10 Eylül 2016 Cumartesi

FEDERALİZM VE FEDERAL DEVLET








 Ahmed Kaymak  

Dildeki ifade araçlarından biri olan kavram sorunu konuşulan bütün dillerde bulunmaktadır. Bu sorun basit olmamakla birlikte genelde yeterince önemsenmemektedir de.İletişim bağlamında kullanılan kavramsal araçların doğru veya yeterince anlaşılmaması durumu, insanlar arası ilişki ve tutumlarında kısırlığa, yavanlığa, yüzeyselliğe yol açabilir. İfade edilene refleksler gevşek, algılama kısır, mantık yüzeysel olunca, tutumların tutarsızlıklara kaymasını önleyecek hiç bir araç yoktur.

Federasyon, federal, federe, federalizm kavramları ve anlam sınırları bu çerçevede birbirileriyle karıştırılmaktadır. Kavramsal içerik ve anlamlarının yanı sıra bütün bu ayrı kavramların işaret ettiği form veya düşünsel tutumlar kimi zaman içinden çıkılmaz karışıklıklara neden olmaktadır. Bunların ayırımı yapılmadan, bu anlam karışıklığından kurtulmak oldukça güçtür. Bu güçlüğü ortadan kaldırmak üzere geniş bir ayrıma girişmeden önce bunlara ilişkin kimi kısa bilgiler vermek yararlı olacaktır.

Federasyon, Proudhon'un açıklamasına göre, " bir veya bir çok aile reisinin, bir veya bir çok komünün, bir veya bir çok komün grubunun veya devletin bir veya bir çok özel hususların tahakkuku için mütekabilen bağlandıkları bir sözleşmedir. Federal kavramı ise, bir toplumsal örgütlenme modelini ve siyasi kültürün bir türünü ifade eder. Federe kavramı, bu modelin kurucu asli öğelerinden biridir. Federalizm kavramı  ise felsefi fikir çerçevesinde toplumsal ve kültürel, siyasal ve ideolojik bir tutumun; bir istek, tercih ve iradenin ürünüdür.

Konfederasyon ise bir devlet biçimi değil, belirli konularda üye devletlerin işbirliği yapmak üzere kurucu iktidar niteliğinde olmayan bir sözleşme (akit) yoluyla bir araya gelen devletler topluluğudur. Konfederasyon konseyinin veya meclisinin alacağı kararlar, üye devletler için bağlayıcı değildir. Başka bir deyişle, konfederasyon, bağımsız devletlerin bir araya gelip oluşturdukları bir topluluktur. Bu devletler iç ve dış politikalarında kendi iç hukuk düzenlerine göre hareket ederler…

Bu çalışmada federalizm kavramının kullanılış yeri dışındaki kavramlar arasında bu kısa ayırımı yaptıktan sonra ilişkili olduğu sosyolojik ve politik formlar, aralarındaki ilişki kopartılmadan,  ayrı ayrı incelenmektedir. Federalizmin kaynaklarına ilişkin bir geriye bakış bu incelemenin dışında bırakılacaktır. Ele alınan kavramlar ve sosyal politik olgular açıklandığında bu kaynaklara haliyle atıflar yapılacaktır.Sonraki bölümlerde yanlışlıkların sadece kavramların felsefi ve bilimsel kullanılışına değil, bu kavramların işaret ettiği hukuksal ve siyasal formlara taşındığı da görülecektir: Üniter Devlet, ,  Merkezi  devlet, Adem-i Merkeziyetçi ve Federal Devlet...... vd.

Durum böyleyse, federalizm çerçevesinde ayrıca yer verilecek bu hukuksal ve politik formların ne olduğuna geçmeden,  önce federalizmin ne olduğunu görelim.

1-      FEDERALİZM

Federalizmin temel ilkesi, iktidarın iki yönetim alanı arasında bölümlendirilmesidir.  Buna göre siyasi sistem içerisinde devlet yetkilerinin anayasa ile paylaşılması gerekmektedir. İster homojen ister heterojen bir toplum olsun, federalizmin ön gördüğü ve savunduğu hukuksal siyasi düzende iktidar organlarının birbirlerinden ayrı ve eşit yetkiyle donatılmış olması, federal bir sistemin varlığı için bir ön koşuldur. Federalizmin tarihsel bir akım olarak ortaya çıkışına kaynaklık eden de bu düşüncedir. Heterojen toplumlarda ise, toplum doğası gereği federal olduğu için, hukuksal siyasal düzenin de ona uygun şekillenmesi, farklı toplumsal kesimlerin, sınıfların, etnik ve kültürel toplulukların bu düzenin organlarının etkin birer parçası olarak toplumsal yönetim kademelerinde rol almaları gerekir. Bu görüşe göre durum ele alındığında federalizmin ideolojik bir karakteri olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyledir ki, Elezar, federal sistemi, belirli ölçüde özerk ve paylaşılan yetkilerle birleştirilmiş bir yaşam biçimi veya düşünce biçimi olarak tasvir eder. Diğer yandan King daha açık bir şekilde federalizmi siyasal felsefenin bir ürünü olarak ifade edip onu bir ideoloji olarak kabul etmektedir. King ve daha başka birçok siyaset bilimcisinin konuya bakışı bu yöndedir. Bize göre de, federalizm, felsefi fikir çerçevesinde toplumsal ve kültürel, siyasal ve ideolojik bir tutumun; bir istek, tercih ve iradenin ürünüdür. Fedral sistem ise, belli bir toplumsal örgütlenme ve hukuksal düzen bağlamındaki devlet biçimini tanımlayan bir kavramdır.

Federalizmin felsefi ve ideolojik ilkelerinden biri de çeşitliliklerin bir arada yaşaması olarak özetlenebilir. Bu ilke, toplumsal çeşitliklerin ve farklılıkların barış içinde, demokratik ilişki ve araçlarla sorunların çözülebileceğine vurgu yapar. Demek ki, federalizmin önemli ölçütlerinden biri de, barışçıl olmaktır. Kültürel çeşitliliğin ve etnik farklılıkların bulunduğu bir coğrafyada barışçıl ve demokratik ilişkilerin varlığı, Federal bir sistem oluşturmayı kolaylaştıran bir temel oluşturmaktadır. Barışçıl ve demokratik araçların dışında kullanılabilecek her türlü yol ve yöntem bu temeli bu amaçtan uzaklaştırır; çeşitliliğin uyumu bozulur, etnik farklılıklar çatışma riskiyle karşı karşıya gelerek katı etnik ve ulusal kutuplaşmalar ortaya çıkabilir. Durumun bundan sonrasında toplum federal doğasını kaybeder ve bir arada yaşama koşulları kalmayabilir.

Türkiye coğrafyasında durum bu çerçevede ele alındığında durum daha açık bir biçimde anlaşılabilir. TC kuruluşundan bu yana, benimsediği üniter devlet biçimi kuralları gereği, coğrafyasında bulunan federal toplum yapısını parçalamaya, çeşitlilik desenlerini yok etmeye, etnik ve ulusal farklılıkları bir tek ulus içinde eritmeye çalışmıştır.

Türkiye'de siyaset bilimcileri, Anayasa hukukçuları, sosyoloji çevreleri de federalizm konusunda oldukça sınırlı yaklaşımlara sahiptirler. Federal toplum ve federalizm gibi kavramları sosyolojik, etnik ve politik açılardan ele alan Türk akademisyenler, federal devlet modeline ve onun ideolojik ölçütlerine işaret etmekle yetinirler. Federalizmi Türkiye'deki toplumsal kültürel ve etnik çeşitlilik üzerinden, bölgesel ve coğrafi boyutlarıyla ilişkilendirmemeye özen gösterirler. Bu konuda kısık bir sesle de olsa, bu ilişkiyi kuran bilim adamları, hukuk bilimi ve Anayasa hukuku teorisyenlerinin sayısı parmakla gösterilmeyecek kadar azdır.

Öte yandan TC egemenliği altındaki coğrafyada etnik ve ulusal planda en kalabalık nüfusu oluşturan Kürt topluluğunda yaklaşım daha içler acısıdır. Federal toplum ve federalizm gibi siyasal ve felsefi kavramlar ilgi ve inceleme konusu yapılmamıştır. Bu ilginin tek istisnası olan Kemal Burkay'ı bir yana bırakırsak, federalismin, Kürt aydın ve siyasi çevrelerinde enine boyuna tartışılmadığı da görülmektedir.

Sosyolojik ve politik bir olgu olan federal toplum ve devlet modelinin homojen bir toplum ve ulus devlet biçiminin bir alternatifi olarak düşünüldüğünde, Kemal Burkay'ın Kürdistan toplumunun ilk federalistlerinden biri olduğu gerçeğiyle karşılaşmak ilginçtir. Kürt toplumu ve Kürdistan'daki heterojen çeşitlilik kapsamında kültürel çeşitlilik, dil, etnik ve sosyolojik farklılıklara dayanan bir toplumda, toplulukların özerk potansiyellerini ve haklarını koruyarak barış içinde yan yana yaşamaları federalizmin ideolojik ve politik temelidir. Bu çerçevede Kemal Burkay'ın bu yöndeki düşünceleri ele alındığında, modern federalizm düşüncesinin bütün veçhelerine rastlamak mümkündür. O, toplumsal ve siyasal sorunların barışçıl ve demokratik yollarla çözülmesinin, çatışma ve savaş gibi yıkıcı sonuçları olan yöntemlerden daha adil ve kalıcı olacağını savunmuştur. Bu doğrultuda mücadele etmek üzere 1970'li yıllarda illegal koşullar altında kurduğu Türkiye Kurdistan Sosyalist Partisi (TKSP)* de bu ilkeleri temel almış, felsefi ve ideolojik prensipleri bu yönde hayata geçirmek istemiştir. Bu anlamda TKSP de Kurdistan siyasi cephesindeki ilk federalist Kürt ve Kurdistan partisidir.

Ayrıca 2002 yılında Kürt ve Kürdistan sorununa odaklı bir siyasi program çerçevesinde kurulan Hak ve Özgürlükler partisi (HAK-PAR), ilk legal-yasal Kürt federalist partisidir.

Görüldüğü gibi Kürdistan'da federalizm bir felsefi, ideolojik ve siyasi eğilim olarak yeni bir akım olmamakla birlikte, genel olarak kürtler arasında, bu felsefi akımın öngördüğü model yeterince anlaşılamamış, hak ettiği ilgiye ulaşmamıştır.

Kürtler arasında siyasi görüş ve duruş ayrılıklarının gereksiz ve yapay gerekçelere dayanmasının altında yatan temel sorun, federal bir kültürün olmayışıdır.

İki farklı terim ile ifade edilse bile demokratik ve federal kültür aynı ilişkileri içeriyor. Demokrasi federal kültür üzerinde şekillendiğinde, toplumsal iktidar ve yönetimsel makamlar adil, eşit ve demokratik nitelikte olabilir. Böyle bir toplumsal düzende insanlar sorunlarını barış içinde kolektif araç ve ilişkilerle çözer. Anlaşmazlıklar uzlaşma araçları ile barışçıl yollarla bertaraf edilir. Federalizm, bu ölçütler üzerinde bir devlet tasavvurudur. Federal devletse bunun hukuksal ve siyasal modelidir.  Ayrım böyle olduğuna göre, o halde, burada, devletin ne olduğuna da  bakmak gerekmektedir.

2-      DEVLET

Devletin kökenine ve tanımına ilişkin yapılan açıklama ve tanımlamaların sayısı oldukça fazladır. Antik çağdan bu yana yazılı literatürde devlet kavramına yer veren filozoflar, bilim adamaları ve hukukçular arasında tanıma ilişkin bir birlik bulmak zordur. Her felsefi bakış açısı bu olguyu farklı açılardan tanımlamaya çalışmıştır. Bize göre bu farklı bakış açılarından doğan açıklamaların her biri olgunun bir yönüne veya birkaç yönüne dikkati çekmişlerdir. Bunu böyle kabul ettiğimize göre biz de devlet olgusuna ilişkin bu tanımları kısaca verdikten sonra, birbirini itmeyen ve ayrıca birbirinden çıkartılabilen görüşleri toplayarak yeni bir tanıma ulaşmaya çalışacağız.

a)      Devlet Nedir?

Rousseeau, devleti toplum sözleşmesinden türetiyor. Bu düşünceye göre, İnsanlar yaşamak ve güvenlik ihtiyacını karşılamak üzere bir araya gelip güçlerini birleştirmek üzere bir sözleşme yoluyla birleşmişlerdir. Buna karşılık Carey, devletin kökeninde bir soyguncu çetesinin yattığını ileri sürer. Karl Marx, devleti bir sınıfın çıkarlarını ve egemenliğini sağlamak üzere başvurulan bir baskı mekanizması olarak tanımlarken; izleyicileri, tüm siyasal ve ekonomik ilişkilerde devletin vatandaşlar üzerinde mutlak bir efendilik kuran ve her şeye gücü yeten bir varlık olarak nitelerler.  T. Hobbes devletin doğa dışı niteliğine vurgu yapmış ve onu Levthian’a, bir canavara benzetmiştir. J. Bodin devlete sürekli ve mutlak olan egemenlik kavramı üzerinden bir unsur eklemiştir. Manchester okulu filozofları, devleti bekçi-jandarma olarak adlandırırlar. Başka bir deyişle bekçi devlet, birilerinin çıkarlarını koruyup kollamak; jandarma devlet ise bu birilerinin çıkarlarını savunmak için vardır.  Grotios, devlet, üyelerini bir hukuk düzeni içinde korumak ve onların çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan , özgür insanların yetkinleştirilmiş birliğidir, der. Oppenheimer ise, devletin koruma işlevini gerçekleştirmek amacıyla oluşmadığını, tersine, koruma işlevinin devletin bir amacı olarak sonradan çıktığının altını çizer.

Georg Jellinek, devleti, insan, toprak ve egemenlik unsurları üzerinde tanımlamaya çalışmıştır. Başka bir deyişle, devlet; belirli bir toprak (ülke) parçası üzerinde egemen olan belirli insan topluluğunun oluşturduğu varlıktır. Jellinek, devleti, egemenlik gücüyle aslen donatılmış, belli bir toprak parçası üzerinde yerleşik bir millet birliği, şeklinde açıklar. Jellinek’in devletin unsurlarına ve varlığına ilişkin yakın ama daha geniş bir tanım da İlhan Akipek’e aittir: “devlet, belirli bir insan topluluğunun, belirli bir toprak üzerinde egemen olmasıyla oluşan, hukukî kişiliğe sahip devamlı bir teşkilattır.”

b)Etimolojisi

Bu tanımların yanı sıra devlet sözcüğünün etimolojisiyle ilgili iki örnek var elimizde.

1-) Devletin, İngilizce karşılığı, State; Fransızca, Etate; Almanca, Staat; İtalyanca, Stato biçimindedir. Bu sözcük Rönesans İtalyası’ndan gelmekte ve iktidarı kuvvet yoluyla eline geçiren prensle yardımcılarından oluşan çevresini belirtmektedir. O dönem İtalyası’nda yöneticilerle çevresine  ‘lo Stato’ denirdi. Franz Oppenheimer’in Jacob Burchard’dan aktardığına göre, bu kelimenin, sonraları bir bölgenin tüm varlığını içeren bir anlam kazanmaya başladığı belirtilmektedir.

2-) Bu ikinci örnek Kemal Gözler tarafından veriliyor; “devlet” kelimesi, Arapça “devle” kelimesinden Türkçe’ye geçmiştir. Bu kelimenin kök harfleri d-v-l’dir. Bu harflerin aynısı “tedavül” kelimesinde de geçiyor. Kemal Gözler’in çözümlemesine göre bu anlamda “devlet”, “ tedavül eden” yani “elden ele geçen” aygıt-şey demektir. Aynı yazarın Bülent Nuri Esen’den aktardığına göre, bu anlamda “devlet” kelimesi “ iktidarın el değiştirmesi”ni çağrıştırmaktadır. Aynı eserde “devlet” kelimsine, savaşan iki ordudan birine veya ötekine geçen galibiyet ve zafere de “devlet” dendiği belirtilmektedir.

Bu iki örnekle ulaşılan anlam ile yukarıdaki değişik tanımlar belirli yanlarıyla birbirleriyle örtüşmektedir. Tanımları ve devlet kelimesinin kökeninin çağrıştırdıklarıyla anlamları arasında oldukça benzerliklerin olduğu görülmektedir. Öyle de olsa , sonuç olarak bunlar toplandığında, bize göre şöyle bir tanım da ayrıca anlamı genişletmektedir. Devlet: gerek içe gerek dışa karşı kuvvet tekelini elinde bulunduran ve kullanan, belirli bir insan topluluğunun, belirli bir toprak üzerinde egemen olmasıyla oluşan, hukukî kişiliğe sahip devamlı bir teşkilattır.
Devleti bu özellikleriyle tanımladıktan sonra devlet biçimlerinin farklı olabileceği gerçeğini de unutmamak gerekir.

3-      DEVLET BİÇİMLERİ

Tarihsel çerçevede çok sayıda devlet biçimleri olduğu görülmektedir. Monarşi, Mutlak monarşi, Meşruti Monarşi, Oligarşi ve Aristokrasi gibi biçimler, tarihsel nitelikte olan devlet biçimleridir. Bu gün bu biçimde olan bir devlet yoktur. Ancak günümüz modern devlet biçimlerinin içeriğinde bu tarihsel nitelikteki devletlerin izleri büsbütün silinebilmiş değildir. Öyle de olsa, biz burada, günümüzde var olan devlet biçimlerinin konumuzla ilgili olan örnekleri üzerinde durmakla yetineceğiz.

A-Üniter Devlet

Üniter devlet kavramı, yetkilerin tek merkezde toplandığı, hukuksal, siyasal ve idari sistemi ifade eder. Buna göre merkezi devlet dışında herhangi bir idari alt birim veya bölgenin ve özerk topluluğun yetkileri ya hiç yoktur ya da oldukça sınırlıdır. Üniter devlet, devletin ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet biçimidir. Üniter devlette tek ülke, tek millet ve tek egemenlik vardır. Üniter devlette, anayasa tektir, tek bir hukuk düzeni vardır. İdari birimler sınırlı yetkilere sahip olmakla beraber, bunların yasama ve yargı yetkileri söz konusu değildir. Keza toplumsal çeşitlilik desenlerini temsil eden kültürel toplulukların, etnik ve ulusal farklılıkların, bu devletin hukuk düzeninde, merkezin çıkarttığı yasalara ve aldığı kararlara katılma hakları yoktur. Danimarka, Fransa, İngiltere, Hollanda, Portekiz, Yunanistan ve Türkiye, …  gibi devletler birer üniter devlettirler.

Yapısı ve karakteri bu çerçevede özetlenebilecek olan üniter devlet biçimi, etnik ve ulusal farklılıkları reddeder. Milletin tekliği esastır;  egemenlik bölünmez bir bütündür. Türkiye’de devlet böyle bir devlet biçimi olarak kurgulanmıştır. Bu da Türkiye’de, kuruluşundan beri kültürel etnik azınlıkların ve ulusal toplulukların huzursuz olmalarına, sistemle olan sürekli çatışmalarına neden olmuştur. Türkiye çok uluslu, çok çeşitli dinsel ve kültürel motiflere sahip bir ülke olmakla birlikte, onun hukuksal ve siyasal yapısı bu çeşitlilik ve farklılıkların reddi üzerine kurulmuş, subjektif milliyetçilik kavrayışı kapsamında, halklar ideolojik baskı altına alınmıştır.

 Bu durum bütün üniter devletlerin tipik karakterini yansıtmakla birlikte, 20. Yüzyılın         ortalarından bu yana üniter devletin kişiliğinde ve uygulamalarında önemli değişimler olduğu da söylenebilir. Bu değişimler iki önemli hukuksal ve siyasal ilişkinin ortaya çıktığını göstermektedir. Bunlar, üniter devlet bünyesinde, merkezi üniter devlet ve adem-i merkezi üniter devlet olmak üzere iki görünüm halinde belirmiştir.

A-1) Merkezi üniter devlet

Merkezi üniter devletin özelliği taşra teşkilatlarına, il veya bölgelere tanınan idari yetkilerle ilgilidir. Esas itibariyle bu yetkiler göstermelik olmaktan öteye gitmez. Bakanlar kurulunca atanan il valileri, seçimle gelen bir belediye başkanından her zaman önemli bir makama sahip olarak il ve il çevresinde son karar merciidir. August Viven’in ifade ettiği gibi, bununla, baltanın ülke sınırlarının ucuna ulaşan boyu kısaltılmıştır, ama işlevi aynıdır. Yani merkezi yönetim veya onun idari organları yine tek söz sahibidir. Üniter devletin merkezi idaresi başkent ve taşra şeklinde ayrılmış gibi görünse de, merkezi yönetim her halükarda bütünlüğünü korur.

Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da ordu içinde patlak veren bir başarısız darbe kalkışmasından sonra ülkede ilan edilen Olağanüstü hal ve uygulamaları çerçevesinde çıkartılan kararnameler organik yasa ile bütünleştirilerek,  daha önce idari birimlere il ve büyükşehirlere tanınan kısmi yetkiler, tek işlemle bir kalemde budanabilmiştir. 2 Eylül 2016 tarihinde, hükümetinin 100. gününü değerlendirmek üzere basın karşısına geçen B. Ali Yıldırım, konuyla ilgili şöyle diyordu: ”Büyükşehir yasalarıyla birlikte valiliklerin büyükşehirlerdeki faaliyetleri hemen hemen sıfıra gelmişti. Şimdi tekrar valilikler, İl özel idareleri, belediyenin erişemediği yerlere hizmet götürecektir.”

A-2) Adem-i merkezi üniter devlet

Üniter devlette, adem-i merkeziyet ilkesi veya işleyiş biçimi de yerel bölge veya illerde fonksiyonel bir niteliğe sahip değildir. Bu ilke, homojen topluluklarda fonksiyonel olabilir, ancak birden fazla toplulukların bulunduğu ülkelerde veya  iki toplumlu toplumlarda pek fazla bir anlam ifade etmez. Türk idare hukukunda , yetki genişliği ilkesi diye belirtilen adem-i temerküz ilkesi; merkezi idarenin taşra teşkilatının başındaki amirlerin-valilerin veya bölge valilerinin belli konularda Başkent teşkilatına danışmadan temsil ettiği makamları adına karar verebilmelerini öngörüyor.  Bu sefer Odilon Barot’un İfadesine göre, vuran çekiç yine aynı çekiçtir. Ama sapı kısaltılmıştır.

Bu ilkelerin de kavramsal düzeyde, bahsedilen olgulara ilişkin yer ve anlam sınırlarını açıklama yönünde yanlış kullanıldığı olmaktadır. Özellikle Kürt siyasi literatüründe Adem-Merkeziyet kavramının yanlış yerde ve yanlış anlamda sıkça kullanıldığını söyleyebiliriz. Üniter devlet ve üniter devletin fonksiyonları ile bunların idari alandaki davranış biçimleri, tasvir ve tanımda sürekli birbirine karıştırılarak anlam ve amaç belirsizleştirilmektedir. Bu literatürlerde kavramın; sanki kendi kendini yönetme, yerinden yönetim, kendi yerel organları aracılığıyla kararlar alıp bu kararları hayata geçirebilme şeklinde anlaşıldığı görülmektedir. Örneğin, Hak-Par, programında bu kavramı bu anlama gelmek üzere birçok yerde kullanmıştır. Hak-Par yazarlarının da bu yanlışlığa sık sık düştükleri gözlemlenmiştir. Diğer Kürt yazar, aydın ve siyasetçilerinde de bu yanlışlıklar yaygındır.

Burada belirtilmesi gereken; adem-İ merkeziyetin, genellikle merkezi otoritenin, yani üniter devletin il veya bölge planında denediği idari yönetim şekil ya da işlevlerinden biri olduğudur. Yerel planda İl ya da bölge idaresiyle sınırlı yetkilerle donatılan yerel birimler doğrudan merkezi devletin denetimine tabîdirler. Bu haliyle söz konusu il veya bölgelerin idari yasalarla belirlenmiş bu statülerini yasalarla koruma imkânları yoktur. Ulusal devlet istediği an bunların yetkilerini budayabilir veya ortadan kaldırabilir. Bununla birlikte, bu tip yerel ve bölgesel birimlerin yönetime veya Anayasayı değiştirme süreçlerine katılma hakları yoktur. İl belediye, ilçe, belde yöneticileri ve meclis üyeleri seçimle gelseler de, mülki amir ve yetkilileri, merkezi devletin atadığı memurlarıdır. Osmanlı döneminde bazı yerel birimlere ve bölgelere bu tarz yetkiler ve imtiyazlar verilmiştir. Açıkladığımız gibi, bunların siyasal yönetime ve yasama süreçlerine katılma hakları yoktu. Bütün yetkiler, yasal ve idari işlemler merkezi devletin tasarrufundaydı.

Durum böyleyken, adem-i merkezi bir yönetimi savunduğunuzda, merkezi devletin bu ilkesi doğrultusunda, üniter devletin hukuk sistemini ve siyasal yapısını da kabul etmeniz gerekir. Üniter devlette yönetim yukarıdan aşağıya katı ilişkilerle birbirine bağlanmıştır. Federal devlette ise bu ilişkiler, esnek bir tarzda aşağıdan yukarıya birbirine eklenmiştir.

