"İnsan oldu olası bir çok özelliğiyle birlikte en çok da şizofrenik bir varlıktır. Onun yaratıcı potansiyeli
taşkınlık düzeyinde kendisini sürekli bir arayışa zorlar. Pozitif bilimler, teknolojik
buluşlar, sanatsal ve entelektüel patlamalar, yeni davranış ve yaşam tarzları
çoğunlukla bu yaratıcı potansiyelin ürünüdür."
Ahmed Kaymak
"İnsanı anlamak zordur" deyişinin insan tarafından söylenmiş olması oldukça ilginçtir. O kadar çok şeyi çözmeyi başarabilmiş insana bu deyişi söyletebilen zorlanmayı tayin eden etken nedir? Çok kere insanın esas derdinin doğa, toplum ve engin uzayı çözme olduğu düşünülür. Görünürde sanki bütün enerjisini bunları çözüp anlamaya adamış gibidir. Hep dışa dönük yoğunlaşan insanın içe dönüp kendine yönelmesi yabancı bir davranışmış gibi algıyı etkilemekte ve yanılsamaların sisli atmosferine onu itivermekte. Kendi yanılsamaları içinde kendini kaybeden insanın sonuçta kendine ait tanımı da böylece sisli ve karamsar bir fona dönüşüyor. Kendini tanımlamaktan zorlanan insan zihninin içine düştüğü bölünme durumuysa, şizofrenidir. İnsanın kendi bütünlüğünü parçalayan bu etkili bozulma, insanı kendi hakkında karanlık tanımlar yapmaya zorlarken onun çoğu zaman kendisi için yarattığı trajedi sürekli yazgı halinde yaşamına egemen olmaya başlar. Bu trajik yazgı ve etkinin olumsuzlanması çoğunlukla bölünmüş zihinsel katmanla parçalanmış ruhsal boyutların sağaltılmasına başvurularak hafifletilmeye çalışılır. Sağaltımın denenmesi durumun geçici olarak hafifletilmesi için yararlı olsa da bu kapsamda bilinen yöntem ve çalışmalarla temelde gerçek bir iyileşmeyi olanaklı kılmaz.
Ahmed Kaymak
"İnsanı anlamak zordur" deyişinin insan tarafından söylenmiş olması oldukça ilginçtir. O kadar çok şeyi çözmeyi başarabilmiş insana bu deyişi söyletebilen zorlanmayı tayin eden etken nedir? Çok kere insanın esas derdinin doğa, toplum ve engin uzayı çözme olduğu düşünülür. Görünürde sanki bütün enerjisini bunları çözüp anlamaya adamış gibidir. Hep dışa dönük yoğunlaşan insanın içe dönüp kendine yönelmesi yabancı bir davranışmış gibi algıyı etkilemekte ve yanılsamaların sisli atmosferine onu itivermekte. Kendi yanılsamaları içinde kendini kaybeden insanın sonuçta kendine ait tanımı da böylece sisli ve karamsar bir fona dönüşüyor. Kendini tanımlamaktan zorlanan insan zihninin içine düştüğü bölünme durumuysa, şizofrenidir. İnsanın kendi bütünlüğünü parçalayan bu etkili bozulma, insanı kendi hakkında karanlık tanımlar yapmaya zorlarken onun çoğu zaman kendisi için yarattığı trajedi sürekli yazgı halinde yaşamına egemen olmaya başlar. Bu trajik yazgı ve etkinin olumsuzlanması çoğunlukla bölünmüş zihinsel katmanla parçalanmış ruhsal boyutların sağaltılmasına başvurularak hafifletilmeye çalışılır. Sağaltımın denenmesi durumun geçici olarak hafifletilmesi için yararlı olsa da bu kapsamda bilinen yöntem ve çalışmalarla temelde gerçek bir iyileşmeyi olanaklı kılmaz.
İnsan oldu olası bir çok özelliğiyle birlikte en çok da şizofrenik bir varlıktır. Onun yaratıcı potansiyeli
taşkınlık düzeyinde kendisini sürekli bir arayışa zorlar. Pozitif bilimler, teknolojik
buluşlar, sanatsal ve entelektüel patlamalar, yeni davranış ve yaşam tarzları
çoğunlukla bu yaratıcı potansiyelin ürünüdür. Yerleşik sosyal norm ve klişelere
göre bu tarz şizofreniler sorunlu görünse bile, zamanla durum tersine döner ve
toplumsal normlar, kural ve kalıplar sorunlu olmaya başlarlar.
Genel olarak insan dışındaki
gerçeklikten çok kendi kendisiyle konuşmaya daha yakın ve yatkındır. Dış
gerçeklik tehlikeli ve güvensizliklerle dolu bir çevreden ibarettir. Doğal
arketiplerin bu tür korku ve kaygıları beslediğine hak vermek zorundayız. İnsan
tarihsel süreç içinde biyolojik ve fiziksel bakımdan olduğu kadar ruhsal ve
duygusal bağlamda da kabalaşıp sertleşmek yerine hassaslaşıp daha fazla
incelmiştir. Bu yönüyle bir canlı organizma olan insanın daha evriminin ilk
başlarındaki gibi hassas olduğu söylenebilir. Bugünkü dışa karşı kendini koruma
güdüsü ve refleksleri milyonlarca yıl gerilere uzayan duyarlılıkla aynıdır.
