22 Kasım 2014 Cumartesi

KORKAN BIREY,KORKUTULMUS TOPLUM


  Mehmed   Gülseren  

Korkan birey, korkutulmuş toplum.

"Gerçekten onlar hayırlı işlerde yarışsalardı, ümit ederek ve korkarak bize dua ederlerdi.Enbiya-90"

“ `Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir; bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!..”` (E.E.Cummings)


Dünyadaki tüm canlı varlıklarda olduğu gibi yaşamın son bulması hali insanlar bakımından da engellenemez.

Bu son bulma hali ne kadar ertelenmeye çalışılırsa çalışılsın, bundan ne kadar korkulursa korkulsun, bir gün mutlaka gerçekleşecektir.!

Korku karşısında refleks göstermek,savunmaya geçmek iç güdüsel doğal ve insani bir tepkidir.

Korku bir saplantı haline dönüşmüş ise bundan kurtulmak ,korku ile yüzleşmek ; psikolojik desteğin yanı sıra onun üzerine gidecek inanç ve kararlılığa ,bilince ve cesarete sahip olmayı gerektirir.

Bunu başaramayanlar, mezarlıktan geçerken ıslık çalan insanlara benzerler.

 Korkular (Fobiler) türlü biçimlerde insanların karşısına çıkar;bu ölüm,yükseklik,yalnızlık,kapalı alan korkusu gibi,içsel(Ruhsal-manevi)

Kutsalından korkan kul!,öğretmeninden korkan bir öğrenci , ağasından korkan bir köylü, komutanından korkan bir asker, gücü elinde bulunduran devletten korkan bir yurttaş, güçlü olan yapılardan korkan bir aydın, korkutulmuş toplumsal bir tabaka veya tüm bir toplum gibi dışsal (Maddesel)...

Korkuya sahip birey,güven duydukları ile beraberken(aidiyet duygusu) korkuya karşı çıktığını söylese de, kendisi ile baş başa kaldığında ,korkularının esiri olduğunu itiraf eder.

Ona tutunarak yaşar, bu giderek o kişinin yaşam biçimine dönüşür.

 Yoğun olarak uygulana gelmiş sistematik baskılar neticesinde böylesi toplumlar, çoğu kez içlerine kapanık-kaderci, edilgen bir yaşam sürdürerek ,var olan baskılardan daha az etkilenmek için baskıcı otoriteye boyun eğer.

Korkutulan,korkutandan yana görünerek bundan belirli çıkarlar elde etmek adına böyle davranışı tercih edebilirler.

Korkunun türü ve büyüklüğü oranında da,giderek korktuğu şeye benzemeye çalışarak, bundan korunmayı bir anlayış tarzı olarak tercih ederler.

 Korkutulan,ürkek ve utangaç davranışlar sergilerler,bunu giderek doğal bir davranış biçimi olarak kabullenir , farkında olmaksızın korkularına tutunarak yaşamaya çalışır.

Böylesi insanlar çıkarlarının tehlikeye girebileceklerini düşünmektedirler,belki de onlar için uygun şartlar oluşmamıştır, zamanı kolluyorlardır.!

İşte bu çıkar kaygısıdır ki bunları korkak ve kaypak yapar.

Korku,bireyden başlayarak benimsenerek giderek toplumsallaşır ve doğallık kazanır.

 Korku,doğallık kazanıp, bireysel-toplumsal bir hal aldığı ölçüde ,toplumun ahlak -etik(moral)değerleri dejenerasyona uğrar,bireysel-toplumsal ilişkiler ,çıkar ilişkisine döner.

Yardımlaşma,dayanışma duyguları körelir,doğal doku bozulur,sosyalleşmenin yerini aşırı biryecilik ,narsist-egoist duygular alır,giderek birey ve toplum kendisine yabancilasarak ,güvenilmez,emin olunmaz bir hal alir.

Etik,manevi duygularını yitirmiş boylesi bir birey-toplum , kendi bencil çıkarları karşılığında maniplasyona, düşürülmeye ve kullanılmaya, açık hale getirilir ,edilgenlestirilerek ,itaatkar sürülere dönüştürülup mutlak otoriteye boyun eğdirilirler.
Sistemin mekanizmaları için uyum halinde çalışan çarkın bir dişlisi olurlar.

Toplumu bir arada tutan moral değerlerin,yaraticiya olan inancın tahribata ugratildigi durumlarda birey kişilik bölünmesi yaşar, toplumda buhranlar oluşur.
Zaafa düşen birey ve toplumun bu açmazdan çıkabilmesi,savrulmamasi için moral ve manevi değerlere sarilmasi,iyilik halinin olmasi bakımından kacilmazdir zira inancsizlik korkulari,aciziyeti beraberinde getirir,toplumsal dejenerasyona yol açar.

 Her korku gerekli ve zararlı mıdır?