 Federal devlette, adem-i merkeziyet yoktur. Federal sistemde, federe devletler vardır. Her bir devlet kendi başına siyasi ve hukuki açıdan idari iş ve işlemlerde açık ve kesin bir tasarrufa sahiptir.
Bu açık ayırıma dayanarak federalistler, haklı olarak, üniter devletin bir iç idari hukuk türevi olan adem-i merkeziyeti reddederler. Federalizm, iki ayrı devletin, yani en az iki bağımsız siyasi ve hukuki düzeni olan birimin oluşturduğu birleşik federal devlet ilkesinden hareket eder.

Oldukça açık ve kesin çizgilerle belirtilen bu ayırımların gözden kaçırılmasının nedeni, sanırım, Bölgesel devletler ile Özerk Topluluklar alanında üniter devletlerde denenmiş statüler ve hukuksal düzenlemeler ile yerel yönetimlere ilişkin mevzuatlarda yer alan yerel idari yetkilerin birbirine karıştırılıyor olmasıdır. O halde günümüz üniter devletlerinde var olan Bölgesel devletler ve Özerk toplulukların statülerine ilişkin kısa bilgiler vermek bu bakımdan gerekli olmaktadır. Kanımca bu gereklilik, Üniter bir yapıya sahip olan Türkiye devletinin idari sistemini ve egemenlik biçimini tartışmak ve tartışmayı bölgesel-ulusal bir niteliği olan Kürt  ve Kürdistan (bölge) gerçekliği çerçevesinde sürdürmek bakımından da önem arz edecektir. Öyle ise, uzatmadan, önce Bölgesel Devlet veya Bölgesel Devletler ne ifade ediyor, ona bir göz atalım.

A-a) Bölgesel Devletler

Bölgesel devlet kavramı, Üniter devletin bünyesinde türetilen hukuksal ve siyasal bir yönetim biçimine işaret eder. Bu kavram Avrupa kamu hukukunda uzun yıllardır tartışılan konulardan biri olmuştur. Tespitlerimize göre bu tartışmalardaki temel sorular şöyle sıralanabilir:

1) - Bölgesel devlet, gerçek anlamda devletin unsurlarını taşıyan niteliklere sahip midir?

2) - Üniter devlet bünyesinde, merkez- çevre ilişkisi bakımından Bölgesel Devletin aldığı konum ve kullandığı yetkinin alan ve sınırları nerede başlar ve biter, nereye kadar uzayıp genişler?

3)- Bölgesel Devlet, ekonomik sosyal, kültürel, etnik ve ulusal içeriklere göre şekillenen bir siyasi ve idari yapı olarak görülebilir mi?

Ortaya atılan bu sorular; siyaset bilimcilerinin, Anayasa hukukçularının ve diğer alan uzmanlarının ilgi ve tartışma odağındaki ağırlıklarını korumayı sürdürüyor.

Bizim birinci soruya yanıtımız, Bölgesel devletin, bir devlet olmadığı yönündedir. Yukarıdaki bölümde devletin hangi unsurları içerdiğini belirtmiştik: Devlet, gerek içe gerek dışa karşı kuvvet tekelini elinde bulunduran ve kullanan, belirli bir insan topluluğunun, belirli bir toprak üzerinde egemen olmasıyla oluşan, hukukî kişiliğe sahip devamlı bir teşkilattır. Bölgesel devlet bu unsurlara ve fonksiyonlara sahip değildir. Bölgesel devlet, ulusal devletin ve merkezi yönetimin özerk siyasal birimidir. İtalya, bütünüyle bölgeselleşmiş bir yapıya sahiptir. İtalya’da daha güçlü olan bu tür bölgesel birimler, Fransa’da daha zayıftır. İngiltere’deki bölgelerin statüsü ve ulusal devlet içinde aldığı rol İspanya’dakinden güçlü değildir. Birleşik Krallık memleketlere ve milliyetlere bölünmüştür. Bu milliyetlerin kendi parlamentoları yoktur. Özellikle İtalya ve İspanya’da söz konusu bölge yönetimlerinin rolü, yasama yetkisi farklı olmakla birlikte tümünde ortak olan özellik, ulusal politikaların belirlenmesinde ağırlıklarının ya hiç olmaması veya çok sınırlı olmasıdır. Bundan başka bu siyasal özerk yönetimlerin kendilerine özgü yargı erki bulunmamaktadır. Mali açıdan da söz sahibi son noktada kendileri değil merkezi devlettir.

İkinci olarak, Bölge devletleri, adı üstünde, bölgeseldir. İtalya’dakiler böyledir. Başka bir deyişle, bölge, merkezi ulusal devletin egemen olduğu ülkenin bir parçasını oluşturur. Ülke bütünlüğünün ve bölünmezliğinin bir parçasıdır. Bu özerk siyasal birimlerin Ulusal devletten, self-determinasyon, kendi geleceklerini belirleme ve ayrılma hakları yoktur.

Bölgesel devletlerde bir diğer dikkati çeken siyasal ve idari ilişki, özerk bir yasama organı ve sayılı konularda yetki paylaşımı olmasına karşın, özerk birim iki başlıdır. Yerel özerk birimin yetkili makamının yanında (üstünde demek daha doğru) merkezi devletin tayin ettiği bir yetkili yer alır.
Bir diğer önemli husus, Bölgesel devletler, bir tarihi kimlik, kültürel bir topluluk veya milliyet esası üzerinde kurulma gibi bir koşula dayanmaz. Belçika’da, federasyondan önce, bölgeler vardı; federasyondan sonra federe devletlerin hala “bölge” olarak anılmaları, alışkanlıktan öte bir anlam içerir. Durum İtalya'da ekonomik, siyasi ve coğrafik faktörlere göre gelişmesine karşın, İspanya'da ve İngiltere'de kısmen kültürel ve etnik-milliyet unsurları kapsayacak biçimde farklı yönetim birimlerinin ortaya çıkması şeklinde gelişme göstermiştir. İspanya'da Bask, Katalan ve Galiçya bölgeleri bu niteliktedirler. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, bütün bu siyasal gelişmeler ve oluşumlar üniter devlet biçimi bünyesinde varlık bulmuş olmakla birlikte İtalya'daki ve İspanya'daki veya Birleşik Krallıktaki örnekler birbirinden oldukça farklı özellikler göstermektedirler. İspanya'daki özerk birimler, genel olarak "Özerk Topluluklar" olarak adlandırılmaktadırlar.