Çevre ve yaşam olanakları olabildiğince gelişmiş olmasına rağmen tehdit edici
faktörler hala ortadan kalkmış değil. İnsan bütünüyle kendini bu çevreye açmaz;
oradan kendine bakmaz. Başkasının değil kendi aynasından kendine baktığında kendi
gerçekliğine daha yakın olduğunu düşünür. Onun için kendi aynası karakteristik
gerçek bir yansıtıcıdır. Burada biricik gerçeklik, biricik kaynak kendisidir.
Kendisini yansıttığına inandığı bu aynada umduğu güveni bulmuş olmakla yetinir;
buna inanır da. Yansıtma somut gerçeklikse, yanılsama çarpık düşünceyi doğuran
algısal bir durumdur. Yansıma ve yanılsama arasında sıkışan benlik hayatı
olduğundan fazla hem abartmakta hem de basitleştirmekte bir sakınca görmez. Her
iki durumda da yargılarına öznel gerekçeleri damgasını vurur. Bu benlik aynada
bazen bir devdir, bazen bir cüce! Bazen aşağılık, bazen yücedir! Sevgi ve
nefret olduğu yerde bir kum saati gibi taban değiştirir durmadan. Philantropisi
kolayca misantropiye dönüşebilir. Mutsuzdur.Yaşam ona anlamsız gelmekte; her
şey boştur. Kendisi bile!
Bu derin şizofrenidir.
Derin şizofreni, düşünce,
görüş ve yargılarında kendini toplumsal (normal) mantığa bağlı kalmayı zorunlu görmeyen bir
kişilik ve davranış biçimidir.
Bu tür şizofrenide kişinin yargılarına egemen
olan ve onu zorlayan mekanizmalar; bireyin içsel, duygusal, sezgisel, zihinsel
ve ruhsal öznel güçleridir. Bu sayılanlar bir bütün halinde tutarlı bir ilişki
halinde olmadan birbirinden kopuk işlerler. Duruma göre biri bir diğerinin
işlevini üstlenmiş olarak bireyin o anki yargılarını etkileyip tutumlarını
yönlendirebilir. Toplumsallaşmış kültürel değer ölçüleri, etik ve yasal
sınırlamalar şizofreni için bezdiricidir. O toplumda olan biten her şeyden ve
sorundan, bunları sorumlu tutmaktadır. Kendi ben’ine sıkı sıkı tutunsa da
yargılarını değil, nadiren kendi
varlığını da bu yönde eleştiri konusu yapar: Varlığı, toplumsaldır.
Şizofreninin tipik bir
iddiası da; bütün kötülüklerin kaynağı dışsaldır, toplumsal ilişkiler ve
kurumlardır. Bu ilişkiler tarafından kuşatılan kişiliği ve bu kurumlar
tarafından görmezlikten gelinen dehası, toplumun giderek sarpa saran
sorunlarının çözümsüz kalmasının temel nedenidir. Şizofreni, burada görüldüğü
gibi, tek başına bir fenomen değil, nevrotik ve daha başka psikolojik
kategorileri de beraberinde yansıtan bir kişilik tipi olarak ortaya
çıkmaktadır.
Yaratıcı şizofreniye
karşı sergilediğimiz açık ve örtük hayranlık yanında derin şizofreniye karşı
olan bakış açımızdaki tuhaflık, bize normal olduğumuzu haklı gösterebilecek hiçbir
kanıtın ve imkânın yeterli olmayacağını gösteriyor.
Komik birine güleriz;
yaptığı espriler bize anormal gelmez. Bir şair, sahnede, şiirine yüklediği tok
ve titrek ses tonuna gerekli gereksiz jest ve mimiklerini ritme katarak
sözcüklerin anlatım ve etki gücünü üzerimizde artırmaya çalışır. Estetik bir
etki bırakır. Bunda bir tür anormallik bulmayız. Bunu sanat olarak
değerlendiririz. Bu biçimiyle sanat estetik beklentilerimize yanıt olduğu için,
sanatçıyı över, alkışlarız da. Alkışlayan seyircileri, anormal insanlar olarak
yargılamayız.
Şizofrenilerin ortaya
koyduğu, düşünce, görüş ve yargılar bu değerlendirme kapsamında analiz
edildiğinde, onlara anormal, deli, hasta demek için ortada gösterilebilecek
mantıklı ve haklı bir gerekçe kalmıyor.
Şizofreni bir davranış
ve bir durum olarak bir kişilik tipinin bireysel tezahürüdür; onun bazen taşkın
düzeye varan, bazen durgunlaşıp sakinleşen yansımalarını bir hastalık olarak
değerlendirmek, insanın özünü tamamlayan öteki psikolojik kategorileri
görmezlikten gelmek demek olur. Her hastalık sağaltılabilir, yara
iyileştirilebilir, bozulan bir doku alınıp yeniden nakledilebilir. Öte yandan insan
kişiliği şöyle böyle anormaldir diye “iyileştirmek” adına tutup onu toplumsal
normlara göre biçimlendirmeye kalkışmak, kişiye özgü bireysel karakterini
büsbütün bozup yok etmektir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder