimin alanı dışındaki felsefe ve teoloji gibi alanlarla ilişkilidir. Sonuçta “Tanrı Parçacığı”nı bulmak insan zihninin ve modern bilimin en büyük başarılarından biridir; fakat bu başarıyla, fiziğin ve bilimin epistemolojik sınırlarını olduğundan daha geniş gösterme yanlışına düşülmemelidir.

KAYNAKÇA

Abe, F. ve diğerleri (CDF Collaboration), “Observation of Top Quark Production in ppCollisions with the Collider Detector at Fermilab”, Physical Review Letters, 74 (14), 1995.

Alpher, Ralph A. ve Robert Herman, Genesis Of The Big Bang, Oxford University Press, Oxford 2001.

Barbour, Ian G., When Science Meets Religion, Harper Collins, New York 2000.

Collins, Robin, “The Argument From Design And Many-Worlds Hypothesis”, Philosophy Of Religion: A Reader And Guide, Ed: William Lane Craig, Rutgers University Press, New Brunswick 2002.

d’Espagnat, Bernard, Veiled Reality: An Analysis Of The Present Day Quantum Mechanical Concepts, Addison Wesley, New York 1995.

Einstein, Albert, Ideas and Opinions, Çev: Sonja Bargmann, Dell, New York 1973.

Filkin, David, Stephen Hawking’in Evreni, Çev: Mehmet Harmancı, Aksoy Yayıncılık, İstanbul 1998.

Flew, Antony, There Is A God: How The World’s Most Notorious Atheist Changed His Mind, Harper Collins, New York 2007.

Gell-Mann, Murray, The Quark And The Jaguar, W. H. Freeman and Company, New York 1995.

Hawking, Stephen ve Leonard Mlodinow, Büyük Tasarım, Çev: Selma Öğünç, Doğan Kitap, İstanbul 2012.

Higgs, Peter, “Broken Symmetries, Massless Particles, and Gauge Fields”, Physics Letters, No: 12, 1964.

Higgs, Peter, “Broken Symmetries and the Masses of Gauge Bosons”, Physical Review Letters, No: 13, 1964.

Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, Harper Collins Publishers, New York 2000.

Lederman, Leon ve Dick Teresi, The God Particle, First Mariner Books, New York, 2006.

Leibniz, G.W., “The Principles of Nature and of Grace, Based on Reason,” Leibniz Selections, Ed: Philip P. Wiener, Charles Scribner’s Sons, New York 1951.

Lykken, Joseph, “Beyond the Standard Model”, arXiv:1005.1676 [hep-ph], 2010.

Polkinghorne, John, Science and Theology, SPCK, Londra 2003.

Sample, Ian,“Anything But The God Particle”, The Guardian, 29 Mayıs 2009, http://www.guardian.co.uk/science/blog/2009/may/29/why-call-it-the-god-particle-higgs-boson-cern-lhc

Swinburne, Richard, The Existence Of God, Clarendon Press, Oxford 2004.

Taslaman, Caner, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, İstanbul 2012.

Weinberg, Steven, “A Model of Leptons”, Physical Review Letters, 19, 1967.

Wigner, Eugene, “The Unreasonable Effectiveness of Mathematics in the Natural Sciences”, Communications in Pure and Applied Mathematics, Vol: 13, No: 1, Şubat 1960.

[1]Kuantum teorisiyle tüm bu parçacıkların aynı zamanda dalga da olduklarının ifade edilmesini anlamaktaki zorluklardan kaynaklanan bilimsel ve felsefi kriz, hala aşılamamıştır ve bilim ile felsefenin gündeminde durmaktadır. Kuantum teorisiyle ilgili bilimsel ve felsefi sorunlar için şu kaynaklara bakabilirsiniz: Bernard d’Espagnat, Veiled Reality: An Analysis Of The Present Day Quantum Mechanical Concepts, Addison Wesley, New York 1995; Murray Gell-Mann, The Quark And The Jaguar, W. H. Freeman and Company, New York 1995.

[2]Peter Higgs, “Broken Symmetries, Massless Particles, and Gauge Fields”, Physics Letters, No: 12, 1964, s. 132-133; Peter Higgs, “Broken Symmetries and the Masses of Gauge Bosons”, Physical Review Letters, No: 13, 1964, s. 508-509.

[3]Steven Weinberg, “A Model of Leptons”, Physical Review Letters, 19, 1967, s. 1264–1266.

[4]Ralph A. Alpher ve Robert Herman, Genesis Of The Big Bang, Oxford University Press, Oxford 2001, s. 17-19.