A-b) Özerk Topluluklar

Özerk Topluluk kavramı, daha çok İspanya’daki siyasal birim veya bölgeleri ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu kavram, siyasal bölge, idari bölge ve birimlerden farklı bir işleyişe ve anlama işaret eder. Özerk Topluluklar siyasal yetkilerle donatılmış olup hukuksal açıdan anayasaya eşit veya anayasa ile yasa arasında ya da yasalarla eş düzeyde, özerklik potansiyellerinin belli fonksiyonlarını belli süreçlerde ortaya koyan, yetkileri anayasa tarafından belirlenen ve organları seçimle gelen Bölgeler tipidir. A. Nalbant, İspanya’da siyasal bölge yerine özerk topluluk ya da özerk yönetim kavramının benimsenmiş olduğunu söyler. Aynı yazar, özerklik kavramının, kendi statüsünü belirleme anlamına gelmekle birlikte; siyasal bölgelerin bir hükümet ve devlet olmadıklarını belirtmektedir. Başka bir deyişle özerklik, hukuki bir temelin oluşturduğu bir takım haklarla kendi kendini idare yetkisini kazanmasıdır. Bu ifade beraberinde başka bir hukuksal ve siyasal anlamı da çağrıştırmaktadır:  Siyasal özerk bölge ve topluluklar kendi kendini idare yetkisine sahip olmakla birlikte, kendi kaderini belirleme ve ayrılma hakkına sahip değildirler. Bu hak, Üniter Devletin payandası olan, tek Ulus’a aittir.

Ancak belirtmek gerekir ki, Anayasal çerçevede ve siyasal işleyişte İspanya'daki Özerk Topluluklar, İtalya'daki Bölgesel Devletlerle Birleşik Kralık'taki memleket ve milliyet üzerine kurulu yapılardan, önemli farklılıklar göstermektedir. İspanya, özellikle, çok dilli, çok kültürlü ve etnik çoğulluğu olan bir ülkedir. Ülke, 1978 Anayasası ile 17 Özerk Topluluğa ve iki Özerk kente ayrılmıştır.Bölgeler tam bir siyasal özerklikten yararlanmaktadırlar. Bölgelere yasama yetkisi verilmiş ve bölgelerin aldıkları kararlar, koydukları kurallar yasa hükmündedirler. Bu özellikler itibariyle İspanya Özerk Toplulukları bu statüleriyle bir çeşit ara hükümet görevini görmektedirler. Başka bir ifadeyle, bu özerk siyasal bölgeler,  Merkezi hükümet ile bölge alt birimleri arasında bir köprü oluşturan bir yönetim erki (mesogovernment)  gibi bir rol oynamaktadırlar. Ülkedeki yönetim krizini aşmak için farklı dil ve kültüre sahip bölgesel toplulukların çıkarlarını ve kimlik arayışlarını tatmin amacıyla planlanan "ara hükümetler" formülünün bugün uygulamada başarılı olduğu görülmektedir.

İspanya'daki Özerk Toplulukların statüleri, yetkileri ve hakları ile dilsel, kültürel ve etnik varlıklarına ilişkin güvence  1978 İspanya Anayasası'nda şöyle belirtilmektedir: "İspanyolların ve İspanya'daki bütün halkların, insan haklarını, kültür ve geleneklerini, dillerinin ve kurumlarının kullanılmasını güvenceye bağlamak, kendisini oluşturan ulusal toplulukların ve bölgelerin özerklik haklarını, aralarındaki dayanışmayı tanımak ve güvence altına almak.".

İspanya Anayasası'nda amaç ve yaklaşım bu şekilde açıkça belirtilmiş olmakla birlikte, başka bölümlerde çok katı sınırlamalar olduğu da görülmektedir. Örneğin, Anayasa'nın 145/1 maddesinde özerk topluluklara getirilen yasak şöyledir: "Hiç bir şart altında özerk toplulukların federasyon oluşturmasına izin verilmeyecektir."

 Toparlarsak; İtalya,  İspanya, İngiltere, Fransa ve Portekiz gibi üniter devletlerde bu olguların ortaya çıkmış olması oldukça ilginçtir. Kuşkusuz, üniter devletlerin bünyesinde ve siyasal sistemin katı merkeziyetçi  idari yapısındaki yaklaşımların esnetilmiş olmasından çok ileri bir durumdur bu. Özellikle dinsel, dilsel ve kültürel çeşitlilik desenlerinin az çok yoğunlukta olduğu ve etnik-ulusal farklılıkların belirgin bir biçimde var olduğu toplumlarda Tek devlet (otorite), tek ülke (toprak), tek millet  (ulus) ve tek egemenlik (hukukîlik) gibi subjektif yaklaşımların, küreselleşen ilişkiler çağında, miadına doğru bir eğilim kaymasına yöneldiği söylenebilir. Örnek gösterdiğimiz ülkeler, parçalanma ve bölünme riskini ortadan kaldırmak, ulusal bütünlüğü sağlamak, farklılıkları tanıyıp korumak ilkesiyle hukuki, siyasi ve idari reformlara başvurarak çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bu yöndeki reformların ve girişimlerin dayandığı toplumsal ve siyasal ilişkilerin dinamik olduğunu ve daha ileri gelişmelere yol açacağını olgular da göstermiştir. Belçika, bu dinamik gelişmenin bir örneği olarak, uzun yıllar federal yapıya doğru bir seyir izlemiş ve nihayetinde federalleşmiştir.

Öyle de olsa burada hemen belirtmek gerekir ki, gerek bölgesel devletler, gerekse özerk topluluklar birer devlet olarak tanımlanamazlar. İkincisi, bu yapıların bir arada olduğu ülkeleri federal devlet veya federe devletler olarak tanımlamak da son derece abartılı ve yanlış olacaktır. Her şeyden önce Üniter devletin buna direnme koşulları ortadan kalkmamıştır. İspanya'da olduğu gibi organik bir yasayla düzenlenen özerk yönetim yetkileri, Anayasa hükümlerini değiştirmek yoluyla merkezi yönetim tarafından tek yanlı bir işlemle budanabilmektedir. Özerk toplulukların ise buna direnme hakları hukuken yoktur; bu topluluklar Anayasayı değiştirme sürecine katılamazlar.