Erkin,belirli kriterleri gözeterek yasalar koyması ve uygulanabilirligi için maddi yaptirimlar gereklidir,toplumsal düzenin sağlanabilirligi bakımından icrai güc olusturulur.
Yaptirimlar birey ve toplum üzerinde korku oluştursa bile buradaki gaye toplumsal düzeni sağlamak olacaktır,

Toplumsal düzenin sağlanması bir cezai yaptırımi doğuyormuyorsa,bu kerede her birey veya toplumsal tabaka kendi çıkarları gereğince davranmaya kalkacagindan toplumda çatışmalar ve kaos oluşur.
Öte yandan erkin toplumsal düzen adına koyduğu yasalar,bunlarin uygulanması toplumun tümünü bakımından çıkar ve adaleti gözetmedigi durumlarda da,huzrsuzluk ve itirazlara boy gösterir.
Bu toplumsal düzen erkin yapısı ve felsefesi ile belirlenir.

Günümüz Beşerî sistemleri hangi tip rejimle yönetilirse yönetilsin,mutlak bir toplumsal cikar ve adaleti sağlamakta yetersizdir

 Kant,Ahlak ilkesinin uygulanması kaçınılmaz olarak (ALLAH'A)ve ahirette inanması gerekliliğini söyler.
 Bireyde Ümit ve korku hissinin belirli bir dengede,bir arada olmasi,onun ümitsizlik içinde bogulmasini, şımarıklik ve kibir gibi olumsuz eylemlerde bulunmasını önler.

Mutlak bir adelet ve bir toplumsal çıkar için korkunun en hayırlısı (ALLAH)korkusudur.

"Gerçekten onlar hayırlı işlerde yarışsalardi,ümit ederek ve korkarak bize dua ederlerdi.Enbiya-90"










20 Kasım 2014 Perşembe

İNSAN ÜZERİNE - I -

  "İnsan oldu olası bir çok özelliğiyle birlikte en çok da şizofrenik bir varlıktır. Onun yaratıcı potansiyeli taşkınlık düzeyinde kendisini sürekli bir arayışa zorlar. Pozitif bilimler, teknolojik buluşlar, sanatsal ve entelektüel patlamalar, yeni davranış ve yaşam tarzları çoğunlukla bu yaratıcı potansiyelin ürünüdür."

   Ahmed Kaymak   
 "İnsanı anlamak zordur" deyişinin insan tarafından söylenmiş olması oldukça ilginçtir. O kadar çok şeyi çözmeyi başarabilmiş insana bu deyişi söyletebilen zorlanmayı tayin eden etken nedir? Çok kere insanın esas derdinin doğa, toplum ve engin uzayı çözme olduğu düşünülür. Görünürde sanki bütün enerjisini bunları çözüp anlamaya adamış gibidir. Hep dışa dönük yoğunlaşan insanın içe dönüp kendine yönelmesi yabancı bir davranışmış gibi algıyı etkilemekte ve yanılsamaların sisli atmosferine onu itivermekte. Kendi yanılsamaları içinde kendini kaybeden insanın sonuçta kendine ait tanımı da böylece sisli ve karamsar bir fona dönüşüyor. Kendini tanımlamaktan zorlanan insan zihninin içine düştüğü bölünme durumuysa, şizofrenidir. İnsanın kendi bütünlüğünü parçalayan bu etkili bozulma, insanı kendi hakkında karanlık tanımlar yapmaya zorlarken onun çoğu zaman kendisi için yarattığı trajedi sürekli yazgı halinde yaşamına egemen olmaya başlar. Bu trajik yazgı ve etkinin olumsuzlanması çoğunlukla bölünmüş zihinsel katmanla parçalanmış ruhsal boyutların sağaltılmasına başvurularak hafifletilmeye çalışılır. Sağaltımın denenmesi durumun geçici olarak hafifletilmesi için yararlı olsa da bu kapsamda bilinen yöntem ve çalışmalarla temelde gerçek bir iyileşmeyi olanaklı kılmaz.
   İnsan oldu olası bir çok özelliğiyle birlikte en çok da şizofrenik bir varlıktır. Onun yaratıcı potansiyeli taşkınlık düzeyinde kendisini sürekli bir arayışa zorlar. Pozitif bilimler, teknolojik buluşlar, sanatsal ve entelektüel patlamalar, yeni davranış ve yaşam tarzları çoğunlukla bu yaratıcı potansiyelin ürünüdür. Yerleşik sosyal norm ve klişelere göre bu tarz şizofreniler sorunlu görünse bile, zamanla durum tersine döner ve toplumsal normlar, kural ve kalıplar sorunlu olmaya başlarlar.
   Genel olarak insan dışındaki gerçeklikten çok kendi kendisiyle konuşmaya daha yakın ve yatkındır. Dış gerçeklik tehlikeli ve güvensizliklerle dolu bir çevreden ibarettir. Doğal arketiplerin bu tür korku ve kaygıları beslediğine hak vermek zorundayız. İnsan tarihsel süreç içinde biyolojik ve fiziksel bakımdan olduğu kadar ruhsal ve duygusal bağlamda da kabalaşıp sertleşmek yerine hassaslaşıp daha fazla incelmiştir. Bu yönüyle bir canlı organizma olan insanın daha evriminin ilk başlarındaki gibi hassas olduğu söylenebilir. Bugünkü dışa karşı kendini koruma güdüsü ve refleksleri milyonlarca yıl gerilere uzayan duyarlılıkla aynıdır. Çevre ve yaşam olanakları olabildiğince gelişmiş olmasına rağmen tehdit edici faktörler hala ortadan kalkmış değil. İnsan bütünüyle kendini bu çevreye açmaz; oradan kendine bakmaz. Başkasının değil kendi aynasından kendine baktığında kendi gerçekliğine daha yakın olduğunu düşünür. Onun için kendi aynası karakteristik gerçek bir yansıtıcıdır. Burada biricik gerçeklik, biricik kaynak kendisidir. Kendisini yansıttığına inandığı bu aynada umduğu güveni bulmuş olmakla yetinir; buna inanır da. Yansıtma somut gerçeklikse, yanılsama çarpık düşünceyi doğuran algısal bir durumdur. Yansıma ve yanılsama arasında sıkışan benlik hayatı olduğundan fazla hem abartmakta hem de basitleştirmekte bir sakınca görmez. Her iki durumda da yargılarına öznel gerekçeleri damgasını vurur. Bu benlik aynada bazen bir devdir, bazen bir cüce! Bazen aşağılık, bazen yücedir! Sevgi ve nefret olduğu yerde bir kum saati gibi taban değiştirir durmadan. Philantropisi kolayca misantropiye dönüşebilir. Mutsuzdur.Yaşam ona anlamsız gelmekte; her şey boştur. Kendisi bile!
Bu derin şizofrenidir.
Derin şizofreni, düşünce, görüş ve yargılarında kendini toplumsal (normal)  mantığa bağlı kalmayı zorunlu görmeyen bir kişilik ve davranış biçimidir.
 Bu tür şizofrenide kişinin yargılarına egemen olan ve onu zorlayan mekanizmalar; bireyin içsel, duygusal, sezgisel, zihinsel ve ruhsal öznel güçleridir. Bu sayılanlar bir bütün halinde tutarlı bir ilişki halinde olmadan birbirinden kopuk işlerler. Duruma göre biri bir diğerinin işlevini üstlenmiş olarak bireyin o anki yargılarını etkileyip tutumlarını yönlendirebilir. Toplumsallaşmış kültürel değer ölçüleri, etik ve yasal sınırlamalar şizofreni için bezdiricidir. O toplumda olan biten her şeyden ve sorundan, bunları sorumlu tutmaktadır. Kendi ben’ine sıkı sıkı tutunsa da yargılarını değil,  nadiren kendi varlığını da bu yönde eleştiri konusu yapar: Varlığı, toplumsaldır.
Şizofreninin tipik bir iddiası da; bütün kötülüklerin kaynağı dışsaldır, toplumsal ilişkiler ve kurumlardır. Bu ilişkiler tarafından kuşatılan kişiliği ve bu kurumlar tarafından görmezlikten gelinen dehası, toplumun giderek sarpa saran sorunlarının çözümsüz kalmasının temel nedenidir. Şizofreni, burada görüldüğü gibi, tek başına bir fenomen değil, nevrotik ve daha başka psikolojik kategorileri de beraberinde yansıtan bir kişilik tipi olarak ortaya çıkmaktadır.
Yaratıcı şizofreniye karşı sergilediğimiz açık ve örtük hayranlık yanında derin şizofreniye karşı olan bakış açımızdaki tuhaflık, bize normal olduğumuzu haklı gösterebilecek hiçbir kanıtın ve imkânın yeterli olmayacağını gösteriyor.
Komik birine güleriz; yaptığı espriler bize anormal gelmez. Bir şair, sahnede, şiirine yüklediği tok ve titrek ses tonuna gerekli gereksiz jest ve mimiklerini ritme katarak sözcüklerin anlatım ve etki gücünü üzerimizde artırmaya çalışır. Estetik bir etki bırakır. Bunda bir tür anormallik bulmayız. Bunu sanat olarak değerlendiririz. Bu biçimiyle sanat estetik beklentilerimize yanıt olduğu için, sanatçıyı över, alkışlarız da. Alkışlayan seyircileri, anormal insanlar olarak yargılamayız.
Şizofrenilerin ortaya koyduğu, düşünce, görüş ve yargılar bu değerlendirme kapsamında analiz edildiğinde, onlara anormal, deli, hasta demek için ortada gösterilebilecek mantıklı ve haklı bir gerekçe kalmıyor.
Şizofreni bir davranış ve bir durum olarak bir kişilik tipinin bireysel tezahürüdür; onun bazen taşkın düzeye varan, bazen durgunlaşıp sakinleşen yansımalarını bir hastalık olarak değerlendirmek, insanın özünü tamamlayan öteki psikolojik kategorileri görmezlikten gelmek demek olur. Her hastalık sağaltılabilir, yara iyileştirilebilir, bozulan bir doku alınıp yeniden nakledilebilir. Öte yandan insan kişiliği şöyle böyle anormaldir diye “iyileştirmek” adına tutup onu toplumsal normlara göre biçimlendirmeye kalkışmak, kişiye özgü bireysel karakterini büsbütün bozup yok etmektir…


18 Kasım 2014 Salı

WHEN GOD WAS A GİRL...

Eski çağlarda, insanın geldiği kaynak, cins ve toplumun sürekliliğini sağlayan güç, kültürel ve sosyal değerlerin biricik simgesi kadındı.

Bettany Huges'in bu bilimsel çalışmasında geçmiş toplumların tanrıyı kadın olarak somutlaştırdıklarını destekleyen çok sayıda kanıtlara dayanıyor.

Gerek Sumerlerde ve Hindistan'da gerek Mezopotamya, Anatoli'da ve eski Greek toplumlarında kadının peygamber olduğunu ortaya koyan ayrıca çok sayıda bilgiye sahibiz. Pratikte etkin olan kadın tanrının ve kadın peygamberlerin hangi tarihsel süreçten sonra bu rollerini kaybettiklerine ilişkin tartışmayı ayrıca başka bir bölümde sunmayı sürdüreceğiz.. Yayınladığımız bu görsel çalışmanın ilginizi çekeceğine inanıyoruz.

Ahmed Kaymak/AMED




İlgili konu için aşağıdaki linki tıklayınız

17 Kasım 2014 Pazartesi

VARLIĞIN KAYNAĞI (ALLAH)






Mehmet Gülseren       
    
  "Din fenomenine,hem özel hemde işlevsel açıdan bakış,insan üstü bir varlıktan neşet eder.""

   Kaba bir insan tanımı yapan ateist,materyalist görüşe göre insan,madde ve maddi olgularla çevrilidir ,maddi olmayan (Allah'ı)bizzat insan ,beş duyusu dışındaki duygularıyla, hisleri ve algılarıyla yaratmıştır.

Bu görüşe göre varlık olan insan ,yüzyıllardan süzülerek gelen algıların birikmesi neticesinde, baş edemedikleri,açıklayamadiklari olaylar karşısındaki düştükleri aciziyetlerini baskılamak,yönlendirmek için " doğa üstü "güçlere sığınmaya problemi onlara havale etmeyi seçmişlerdir,rahatlamaya çalışmıştir.

    Başlarına gelebilecek kötülüklerden korunmak adına bu güce tapınmislar ,kurbanlar adamışlar,tapınaklar inşaa etmiştir.

    Maddecilerin bu iddialarına göre;maddi olmayan,bilimlerle açıklanmayan hiç bir şey varlik olarak sayılamaz,ileri sürdükleri bu sav onların maddi temelini teşkil eder.

    Insani, madde ve maddi olgularla açıklamaya çalışmak onunla alay etmekten öte birşey değildir.
Insan,iradesiyle maddi yaratma yeteneğine sahip bir varliktir ki,bilimlerin doğuşu gelişimi bunun bir doğal sonucu olarak görülür.

    Dikkat edilirse insan,sadece varliktan,varlıklara ulaşıyor. yani var olan maddi varliklari ortaya çıkarıyor.
Bu ateist-materyalist görüşü tek başına (BingBang)büyük patlama yalanlamaya,geçersiz kılmaya yetmektedir.
Büyük patlama göstermiştir ki,"evrenin-zamanin"bir başı vardır, varlik yani madde sonsuzdan var olmamıştır, maddi olan herşey yaratılmıştır.

   Bu patlama bir şeyi daha gostermistir ki,evreni yaratan evrende bulunmamaktadır yani birden fazla yaratıcı olmadığı ,aksine yaratıcı'nın tek bir güç olduğu, yaratmanin tek bir kaynaktan meydana geldiğini ispata yetmektedir.

   O(Allah)Evreni,yeryüzünü yoktan yaratandir.O,bir işin olmasına karar verirse yalnızca ol der, o'da hemen oluverir.Bakara süresi 117

   Bir'de duman (gaz) halinde bulunan Evrene (göğe )yöneldi, ona ve yeryüzüne "isteyerek veya istemeyerek gelin"dedi de ,ikiside"istiyerek geldik"dediler.Fussilet suresi 11.

   Bu ayetlerden'de anlaşılacağı gibi;bir mutlak güç, yaratıcı ilk yaratmadan (B..B)sonra var olan karmaşayi duzene sokmak için emir buyurarak,evreni sistematik olarak düzenlemiştir.

   Evren,tüm maddi varlıklar cekim kuvveti gibi ,(bliminde kabul ettiği) bir düzene göre bu kadiri mutlak güç tarafından yaratılmıştır.
"Özenle oluşturulmuş yörüngelere-yollara Evrene(göğe )and olsun.Zarriyat 7.

   Bu ayet bile tek başına binlerce 1414 yıl öncesinden, yollardan- yörüngelerden söz etmesi bakımından, o dönemde uyduların teleskoplarin (huble)olmadığı düşünüldüğünde yeterli bir cevaptir.

   Dünyanın tüm ateist-materyalistleri bütün bilgi birikimlerini bir araya getirselerde,yoktan bir maddi varlik yaratamazlar.
Bir tek canlıyı yaratacak bilgiye, güce sahip değillerdir,zira bizzat kendileri yaratılmış olarak belki yaratılmışlardan yola çıkarak, özde aynı atomlara sahip başkaca bir maddi varlik olusturabilirler.

   Kisaca yapabilecekleri şey, aslın kopyasını cogaltmak olacaktır ki bu da yaratmak değil,belki icat etmek olacaktır.

   Allahı ,insanın yarattığı fikrini idia edenler;Maddenin hiç bir şart altında yok olmayacağını ,şekil degistirecegini savunduklarindan öldüklerinde tek hücreli bir organizma olarak yaşamlarını devam etirecekleri tesellisiyle avunurlar .
Bu düşüncelerini her ne kadar belli etmeselerde onları mutsuz etmektedir.
  
    Şöyle bir düşünün,yazan- üreten bir bilim adamı (Prof )öldüğünde zavallı bir kurtçuk'a dönüşmüş olsa,onu da bir karga yemiş olsa,düşeceği durum ne kadar feci bir olay olacaktır.

   Ancak Allah'ın birliğine, tekligine inan bir kimse hiç bir zaman öldükten sonra bir solucana dönüşecegini düşünmediginden ruhsal olarak mutlu olacaktır,ölüm düşüncesi bile onu rahatsız etmeyecektir.

   Bu na karşılık maddeci düşünceye sahip olan bir kimse,kuvvetle muhtemel mutsuz yaşayıp, mutsuz ölecektir.
Son söz yerine;Ey cinler ve insanlar topluluğu! Goklerin ve yeryüzünün çaplarini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa aşıp geçin .Ancak üstün bir güçle geçebilirsiniz. Rahmman suresi 33.

   Bin dört yüz yil öncesinden indirilmiş Kur'an ,bu gün bile uzaya gitmek kesiflerde bulunmak için güçlü uzay araçlarına sahip olmak gerekliliğini belirtmişken,inkar ve inat günümüz ateist-materyalistlerine ne kazandıracak ki !?

16 Kasım 2014 Pazar

GİTTİKÇE KENDİ SAHİL KENARLARINA ÇEKİLEN ‘DİĞER AÇILARDAN' DİN





Azad Bîşeng

Müslümanlığı daha iyi anlayabilmek için, bence önce bir çok perspektiflen ‘Din' olgusunu bilmek lazım. Din olgusunun bilimsel teorisyenleri olan antropolog Tylor en Frazer(2) dini pre-historik yani ilk geçmişten su ana kadar gelen gelişme olarak değerlendirir. Onlara göre din prehistorik insanların bilgi sinirini zorlayan yaklasimlarindan (her ne kadar bazen yanlıslarsa'da) oluşmakta ve ‘On emir’i takip eden Ibranilerin tanrı tarafından gönderilmediğinin bilincindeler. Bu iki din entellektuele ayni zamanda bilmin doğusuyla evrimleşmesini tamamlayamayan dinin avukatligini üstlenmis durumundalar. Insanlari dünyada ne bulmak istediklerini gelistiren birinci derecede inanç ve düsünce olarak tanimlar dini. Dini grup ihtiyaci, grupstrukturu ve grup aktiveleri olarak görmekten çok ‘Bireysel' bir ihtiyac olarak verilir. Ne zaman ki bu bireysel inanç ve düsünce bir çok kisi tarafindan paylasildi, o zaman toplumsal ve sosyal bir karakter kazanir. Dini gruplar bireysel koleyksiyon olarak görülür.

Psikolog Freud(3) dini sahsiyet ve kisilik olarak karakterize eder . Freude göre rüyalar merak veya varsayilan teorilerden daha anlamlidir. Bu bilinç yüzeyinde ‘pre-conscious'olarak adlandirilan baska düsünceler ve konseptler vardir. Buzdagiylan karsilastirabilecegimiz ‘ben' gerçegi daha derinlerdedir üstte görünenlerden. Ilk basta insanlar yemek ve seks ihtiyaçlarini yatistirmak isterler. Daha sonra bu ihtiyaçlarlan beraber kisi dogumundan bu güne herzman yapmak istedikleri düsünce, izlenim ve hislerlerini çagirisim yapan seylerle mesguldur. Mitolojide , folklörde, sanat, edebiyat ve dinde bilinen hikayeler rüyamizda sürekli gördügümüz sekil, resim, görüntü ve objektlerlen güçlü bir iliskisi vardir. Bilinçalti her zaman merkezidir. Çünkü zihin ile insan içindeki fizik arasinda bir bagdir ve linktir. Freud tanriya inanmakta hiçbir gerekçe görmemekte. O yüzden dini yasamdaki rituellerde hicbir deger veya amaç görmemekte. Freude göre dinsel düsünceler tanriya ait degiller veya tanridan gelmemekte. Daha çok zihinsel/ mental wanstaltig veya psychoanalysen iliskilidir.

Yani dinin gerçek ve nihai kaynagi Freud'e göre rasyonel düsüncelerden çok bir bilinçalti tatminligidir. Hislerimizden ve daha önceki geçmisimizin çatismalarindan olusan din rasyonel ve normal yüzeyin derinliginde bulunmakta. Derin hislerin çatismasindan ve zayifliktan olusan din, ne zaman ki psikoanaliz bu problemleri çözdügünde din yanilsamasi haliylen insan sahnesinde kayboldugunu görebilir. Sadece dini açiklamayla kalmayan Freud, ayni zamanda din funksiyonalizmin zaman içerisine azabliecegini de eklemekte.

Sosyolog Emile Durkheim olaylari (hayatimizdaki hemen herseyin; kanunlar, is, aile ve bireyler ve benzeri gibi) bu sefer daha çok sosyal bir bakisla analiz eder. Tomplum olmadan bu seylerin bir form olamiyacagini söyler. Sosyal gerçekleri bireysel gerçeklerden daha temel alir. Birey toplumla açiklanabilir. Arastirirken de dinin insanlar için niye bu kadar önemli oldugunu, dinin birey ve toplum için ne yaptigini sorar. Din ve toplumun birbirinden ayrilmaz oldugunu düsünür. Durkheim teorisi daha çok Montesqieu, Comte en Renan en de Coulanges den esinlenmistir. Bireyler önce gruplar aile, klan, asiret ve uluslar) içerisinde dogar ve o kontekst içerisinde (aliskanlar, kültür, gelenekler, dil, inanç ve hissi reaksiyonlar) büyürler. Eski ve modern toplumlar arasindaki fark, neyin kötü veya iyi oldugunu eskilerde daha çok kollektif bir bilinç cevap verirdi, modern toplumlarda ise daha çok individualistir bu karakter. Fakat genede bu individualist toplumlarda birtakim temel moral bir basise sahiptirler. Bireysel farkliliklar daha çok oldugu için, kollektifizminde çapi küçülmekte. Bir sosyal grub içerisindeki yükümlülükler dinle de iliskilendirilenebilinir. Bir toplum herhangi birinin kafasindaki öylesine bir düsünce degildir. Toplum bir vücuda sahiptir, bu da isaretlerden, dil, kanunlardan, kurallardan, aliskanliklardan, kültürlerden, geleneklerden, düsünce ve degerlerden olusur. Her toplum kendi normal ve abnormal davranislarini belirler. Protestanlarla Katolikler arasindaki intihar orani, Protestanlarda daha yaygindir özgürlükleri daha çok ve gruba baglilik daha az olmasina ragmen.

Yani sosyal bir gerçek olan din Emile Durkheim'in(4) teorsine göre daha çok sosyal bir ihtiyaçtan dogar. Toplumun ruhu olarak kendini gösterir. Ona göre kullandigimiz elementler ve argumentler daha çok atalarimizin hazewinden, geleneklerinden, dil ve dinlerinden yararlaniriz. Ritueller, ayinler dinden daha önceliklidir. Ayinler herzaman varolmuslardir ve inanç olustururlar.

Eger bir sey devamlilik arzediyorsa, demekki toplumun merasim ve törensel rituelere ve ayinlere ihtiyaci vardir. Eger dinin saçma oldugunu düsünürsek o zaman niye insanlar buna sahip gibi sorulari kendine soran E. Durkheim cevablarinida Dinin funksiyonunda bulur. Kisacasi toplum belirleyicidir ve dinini belirler. Kontrol ve sosyal funksiyon mekanizmasi olan toplumun bir de dine yansimasi vardir.

Ekonom, sosyolog ve politikolog olan Karl Marx(5) dini daha çok bir yabancilasma olarak nitelendirir . Daha çok sistemin bütününü ele alan Marx dini merkez almamakta. Yeryüzündeki ilk insanlar büyük idealler için motivasyon sahibi degillerdi. Fakat daha çok temel materiel gerekçelerden lazim olan elementler için yasayabilme motifasyonu vardi. Insanlar gruplara aittir, fakat kendi menfatini de her zaman görür. Marx'in etkilendigi Hegel maddi seyleri ikincil olarak görür. Hegel nihai gerçekten bahsederken mutlak manevi güçten yani inanç sahiplerinin Allah olarak isimledikleri seydir. Mutlakiyet kisinin daha çok bilinlenmesini hedefler. Marx'a göre din bir yansimadir, hatta kötü bir tutarligin yansimasi. Çünkü inanç sisteminin amaci güçlü ve yetkililerin istemleri çerçevesinde tolumda seylerin nasil karakterize edilisini gereçlendirirler. Toplumlarin kabul ettigi din sekillenmeside toplumlari belirleyen kontrol altinda tutalan maddi gücün bir yansimasidir. Marx tanrilarin veya anlamlarindan çok, inancin sosyal mücaelede oynadigi rolu tanimlamaya çalisir. Freud en Durkheim gibi Marx'ta dinin insanlar için ne yaptiginin funksiyonundaki anahtar ve cevaplarindan daha anlasilir hale geldingen söylemekte. Marx ve Freud Durkheim tersine dinin bireysel güven için sahte bir ihtiyac oldugunu ve fantizelerin sebepleri bulundugunda din etkisinin de azalacagini söylemekteler.

Yani Marx funksiyonalist ve reduksiyonist degildir. Dini daha çok yüzeyselin altindaki etki, tesir, ifade, anlam ve septomlarin tabiri olarak nitelendirir. Kisacasi Freud dini nevrotik(sinirsel) ve piskolojik olarak nitelendirirken, Durkheim daha çok toplumun veya beraber yasamanin ruhu olarak analiz eder. Marx ise dini daha çok bu iki perspektifin yani sinif mücadelesinin maddi gerçegi ve yabancilasma olarak yorumlar.

Sosyolog Max Weber(6) dini toplumlari kültürel problem olarak baslamaz.Weber'de Durkheim'in funksiyonel düsüncesinden yola çikar. Fakat dini inançlarin kontrol ve temel sosyal realiteinin yansimasi oldugunun inancinda degil. Weber ve Marx'in tarihsel egilimli sosyal teorileri daha çok komplex ve sosyal tarishsel iliskiler çerçevesinde gelismekte. Econominin gelisimiyle din fantazisini gerekçelendiren Marx, Weber de insani düsünce, inanç ve motiflerinin insan davranislarinin birer ‘gerçek' ve ‘bagimsiz' sebepleri olarak görür. Freud, Durkheim ve Marx dini aksiyonlari dinsel olmayan sebeplerlen dini gereçlendirirler.