[5]David Filkin, Stephen Hawking’in Evreni, Çev: Mehmet Harmancı, Aksoy Yayıncılık, İstanbul 1998, s. 101-104.

[6]F. Abe ve diğerleri (CDF Collaboration), “Observation of Top Quark Production in ppCollisions with the Collider Detector at Fermilab”, Physical Review Letters, 74 (14), 1995, s. 2626–2631.

[7]CERN’ün resmi internet sitesi: www.cern.ch

[8]Leon Lederman ve Dick Teresi, The God Particle, First Mariner Books, New York, 2006, s. 22.

[9]Ian Sample, “Anything But The God Particle”, The Guardian, 29 Mayıs 2009, http://www.guardian.co.uk/science/blog/2009/may/29/why-call-it-the-god-particle-higgs-boson-cern-lhc


[10]“Will The Recently Found Higgs Boson (God Particle) Bring Atheists and Agnostics To Believe In God?”, 5 Temmuz 2012, http://notashamedofthegospel.com/apologetics/god-particle/

[11]Çok-evrenlerle ilgili bakınız: Robin Collins, “The Argument From Design And Many-Worlds Hypothesis”, Philosophy Of Religion: A Reader And Guide, Ed: William Lane Craig, Rutgers University Press, New Brunswick 2002.

[12]“The God Particle Makes God Unnecessary”, 6 Temmuz 2012, http://www.zimbio.com/CERN+Hadron+Collider/articles/B66z_EfQyHY/God+Particle+Makes+God+Unnecessary

[13]Bu tip sofistike argümanlara örnek olarak bakınız: Richard Swinburne, The Existence Of God, Clarendon Press, Oxford 2004.

[14]Hawking’in “Büyük Tasarım (Grand Design)” kitabı bu hatanın örnekleriyle doludur: Stephen Hawking ve Leonard Mlodinow, Büyük Tasarım, Çev: Selma Öğünç, Doğan Kitap, İstanbul 2012.

[15]Aristoteles ve İbn Sina, böylesi bir bölünmede, bu kategorilere yerleştirilemeyecek ünlü ve istisna düşünürlere örnektirler.

[16]Albert Einstein, Ideas and Opinions, Çev: Sonja Bargmann, Dell, New York 1973, s. 255; Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, Harper Collins Publishers, New York 2000, s. 53.

[17]Eugene Wigner, “The Unreasonable Effectiveness of Mathematics in the Natural Sciences”, Communications in Pure and Applied Mathematics, Vol: 13, No: 1, Şubat 1960.

[18]Antony Flew, There Is A God: How The World’s Most Notorious Atheist Changed His Mind, Harper Collins, New York 2007, s. 96-112.

[19]John Polkinghorne, Science and Theology, SPCK, Londra 2003, s . 72-73.


[20]Joseph Lykken, “Beyond the Standard Model”, arXiv:1005.1676 [hep-ph], 2010, s.2

[21]Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, Harper Collins, New York 2000, s. 65-89.

[22]Lykken, 2010, s. 1.

[23]G.W. Leibniz, “The Principles of Nature and of Grace, Based on Reason,” Leibniz Selections, Ed: Philip P. Wiener, Charles Scribner’s Sons, New York 1951, s. 527.

[24]Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, İstanbul 2012, s. 231-243.

[25]Hawking ve Mlodinow, 2012, s. 11.
This entry was posted in Bilim-Felsefe-Din İlişkisi, TÜM MAKALELER. Bookmark the permalink.
← Seçme Sözler – 130
Turkey’s Ideological Apparatuses And Globalization →

Comments are closed.

    Ara
    Kategoriler
        Bilim-Felsefe-Din İlişkisi (14)
        Bosanski (1)
        Deutsch (2)
        English (5)
        Kitaplar (9)
        Röportajlar – Kısa Yazılar (7)
        Seçme Sözler (131)
        Siyaset Bilimi (3)
        Teoloji (4)
        TÜM MAKALELER (10)
    Etiketler
    beden bilim felsefesi cevher cihad determinizm Din felsefesi Entropi evrenin başı evrenin sonu fizik fizik felsefesi indeterminizm kaos kuantum kuran modern bilim mucize retorik ruh sözbilim Tanrı-evren ilişkisi tasarım kanıtı teoloji termodinamik terör zaman özgür irade İzafiyet

28 Aralık 2014 Pazar

İnsan Üzerine IV





   Ahmed Kaymak    



İçsel huzursuzluğu besleyen ekonomik ve sosyal, kültürel ve dinsel, ideolojik ve politik faktörler bireyin tutum ve davranışlarının çok farklı ve değişik düzeylerde biçimlenmesinde belirleyici bir rol oynarlar. Biyolojik ve sosyal yaşamını sürdürmekte zorlanan, kültürel ve entelektüel ihtiyaçlarını doyuramayan, felsefi tutum ve politik tercihlerini özgürce ortaya koyma olanağı bulamayan insan; kendini her zaman ruhsal ve zihinsel bir baskı altında hisseder. Bu durumda ortaya çıkan huzursuzluk bireyden beklenen normal ödevlerin yerine getirilmesini derinden etkiler. Normaldışı davranışlar diye ifade edilen uyumsuzluk bireyin “normal” yaşamını bozar. İçselleştirilen dışsal baskı zihinsel ve ruhsal kimyada şiddetli dalgalanmalara yol açar. Günlük yaşamın olağan alanlarında, bu dalgalanmalar, bireyin davranışlarını benzer bir şiddette kamçılamaya devam ederler. Durum genel ve sosyal bir görünüme bürünmüşse teşhis, psikyatristlere göre bir hastalıktır; sosyal bilimcilere göre, bir tür dengesizlik; felsefecilere göre  nesnel olgulardan kaynaklanan öznel zorlanmanın yansıttığı bir çelişki ve yabancılaşma; siyaset bilimcilerine göre ise sosyal alanın olağan olgusal görünüm ve biçimlerinden biridir.

Ortada değişik alanların ortaya koydukları bu farklı görüş ve “tespitlere” bakılırsa, hiç birine  doğrudan inanmamızı sağlayacak ortak bir mantık bulamayız. Durum toplumsal sınıf ve katmanlardan, sosyal grup ve kategorilerden birey özgülüne indirgendiğinde de mevcut paradokslarla karşılaşmaktan kurtulamayız. Öyle de olsa bu paradoksal diyalektikte bireyin içinde debelendiği huzursuzluk okyanusundaki şiddetli dalgalara karşı koyacak bir güç ve bireyin kaygılarını burada yatıştıracak bir çözüm umudu henüz yoktur. Sosyal bataklık epidemik özellikteki nüvelerini muhafaza ettikçe, durumun değişebileceğine ilişkin oluşacak umutları destekleyen hiçbir inanca hiç kimse körü körüne ve uzun süre bel bağlamaz.

Tersinden durum ele alındığında da sonucun değişmeyeceğini söylemek pek ala mümkün.

Mutluluk, aklı başında insanın da uğruna kendini tükettiği sürekli bir esrime umudu ve beklentisidir. Acıdan kaçmak, hazza koşmak başlı başına bir çelişkidir. Kederi bir yana atıp coşkuya atlamak bir an için mümkündür. Ruhu kıskıvrak saran kasvetli karabulutları hüznün üzerinden bir an için silkeleyip dağıtmanın da her zaman bir yolu vardır: Sevinç bir ilkbahar kokusunda yağmurlarını bırakır üzerinize. Ruhunuzdaki keder yerini hoş bir neşeyle değiştirip duygularınızı özgür bırakır. Oysa her şey yaşandığı kadardır ve asla aynı yoğunlukta bir daha gerçekleşmez. Sonunda bulutlar da yağmurlar da çekilir. Kısır döngü seyrini tekrarlamaya devam eder.
Ağlamak ve gülmek…
Ruh, çok sığ ve karmaşık gözenekleri olan hassas bir ağ gibidir. Her gözeneğin burada ayrı bir işlevi ve birbiriyle ilişkisi vardır. Bunu tıpkı beyindeki nöron şebekesi gibi düşünmek, anlamı kolaylaştırmak bakımından daha isabetlidir. Duygulanım (emotion),duygu+his (sensation+feeling), duyarlılık (sensitvity), sezgi (intuition), duyu (sense), algı (perception) vs. gibi işlek kategoriler söz konusu edilen ruhsal ağın boylamlarını oluşturuyorlar. Mantıksal bir kapsam içinde, bunları psişe (biliş)’nin yolunu açan, giderek bilincin temelini oluşturan görünmeyen ve gözlemleme imkanı henüz olmayan dalga boyu (kuantumic)özellikteki biyolojik mekanizmalar olarak anlamak gerekir.