Özerk toplulukların hukuken sınırlandırılabildiği yer organik yasa tehdidiyle birlikte Anayasayı değiştirme sürecine katılmaları yönünde halen önlerinde kısıtlayıcı tedbirler olsa bile, uzun vadede geniş birliğe gitmek, yani federal bir sisteme doğru evrilmek için daha fazla bir engelle karşılaşmaları ihtimali yoktur. Bu bakımdan dünyada ülkelerin, toplulukların ve toplumların genel olarak federalleşme eğilimine girdiğini söylemek, olgulara aykırı olmayacaktır. Üniter devlet biçimine sahip İtalya, İspanya, Birleşik Krallık ve daha bir çok ülke bu sürece girmiş bulunmaktadır. Olgular, federalleşme yönünde toplumsal, kültürel, etnik ve ulusal eğilim, istek ve iradelerin giderek güçlenmekte olduğunu gösteriyor.

Türkiye’de federalizmi temsil eden bir grup, çevre ve siyasi parti yoktur. Subjektif milliyetçilik  ideolojisiyle pekiştirilmiş Üniter Devlet yaklaşımına uygun oluşturulan kültür, federal özellikleri ağır basan Türkiye toplumunda, federalist fikir ve hareketlerin gelişmesine olanak vermemiştir. Bu paralelde, Türkiye’de siyasi kültür de federalizme oldukça yabancı kalmıştır. Demokrasi şampiyonluğu yapan siyasi aktörler, aydınlar, akademisyenler ve Anayasa hukukçuları federalizmden hiç bahsetmemektedirler.

Öte yandan, Türkiye'de, Kürtler'in önemli siyasal kanatlarından biri olan Hak ve Özgürlükler Partisi; Kurdistan'da federalizm ilkelerinin siyasal düzende hayata geçirilmesi, bu ilkeler temelinde toplumsal adaletin, barış ve eşitliğin sağlanması için giderek ağırlığını hissettiren ve sesini duyuran Kürt partilerinden biri olarak varlığını muhafaza etmekte, çalışmalarını sürdürmektedir.
Üniter devlet ve bu devlet biçiminin bünyesinde bölge ve topluluklar üzerinde şekillenen görünümlerle ilgili tespit ve kanılarımızı bu şekilde belirttikten sonra, federalizmin hayat bulduğu federal devlet konusuna artık geçebiliriz.

B-FEDERAL DEVLET

Federal devlet, birden fazla devletin bir araya gelmesi ile oluşan bir devlet biçimidir.. Federe devletlerin  anayasal bağla bir araya gelmesinden federal devlet, bu devletin kurucu asli unsuru olanlara federe devlet/devletler denmektedir. Federal devleti federasyonla karıştırmamak gerekir.
Federasyon, birden fazla devletin bir anayasal bağla bir araya gelmesidir. Federasyon, bir iç hukuk ilişkisine dayanan kurucu iktidar olayıdır.  Bu oluşumda iki tür devlet vardır; federal devlet ve federe devlet. Federasyona üye devletler arasındaki ilişki anlaşma değil, Anayasal niteliktedir. Başka bir deyişle, federasyon Anayasal nitelikteki siyasi birlik formudur. Toplarsak, federasyon; uluslararası hukukî kişiliğe sahip bir merkezi-federal devlet ile uluslararası kişiliğe sahip olmayan federe devletlerin aralarında güvenceli (anayasal) bir yetki paylaşımı yaparak oluşturdukları devletlerin siyasi birliğidir.

Federal devlet ise, bir devlet biçimidir. Siyasi, hukuki ve idari çerçevede işlevsel bir yapı demektir; yani faal içeriktir. Bu şu anlama da gelir ki, federal devlet de bir devlettir, federe devlet de bir devlettir. Yani, federe devlet de, devletin ülke-toprak, millet ve egemenlik unsurlarına haiz bir varlıktır. Federe devletin ayrı bir hükümeti, yasaması ve yargısı ile birlikte belirli bir toprak parçası üzerinde egemenlik hakkı vardır. Federal devlet ise, aynı niteliklerde iki ayrı hükümran gücün, özerklik potansiyellerini koruyarak, bir araya gelip oluşturdukları hukuksal ve siyasi bir yapıdır; daha üst ve geniş bir biçimidir.

Federal devlet, üniter devletin aksine, tek merkezli değil,  çok merkezli bir siyasi ve idari teşkilattır. Siyasi sistemde kuvvetler ayrılığı çok katı sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Yasama, yürütme ve yargı kurumları ayrı ve bağımsız çalışmaktadırlar. Siyasi ve idari yapıda yetkiler bölüşülmüştür. Federal devletin faaliyet alanları, yetkileri ve sınırları ile federe devletlerin hakları, yetkileri ve sınırları, Anayasal norm ve kurallarla açıkça belirlenmiştir. Modern federal devletlerde, federasyonun diğer unsuru olan federe devlet arasında yetki kullanma sınırı, sadece uluslararası ilişki ve sözleşmelerle ilgili noktada farklı bir nitelik gösterir. Çünkü, federe birimlerin uluslararası kişiliği yoktur. En azından klasik federal sistemlerde bu sınır kalın ve keskin hatlarla çizilmiştir.

Bunun dışında federal sistemlerde birden fazla hukuk düzeni vardır. Örneğin ABD'de her eyaletin bir Anayasası vardır. Federal birimlerin her biri ayrı birer egemenliktir. Buna göre federe birimlerin federal hükümete hesap verme zorunluluğu yoktur.  Öte yandan bu Anayasa'nın yanında aynı düzeyde bağlayıcı federal Anayasa mevcuttur. Hukuk düzenlerinin uygulama alanındaki ilişkilerde bir uyumsuzluk ortaya çıktığında, sorun, federal Anayasa-Yüksek Mahkemesi tarafından çözümlenir. Lehte  veya aleyhte, verilen kararın sonuçları, bağlayıcıdır. Federal hukuk, bütün federe devletlerin ülkesi üzerinde uygulanır. Öte yandan federe devletin böyle bir uygulama alanı bulunmaz. Örneğin, Teksas hukuku, bir başka eyalette, Virginia'da geçerli değildir. Virginia'nın ayrı bir hukuk düzeni vardır.

Federal devleti ve onun kurucu bileşeni olan federe devleti; bundaki siyasi ve idari işleyiş biçimi ve hukuksal fonksiyonları ile birlikte tümünü federasyonun faal içeriği adı altında topluyoruz. Bu ihtiyacı federasyon ile federal devlet kavramlarındaki ayırıma dikkati çekmek için duymaktayız.
Öyleyse, federasyonu, bir bağlanılmayı ifade eden bir olgu olarak değil, içeriğinde federal devlet ve federe birimlerin karşılıklı ilişki ve faaliyetlerini bir bağla temsil eden ve kapsayan bir olgu olarak tanımlamak daha doğru olur.