Antropolog Mircea Eliade(7) Tylor en Frazer'in entellektuel perspektiflerinden etkilenmistir. Din sadece inançlilarin bakisaçilarindan ve kutsallik üzerindeki vizyonlarindan anlasilabilinir. Viktoriyans bakisi daha çok filosofça olan degerlendirmeleri objektif degildir ve daha çok misyonerliklen taninir.

Etnograf olan Evans Pritchard(8) antropolog Eliade ile ayni fikirdeler . Her ikisininde bir din geçmis mirasi vardir. Evans'a göre din insanlarin yasadigi gibi anlasilmasi gerekir.

Entograf ve toerisyen olan Clifford Geertz(9) kismen Weber'in sosyal vizyonunu temsil eder . Marx, Durkheim ve Freud tersine Geertz genel bir yaklasimlan tüm dinlerin görünmeyen nevrozun, sosyal ihtiyaçlarin ve ekonomik çatismanin birer ürünleridir. Geertz'e göre anlamsistemini anlamadan dini açiklamaya çalismak, kelimeleri anlamadan bir kitabi anlamaya çalisma demmektir. Genel ve spesifik arasindaki iliski farklidir. Seyleri birbirine baglayan genel konseptlerden kaçar Geertz. Iliski ve baglantilar arasindaki ipuculari ve karsilastirmalari verir. Kültürel ifadelerlen iliskilendirmeyen Geertz, dini de bir dünyabakisi ve ahlaki olarak görür.

Simdi dini arkasina alip dünyada güç olmaya çalisanlar degisen iklim sartlari gibi ya Tsunami dalgasi olup halklari, insanligi veya cografyasini yutup geçer, yada gittikçe kendi sahil kenarlarina çekilip kurak ve çoraklastirir heryeri.

Tarihin gereksiz körbagirsagi gibi, din her zaman premodern olgu ve fenomen olarak karsimiza çikar. Hiç bir hizmeti olmaz, hatta bazen sikintilara da yol açar. Siddet, açlik, hosgörüsüzlük, yanlizlik, tahamülsüzlük vesaire. Isin herzaman gölgeli trafinden bakilir. Max Weber'in dedigi gibi din büyü ve sihirlen daha çok alakalidir.

Amerikali politokolok ve sosyolog Alan Wolfe(10) dinin kültürel çerçevede kendisini tamamiyla Amerikan toplumuna ve kültürüne uyarlayarak yasamsal, bireysel mutluluk, küçük ve ekseriya bölgesel toplumlara yönelik, kültür bilinci verildigi manifestosu olarak karsimiza karsi.

Avrupa'da ise din daha çok sosyal refah devleti olarak kendini sembolize etmeye çalisir. Bin yildir halkinin hizmetinde olan `Caritas' gelenegi kiliselerden çok kendisini devletin degisik programlarinda ifade ederek, hizmet kurumlarinda funksiyoneller.

Kürt toplumuna verdigi ve aldigi hizmet anlayisi belli olan kendi din yaklasmalarimizin kaybolmasini istemiyorsak, degismek zorundayiz. Çünkü bir çok sey gibi, din de gittikçe bireysellesmekte. Küresellesmeylen hizlanan özellestirme ve bireysellesme süreci bir çok açidan toplumu de-kurumlastirirken, nitekim daha kurumlasayan pre-dîn anlayisimizda toplumsal ve sosyal iklim degisikliginde etkilenme sürecine girmistir. Kimbilir belkide Amerikalilar gibi Kürt kültürüne uyarlanabilinen aliskanliklar veya gelenekler gelistirilmeli. Eger illede kendi inanç ve kültürel gerçeginden yabancilasma israr ediliyorsa, o zaman sunun bunun din anlayisina eklenmekten çok, kendi kürt kontekstinde plüralist, bölgesel ve ulusal bir yaklasim seçilebilinir. Normatif bir yaklasimdan çok Kürtlere ve toplumlara kazandirilanlar, problemlerden çok degisen süreçleri kollayabilmek, model ve sembollerden çok Kürt insani ve toplumu temel alinmali, kontrol, sömürme ve cezadan çok, ögrenme ve elestirme davranisi gelistirilmeli, hedeflerden çok, hedefe ve amaca uygun, elverisliligi, etkinlik yayginlastirilmali, esas rasyonel gerçeginden çok islevsel rasyonalizmi ve etigi dominant hale getirilmeli.

Positivizmi anlamlastiran bireysel özgürlük ve yükümlülük gelistirilmeli. Insan faktörünü unutan bir metodolji veya sistematik yaklasim toplumu bir pazar olarak görmekten alikoyamaz. Devlet ve büyük mutinasyonal tacirler gibi insan sadece pasiflestirilip tüketicileştiriliyor.

Kaynak: • http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=364

• FRAZER, James George: A Study in Magic and Religion , vol. 6 The scapegoat New York: 1911

• Freud, S., 'Het onbehagen in de cultuur' , 1984, pp. 138-139.