Korku ve kuşku üreten kategoriler gibi bunlar da belli bir davranış sistemi içinde dışa yansıtılmadıkça, tek tek izlenemez ve anlaşılamazlar. Çoğu durumlarda olduğu gibi olgu dinamiğinde de sonuçlar çok kolay görülebilir ve hemen anlaşılabilirler ama nedenler, uzun süren deneyimler zincirine son halkalar eklenmedikçe anlaşılmazlar. Bilgi ve bilinç konusunda açıklama yapabilme olanağı sağlayansa, biyolojik öge veya ögeler değil; daha çok genetik süreklilikle birlikte sosyal ve kültürel faktörlerdir. Ruhsal ağ ile sosyal ve kültürel ağ benzer olmadıkları gibi bu anlamda birbirlerine karşıt da değiller. Birincisindeki kategoriler boylamlarsa, ikincisindeki kategoriler ve faktörler bir bütünün enlemlerini oluştururlar. Boylamlarda  zapt edilemez bir kendiliğindenlik ve özerklik mevcutken, enlemlerde etik normlar, sınırlar, kural ve yasalar kuşatıcı bir işlev görürler.

İnsan, kendi varlığının sırlarını çözme peşinde koşarken, dış everenle ilgili olduğu kadar, onu hep huzursuz eden kendi iç evreniyle ilgili gizemleri de bir gün mutlaka çözmeyi başaracaktır. Bu idealle yaşamlarını tehlikeye atan, basit tutkulara yenilmeden yoluna devam eden insanlar olmasaydı, bütün can sıkıcı çelişki ve çatışmalarla dolu adaletsiz bir dünyada tanık olduğumuz bugünkü gelişmelerden ve ilerlemelerden söz etmek pek mümkün olmayacaktı.

Azap tarlalarında da ara sıra insanın yüreğine coşku katan bir çift göz, yüzünü gülümseten bir çiçek, esen bir yumuşak rüzgar, uzaktan ve derinden uğuldayan bir nehir, yankılanan bir içli ezgi vardır…

Coşku ve sevinç, doyum beklentisinde olan kendinden emin egonun ruhsal kimyasını oluşturan sakin okyanusuna çarpan etkinin yüzeyde titreşerek halka halka yayılan güçlü dalga boylarıdır. Bunların kinetiği, bir çift göz, bir çiçek … tarafından belirlenir. Tarif edilemez bu duygusal görkemde insan olduğu yerde durup çekildiği bu güzelliğe el uzatmadan edemez artık!

17 Aralık 2014 Çarşamba

İnsan Üzerine III


 

      Ahmed Kaymak     

İnsan huzursuz bir varlıktır. Onun yıkıcı ve yaratıcı edimlerini harekete geçiren ve yönlendiren faktörlerin başında bireysel karakterin bu ikili diyalektiği geliyor. Özellikle edebiyat ve sanat alanındaki etkinliklerin çoğu bu çelişkinin yol açtığı gerilimi dengeleme çabasının birer ürünü olarak ortaya çıkar. Bilimsel ve felsefi alandaki teorik ve entelektüel zenginliğin niteliksel zirveye ulaşmasını sağlayan da bu içsel diyalektiğin gerçeklik karşısındaki tutumudur. Bilim ve sanat, yerleşik ve geleneksel bilgi ve pratik karşısında sınırlı olanakları kullanan iki önemli etkinlik biçimidir. Bilim etkinliğinin ürkek, sanat etkinliğinin zekice vuruşları toplumun geleneksel paradigmasının çözülmesinde büyük bir işlev görür. Bilim ve sanatın heyecan uyandıran yaratıcı özellikler kadar yıkıcı özellikleri de içlerinde barındırdığını açıklayabilme koşullarını oluşturan, insanların bu çelişkiye duydukları ilgidir. Burada tek başına “ilgi”  bile, duruma göre huzursuz edici, zorlayıcı ve histerik süreçler üreterek başlangıç için bir eğilim olmaktan çok farklı tutum ve davranışlara, giderek keskin ideallere ve amaçlara dönüşebilir. İnsan psikolojik bir varlık olarak bütün bunların huzursuz bir öznesi, zihinsel ve entelektüel bir merkezidir.

Huzursuz insan, toplumun sıradan bireylerinden farklıdır ve farklı arayışlar içindedir. Öyle de olsa pratikte bir define arayıcısı ile bir arkeolog arasında büyük bir fark yoktur. Arayışlarını kışkırtan nedenler farklı olsa da onları birleştiren ortak nokta, mevcut bireysel ve toplumsal sınırlamalar içinde ve koşullar altında ikisini de harekete geçirmeye zorlayan öznel tutkulardır.

Huzursuzluk bir davranış biçiminde aşırıya ulaştığı zaman bir görünüm olarak ortaya çıkar. Huzursuz birey, böylece aile ve çevresel normlara, kültürel ve sosyal kalıplara uyum gösterenlerden ayrılır. Ailede olduğu gibi çevre ve toplumda da uyum zorluğu yada alışılagelen norm ve sınırların dışına çıkma eğilimi yaygındır. Birey alışılagelen normlara, geleneksel değerlere, kültürel davranış ve sınırlara uyuma zorlandıkça, uyuma karşı radikal tepki giderek daha da birikmeye başlar. Tarih bu radikal tepkinin devrimle sonuçlanan sürekli bir tezahürüdür. Birey eninde sonunda prangaları parçalar ve huzursuzluğun ona verdiği acının intikamını alacağını umar. Gerilim, çatışma ve çözülmelerle içinden çıkılması zor olan çok karmaşık bir dünyada özgürlük umudunun harekete geçirici güçleri, şiddetli bir yıkımın kanlı bayraklarını kararlılıkla dalgalandırırlar. Umulan mutluluğun ve öngörülen özgürlüğün sisli ütopyası burada ufku perdeler. Devrimin yarattığı yeni mahzenlerde insanlar yeni engizizasyonlar kurarak kurbanlarına kanlı şenlikler hazırlar. Öfkenin, nefretin, sefil tutkuların ürünü olan bir devrimin özgürlük vaadi, insan lehine durumu düzeltmek yerine, insana karşı bir önceki düzenin uygulamalarını aratmayan kanlı ve insafsız bir sistem doğurmaktan başka bir duruma yol açmaz. Böylece toplumsallaşan huzursuzluğun daha katı bir adaletin çelikten yasalarıyla disipline edilmesi, toplumda, özellikle bireyler üzerinde daha yıkıcı ve dramatik sonuçlara yol açar.

Uyumsuzluk şiddetle bastırılır. Genel olarak toplum bu duruma çabuk uyum sağlar, şaşırtıcı bir biçimde boyun eğer. Bireylerse, huzursuzluğun ve uyumsuzluğun bedelini ağır öderler.

Hangi kapsamda ele alınırsa alınsın bu durumda birinci eğilime bencillik (ben ayrıca buna en zor dönüşen toplumsal üçüncü statüko kavramını uygun buluyorum), ikinci eğilime alturistik fenomenler yön verir. Bu ikili diyalektikte çelişki gevşeyeceğine, daha da gerilir: Kuytu köşe bucaktaki değişim ve devrim isteğinin fısıltıları devam eder ve bir süre sonra yeniden yankılanan yürekli bir çağrıya dönüşür.

11 Aralık 2014 Perşembe

Immortal Coils



 
 
 
 
    Richard Dawkins     
Another aspect of the particulateness of the gene is that it does not grow senile; it is no more likely to die when it is a million years old than when it is only a hundred. It leaps from body to body down the generations, manipulating body after body in its own way and for its own ends, abandoning a succession of mortal bodies before they sink in senility and death.

    The genes are the immortals, or rather, they are defined as genetic entities that come close to deserving the title. We, the individual survival machines in the world, can expect to live a few more decades. But the genes in the world have an expectation of life that must be measured not in decades but in thousands and millions of years.
 
In sexually reproducing species, the individual is too large and too temporary a genetic unit to qualify as a significant unit of natural selection.* The group of individuals is an even larger unit. Genetically speaking, individuals and groups are like clouds in the sky or dust-storms in the desert. They are temporary aggregations or federations. They are not stable through evolutionary time. Populations may last a long while, but they are constantly blending with other populations and so losing their identity. They are also subject to evolutionary change from within. A population is not a discrete enough entity to be a unit of natural selection, not stable and unitary enough to be 'selected' in preference to another population.

An individual body seems discrete enough while it lasts, but alas, how long is that? Each individual is unique. You cannot get evolution by selecting between entities when there is only one copy of each entity! Sexual reproduction is not replication. Just as a population is contaminated by other populations, so an individual's posterity is contaminated by that of his sexual partner. Your children are only half you, your grandchildren only a quarter you. In a few generations the most you can hope for is a large number of descendants, each of whom bears only a tiny portion of you—a few genes—even if a few do bear your surname as well.

Individuals are not stable things, they are fleeting. Chromosomes too are shuffled into oblivion, like hands of cards soon after they are dealt. But the cards themselves survive the shuffling. The cards are the genes. The genes are not destroyed by crossing-over, they merely change partners and march on. Of course they march on. That is their business. They are the replicators and we are their survival machines. When we have served our purpose we are cast aside.

But genes are denizens of geological time: genes are forever.
 
Note: This passages have been token from the author's book which is titled as " The Selfish Gene." page: 34-35

9 Aralık 2014 Salı

Violence And War




Andrés Ginestet          


 
IQ1

The ongoing discussion about war needs to be linked to the ongoing discussion at another place about the IQ level segregation; that is one of the main causes for war: What happens is that when IQ levels segregate a society, it becomes stratified and rigid and conflicting (Volkmar Weiss + Bourdieu + Darendorf + x)

War does not break down demography growth in total, only in a selective way. As any violence is not useful to human species because it is emitted by natural systems, but it is useful to the natural systems as a total, what we have to understand is: what is a war good for in the perspective of the evolution of life in nature? What I found out is that a war erases the visible structure of a culture and society by erasing buildings, books, etc... and after a war, the communication between different IQ levels becomes tainted with solidarity instead of segregation. Why? Because a physics professor needs a house to be housed, he depends on the IQ-level 70 person carrying the stones to build his house. So it was after WWII. For this reason Germans take so much care of the mentally handicapped. It is a way of expressing solidarity and cohesion between all IQ levels, not segregating them, not dividing citizens into more or less worth citizens. The handicapped challenge the solidarity between IQ levels in a specific way. A new visible and physical social tissue gets produced, i.e. in Germany, in the new cities built around the 1950’s after total destruction due to bombing.

But then, during war itself, it is a certain level of IQ that gets used in battle. Armies do design their IQ settings for a logical reason, an internal reason to war. This has little to do with what we call complexity governance and IQ integration. In order to not to need a war, we have to regulate and control complexity and this means in a specific way that we have to get solidarity into the game between the different IQ levels. This solidarity is not meant in moral terms. It has a moral effect. But the real reason for this solidarity is a reason tied to the logic inherent to complexity governance.

As early as in the year 2000 I sensed an urge to act towards the future and to reset the path for human thinking. For this reason I produced in year 2000 the Mechanical Valley Concept, which was destined to marginalize the economic financial crisis we have now. I was not able to explain my decision and to work it enough, except with very few persons, like Sherwood McGinnis. Sherwood McGinnis would very simply ask the right questions. Our meeting was not at all due to any fate. It was a choice made within a complexity evolution of a specific type. Sherwood McGinnis and me met out of the necessity set by a complexity pattern.

 
IQ2

My daughter asked at one point, one morning if a dictatorship is bad at all. My answer was, that dictatorships are “necessary steps” in the evolution of human social organization. Dictatorships are necessary “steps” to the construction of human societies. The reason is, that dictatorships reduce drastically human complexity by imposing a one and single complexity pattern, the pattern imposed by one tyrant. This is the equivalent of a complexity reduction by the means of violence.

The imposition of complexity patterns happens by the means of the restriction of freedom (we call it contingence or C3 in complexity theory). My daughter knows how much we care about complexity construction and about the fact that complexity is not in the focus of human observation. This is the reason why we have set up a program to construct a World Wide Grid of Complexity Observatories: WWGCO. We have decided that the understanding of complexity needs to be as common, general and universal as understanding temperature, space, time or the physical proprieties of matter. Readingcomplexity needs to be understood as driving a car and observing traffic lights andsigns.

My daughter asked if we might face a new kind of dictatorship in the future, because politics do not care about complexity. And I answered, that the future probably would be constructed in the same way as the past, with maybe some slight and small differences. We will face in the future a new type of dictatorship and restriction of freedom until complexity gets understood as being the ruling and dominant category of thought for human species. The reason for it is that we missed the opportunity of regulating complexity in time. We have passed the threshold of critical complexity. The function, the mathematical function, this oscillating function rose at full speed and is tipping down right now. We have not managed to set up a critical mass of persons capable of dealing with this situation. Even if we do work, as we do at full speed, ahead of events,we risk failing our target: the avoiding of large turmoil.

The future dictatorship to be expected could be parallel to a much larger amount ofviolence, destruction, war, etc.

This can be avoided if we learn to master the complexity that presently masters us, before we set up a cycle of total decay.

Isaac Asimov described this development in a very clever way in his series Foundation.

The Psychohistorian Hari Seldon was the master of the evolution in long planning terms. Also, he had only one chance, to deal with critical masses. José Ortega Y Gasset had described this quality of the evolution of intelligence previously in his book “La Rebelión de las Masas”.

On the other hand, reality is meaningful enough, as much as lessons out of the past. Karl Mannheim was born in troublesome times, made his work, which only served after WWII, in the 1950’s, and which still has not been understood, as it should be. The difference between utopia and ideology is still not in the field of awareness of a critical mass of persons sufficient to steer human destiny.