• Emile Durkheim; Society as Sacred (E. Venbrux / A. Need)

• Karl Marx en A. Ruge, Parijs 1844.

• Weber, M. Gesammelte Aufsätze zur Religionssoziologie ,(1920-21),

• Mircea Eliade; "Het heilige en het dagelijkse leven" uitgeverij Abrax; mei 2006

• E.E. Evans-Pritchard, Witchcraft, Oracles and Magic among the Azande (Oxford 1976), p. 338

• Geertz, Clifford; The Interpretation of Cultures . New York: Basic Book1973

Alan Wolfe; ‘ Religion and Democracy

TANRI, META VE ANLAM DİYALEKTİĞİ...




Tanrı duyumsal değildir; sezgiseldir. Duyumsal olmanın doğal koşulu, fiziksel olmaktır. Başka bir deyişle maddi bir varlık olmaksızın duyumlarımız her hangi bir tepki vermez. Fiziksel etkinin duyumlarla algılanması, olguyu bilme, tanıma ve adlandırma sürecinin temelidir. Bu süreç bizi hakikati bilinçli bir biçimde kavramaya zorlar. Sezginin temelinde dışsal/fiziksel bir etki belirleyici olsa da sezgi ruhsal boyutu ağır basan öznel bir süreçtir. 

Sezginin zihinle olan ilişkisinde, ruhsal boyut etkin belirleyici bir rol oynar. Öyle de olsa sezgi, algı gibi işlev görmez. Özne burada yapay bir algı üzerinde bilgiye, temelde kendi isteklerine göre biçim vermekte özgürdür. İmgelem bundan doğar: Gecede, gökte parlayan uzak bir yıldızın saçılan ışık ipliklerini sevilen bir kızın savrulan dağınık saçlarına benzetmek (-düşünmek) pek ala mümkün. İşte bu durumda bu, soyutlama yoluyla, öznel isteklerin sezilen ve zihnin desteğiyle iki farklı maddi ve fiziksel varlığın ap ayrı gerçekliklerine ait özelliklerini özdeşleştiren girişimin ifade gücünü ortaya koyan imgesel bir somutlaştırmadır.

İnsanda tanrı fikrinin biçimlenmesini sağlayan ve onu giderek bir varlık inancına götüren süreç; insanın ilişkilendiği maddi çevrede karşılaştığı fenomenleri açıklamakta içine düştüğü yetersizliğin etkisini kırmaya yönelik arzuyu yatıştırmak için sezgi ve zihnin iş birliğiyle oluşan çarpık algıyı üreten karmaşık bir zemindir. Bu durum başlangıçta öznel ve bireysel bir çabayla sınırlıyken, çarpık algının ürettiği argümanlar sonradan toplumsal birer gerçeklik olarak karşımıza çıkarak ve hayatımızı her yandan kuşatarak etkisi altına aldı.

Sezginin ve zihnin ürettiği bulanık imgeler ve sisli açıklamalar, bir süre sonra öyle katı ve sert birer toplumsal gerçekliğe dönüşürler ki, bireysel sezgiyi ve toplumsal zihni tamamen kendi kontrolleri altına almayı başarırlar: Tanrı vardır ve Kutsaldır! Tanrı, tartışılmaz bir güç ve varlıktır!

Böylece tanrı fikri ve dinsel inanç başlangıçta insanın iç yaşantısıyla sınırlı kalırken, sonraları kutsal ve tehdit edici sınırsız bir güç olarak insanın karşısına dikiliyor. Bu güç ve inanç insanların ruhuna nüfuz ederek elindeki düşünsel bütün olanakları, sezgisel ve zihinsel potansiyeli tüketip yok eder. İnsanın doğal istekleri, tanrının istekleri tarafından fedakarca bastırılır. İnsan artık kendisine değil, kendisinin ürettiği dışındaki bir varlığa aittir; onun kölesidir.

Doğası ve kaynağı gereği sezgi çarpıktır. Tanrı, sezgi yoluyla çarpıtılmış algının biliş sürecine sürükleyip oturttuğu soyut bir imgelemin yüceltilmiş çarpık ve sisli resminden başka bir şey değildir. Tıpkı işçinin ya da serfin ürettiği artık ürünün kendi üzerindeki etkisini kendi dışında bir olgu olarak görüp kendini ona muhtaç hissetmesi gibi…

Meta üreten emek, sonradan metanın kölesi oluyor ve meta onun bütün ruhsal, entelektüel ve ekonomik potansiyelini tüketip yok ediyor.

Tanrı sezgisel ve zihinsel bir ürün olarak, insanlık tarihi boyunca, katı bir bilince dönüşüp insanın iç dünyasını ele geçirirken; kapitalist toplumda meta insanın maddi emeğinin bir ürünü olarak, insanın bütün maddi yaşamını ve gereksinimlerini biçimlendirip kararlaştıran görünmez bir güç rolünü oynamayı sürdürüyor.

Bu çarpık diyalektiğin tersine çevrilmesi gerekiyor. Tanrı ve meta insanın denetimine girmelidir. İnsanın ruhsal ve maddi yaşamının özgürleşmesi, insanın insanlaşması ve yeniden kendini bulması bu güçlerin yarattığı etkileri yok etmekle mümkündür.


Ahmed Kaymak/ Amed