Complex systems collapse, unless complexity governance is conceived and applied as a sustainable pattern of complexity, which, i.e. needs to be cyclic instead of rigid. Democracy, i.e. is a cyclic structure which fits evolution. But the oligarchy dominating democracy structures nowadays is rigid and perverts democracy principles. Any form of privilege of any rigid structure (mainly those tied to absolute complexity, or C1) damages the stability of a cyclic democracy. We have absolutely no complexity governance at all. We have no sufficient complexity education, research, understanding, explaining, communicating, etc.

 
There is no human species yet. Right now, we all together are C1 units, perfectly fittingin a natural design, which is the opposite of a human design. We are perfectly designed amounts, single units of biological matter, closed, defined and separate, evolving like bacteria, still, because our awareness has not yet reached a critical state, sufficient to elevate human kind into the noosphere of complexity awareness. Right now, we are nothing but lumps of living meat, like cattle, because we endure complexity structures and we just start understanding the difference. We begin to emancipate. We begin to understand the meaning of complexity, of the fact that we are complexity expressions, capable of seizing the meaning of the same complexity out of which we are made. We become human. We still start becoming human.

 
For this reason, on May 21st 2012, at the XIV The Hague World Symposium of Victimology, I renounced to my human condition publicly, and I renounced to my human rights. I do not want them. They are not fitting to the situation. I qualified myself as a “Complexity Expression”. I have no rights. I only know responsibilities. I have no right to be happy. I have the responsibility to be happy and to construct happiness.

 
Author Note : First version written around 20.6.2010, rewritten 29.05.2011, rewritten 09.06.2012, reedited 20.08.2012.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Research Design/Cognitive Anthropology


 
 
 
  Dr. H. Russell Bernard   
 
My discipline, cultural anthropology, has one foot in the sciences and one in the humanities. My philosophy of teaching has always been to help students understand that they don't have to choose between science and humanism. We need science, lots and lots of it, to help expose false ideologies, like racism. And we need humanism, lots and lots of it, to provide guidance on what people across different cultures and times see is important in life. I teach my graduate students to prepare themselves as scientists and as humanists in order to do the best science they can, and I teach them that good science requires preparation as much in method as in theory.

Cultural anthropology is heavy on theory, light on method. This always struck me as peculiar, since anthropology is generally so uncompromisingly empirical: The whole discipline is based on fieldwork - all four fields, including archeology, biological anthropology, linguistic anthropology, and cultural anthropology - often with people whose language and culture is very, very different from our own. Yet, there has always been a mystique about fieldwork, with little if any training available in methods in graduate programs around the country. The mystique is partly swagger, since fieldwork is physically demanding and often dangerous, but it's also partly healthy skepticism. One wants, after all to allow cultural differences to emerge as data, in the context of living with people.

My view is that cultural differences are exactly what we want to record faithfully. I am dedicated to teaching students about research design and about the systematic methods available for collecting and analyzing field data. (Over the years, my course on research design has enrolled students from nursing, education,

wildlife biology, and other disciplines, in addition to students in anthropology. Students benefit from seeing that the problems of research design are common across disciplines.) I've also written a textbook on methods and I've helped develop training courses in methods for the National Science Foundation.

I have, then, devoted part of my career to helping students acquire the skills they need for collecting and analyzing credible data about human thought and human behavior under conditions of fieldwork.

I have devoted another part to teaching general anthropology - the panoramic, biological, cultural, historical, and linguistic study of humankind - to undergraduates. I see the introductory course in anthropology as an essential part of a liberal arts education. Teaching this course is an opportunity for me to show students both how culturally diverse the world really is and that differences in things like ideal family size or ideal body shape are neither random nor immutable. Preparing this course every year keeps me current with developments across the whole field.

After 45 years of teaching both graduates and undergraduates, I'm still learning from them. Their enthusiasm for learning continually challenges me to offer my best.

7 Aralık 2014 Pazar

İnsan Üzerine II


                                                                  


    Ahmed Kaymak    
Şizofreni, hastalık değil; sarsıcı ve derin bir huzursuzluktur. İçe dönük zihnin dışa karşı dağınık ilgisini rahatsız edici bir baskıya dönüştüren bir görünümdür.  Bu ilgi içte yoğunlaştığında ruhsal zorlanmanın derecesi, dışa yoğunlaştığında da pek değişmez. İki durumda da toplumsal-geleneksel kalıp ve klişelere, norm ve sınırlara; aile ve çevre ilişkilerine; ekonomik işlevsel maddi araç ve gereksinimlerin yarattığı baskıya karşı bireyin iç dünyasını kıskıvrak saran zorlanma duygusu aşırı bir kaygıya dönüşerek ruhun ve zihnin sistematik işleyişini bozar; bireyi kendi içine gömer ya da kendi dışına fırlatıp atar. Birinci durumda bilinç siyah bir kefen altına çekilir. Kaygı korkuya dönüşür. Kişi kendini içinden çıkılması imkânsız bir labirentte hissetmeye başlar. Hayat renkli tonlarını ve tadını yitirir. Çıkış yolundaki umudu tükenir. O an hayat artık sisli bir halüsinasyondur. Bu labirentin her çatlağından hayaletler süzülüp başına üşüşmeye başlar. O içinde bulunduğu dünyaya ait değildir artık. Kendine, kendi içinde öznel bir dünya kurar. Bu dünya dış gerçekliğin nesnel argümanlarıyla iç içe ruhu ve zihni silkeler durur: Kafasında uzay var, imgeler var, karmaşık renkler ve sonsuzluğa akıp giden havai bir matematik var.

Bu ikili ve karmaşık süreç bireyde ve duyuları üzerinde şiddetli etkilere yol açar. Birey, kendini koruma kaygısıyla plansız ve savruk bir itkiyle çözüm üretme ve yeni deneyimler yaratma çabasındaki yetersizliğini fark eder etmez zihinsel şok ve ruhsal basınç onu boğacak düzeyde şiddetli bir gerilime yol açar. Şiddetli gerilimin etkisi kişiden kişiye,  bireyin bağlı bulunduğu sosyokültürel ve ekonomik durumlara göre değişiklik gösterir. Gizli şizofreni bu bakımdan pek yüzeye vurmaz. Mesela köyle kent kültürü ve köyle kent yaşayışı arasındaki farkın üstesinden gelebilmek için telaş içinde olan bireyler gizli şizofreninin devasa bir kesimini oluşturuyor. Kentlerin çevresine yapışmış varoşlarla merkez arasında da her zaman gizli bir gerilim ve şizofreni var. Yöneten sınıfın gerilimli şizofrenisine çoğu zaman paranoya damgasını vurur. Yönetilen sınıftaysa buna şiddet eğilim eşlik eder. Aile içi baskıdan ve şiddetten beslenen bireyler, önce çevredeki farklı gruplara yönelir. Bu eğilim güçlenerek kent merkezine doğru yavaş yavaş harekete geçer. Çatışmayı hazırlayan diyalektikler her yerde gelişi güzel patlamaya başlarlar. Şizofreninin masumiyeti burada son bulur. Zorlanan insanın/insanların bu durumdan kurtulmak için taşıdıkları umut artık şiddet duygusunu ören karşı konulamaz itilimler tarafından yönlendirilmektedir.

Toplumda alt kültür gruplarında bu eğilimin daha hızla gelişmesi ve yaygınlaşması bir rastlantı değildir.

Varoşlarda yaşayan insanların şiddete daha fazla yatkın ve hazır olmaları bu açıdan ilginçtir. Bu durum şizofrenin gizli yüzüdür. Daha ötesi işi bozulan bir tüccarın, ekonomik krizle çöken bir sanayicinin; sosyete yaşamının giderlerinden ve konforundan birden bire eksiltmek zorunda kalan pespaye hanımların bölünen kişiliklerinin tutuldukları şizofreniyse kendini daha açık bir görünüm ve gerilimle açığa vurur. Toplumda bu sonuncu kategoridekiler daha devasa bir kesimi oluşturuyor. Kaybettikleri çok şey var ve kazanmak için pek umutları yoktur artık. Öyle de olsa bu iki kesim ve arada kalanlar hep aynı yazgının gölgesi altında umutsuzluktan inlemeye devam ederler. Bunlara kimi zaman siyaset el atar, kimi zaman siyasal partiler ve iktidar; kimi zaman da mediumlar ve vasat psikiyatristler el atarlar. Huzursuz bir toplum ve bu topluma ait farklı sosyal kesimler bu tür işgüzarlıklar için her zaman bulunmaz malzemedirler.

Ne kadar gizlenirse gizlensin, şizofreni sonuçta bireyde kendini açığa vursa da bireysel değil; toplumsal bir rahatsızlıktır. Toplumu özel bir kliniğe alma olanağı yoktur.

Başta şizofreninin, gerilimin ve şiddetin kaynağı bir bütün olarak bir toplumsal düzenin ekonomik, kültürel, politik ve hukuksal yapısıdır. Yaşamını ve geleceğini tehdit altında hisseden ve bunun içinde sıkışıp kalan bireylerin huzursuz çırpınışıdır.

Bunun global bir yüzü olduğunu da burada eklemekte sakınca yoktur...