Bu faal içeriklerden biri olan federal devleti de, özerk ve bağımsız, hukuken eşit güçlerin kullanabilecekleri hak ve yetkiler çerçevesinde bir paylaşımı öngören serbest iradelerin oluşturdukları bir siyasi birlik, demokratik bir hukuk düzeni, şeklinde tanımlayabiliriz.

Günümüzde, farklı toplumlarda barış, özgürlük ve eşitlik içinde bir arada yaşama arzusu ve talebi dünya küresinin yarısını aşan federatif sistemlerin varlığıyla hayat bulmuştur. Bu durum federalizmin, federal nitelikli toplumlarda bir ütopya olmaktan çıkıp somut bir gerçeklik halini aldığını göstermektedir: ABD, Kanada, Avustria, Avusturalya İsviçre, Almanya, Belçika, Rusya, Hindistan, Irak…

Sonuç olarak, kendi yaklaşımımıza göre federal sistem, çok çeşitli kültürel, dilsel, etnik ve ulusal farklılıkları olan toplumların bir arada yaşayabilmeleri için siyasal yapı bakımından demokratik, uzlaşıcı ve barışçıl yaşam kaynağı olarak görülmektedir. Bu çerçevede federal sistem, belirli bir ortaklık için taahhütte bulunan bireylerin ve kurumların etkin bir işbirliği içerisinde bütünlüklerini koruyarak, özerk potansiyellerini özgürce ortaya koyabildikleri, sosyolojik temeli de olan siyasal davranışların özel bir biçimidir. Sosyal temeli de olan bir nitelik ortaya koyduğuna göre, federal bir sistemin, sadece hukuksal ve kurumsal bir yaklaşımla ele alınamayacağını ve tanımı bunlarla sınırlı tutmanın yeterli olmadığını belirtmek gerekir. Federal bir sisteme uygun zemin, federal bir toplumun varlığıdır.

4-Federal Toplum

Federal toplum kavramı yeni olmamakla birlikte, kavramın dayandığı temel ve unsurları konusunda  bu anlamda Türkiye’de yeterli çalışmaların yapıldığı söylenemez.  Bu kavramı oluşturan sosyolojik yaklaşıma göre, federalizmin doğası, sadece hukuksal ve anayasal terminolojinin gölgeleri içinde aranamaz. Bu doğayı kavrayabilmek için kültürel, politik, sosyal ve ekonomik gibi federalizmin dış formlarına da bakmak gerekir. Federal toplum, bölgesel çeşitlilikleri bünyesinde barındırır ve federal sistemin oluşumu için federal toplumun varlığı gereklidir. Başka bir ifadeyle federal bir sistemin özü, sadece kurumsal ya da anayasal yapı içerisinde değil, toplumun kendisinde bulunmaktadır.  Bu teoriye göre, din, coğrafya ve ekonomi gibi faktörlerin, bölgelerdeki etno-dilsel farklılıkları pekiştirdiği, fakat toplumda temel olan unsurun etno-dilsel desenlerin varlığının bulunmasıdır.  Bir toplumun belirli bölgelerinde yaşayan topluluklar arasında, dil, din, etnik köken ve tarihsel gelenekleri bakımından açıkça ayırt edilebilen farklılıklar bulunuyorsa, o toplumun federal olduğu söylenebilir. Federal toplum teorisinin bu parlak yaklaşımını kabul edersek, bu çeşitlilikler ve farklılıkların federal bir ulusun oluşumu için temel sütunları oluşturduklarını kabul etmek gerekir. Federal toplum ve Federal ulus kavramlarının, sosyolojik yaklaşım teorisyenleri tarafından türetilmiş olduğunu da belirtelim.

Konumuz açısından bu yaklaşımın önemi, federal bir sistem için bir toplumsal yapıyı oluşturan unsurların belirleyici rollerinin olabileceğidir. Bir ülkede farklı bölgelerde farklı dilsel ve etnik unsurlar bulunuyorsa, bunların herhangi birinin tek başına devlet iktidarını ve egemenlik hakkını elinde bulundurması, çatışmanın nedenidir. Bu, durumun en kötü görünümlerinden biridir. Fakat, durumun iyi seçeneğinden yararlanma imkânı da her zaman mevcuttur. Federal toplumlarda çatışma yerine barış, ayrışma yerine bütünleşme, farklılıkları dışlama yerine koruma, her zaman daha kolay bir yoldur: Bu doğrultuda siyasi düzeyde federalizmin benimsenmesi, topluluklar arasında hukuken eşit ve etkin bir işbirliğinin gerçekleşmesine, çelişki ve uyuşmazlıkların barışçıl çözümüne giden yoldur.

Bu yaklaşım çerçevesinde Türkiye gerçeğine bakıldığında durum nasıl görünmektedir; ona bakalım.

    6- Federal bir toplum olarak Türkiye

Türkiye, hem kültürel çeşitlilik motifleri bakımından hem de siyasi egemenliği altında bulundurduğu farklı etnik ve ulusal topluluklar bakımından, İspanya’dan daha az renkli bir ülke değildir. Yer aldığı coğrafyanın özellikleri, tarih boyunca insanların, imparatorlukların ve güçlü devletlerin ilgisini çekmiştir. Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları için önemli bir geçiş ve ulaşım köprüsü görmesiyle sahip olduğu kara ve deniz olanakları sayesinde ticaret ve ekonomik alanındaki avantaj da bu ilgiye eklenmiştir. Greekler, Persler, Romalılar, Araplar ve Moğollar’dan başka siyasi, ekonomik ve stratejik çıkarların kesiştiği bu coğrafya, güçlü devletler için her zaman bitmez tükenmez kanlı savaşların ve istilaların, rekabet ve boğuşmaların sürdüğü bir alan olmuştur. Bunlardan sonra Asya’daki göçlerle de dolan bu coğrafya poli-etnik özelliklerle çeşitlenip zenginleşerek, sonra uzun yüzyıllar Osmanlı egemenliği altında kalmıştır. 

20. yüz yılın başlarında, Osmanlı imparatorluğu çöktükten sonra,  Türkiye Coğrafyasında iki temel etnik unsur, Kurdistan Bölgesinde Kürtler ve diğer bölgelerde  Türkler, egemenlik  rekabetine girişmiş; bu yönde zaman zaman birlikte hareket ederek, zaman zaman birbirleriyle çatışıp savaşarak üstünlük elde etmeye çalışmışlardır. Neticede Kürtler bu savaşı kaybederek, Osmanlı devletinden sonra Türkler tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altında kalmışlardır.
Yeni kurulan TC devleti, egemenlik kurduğu sahada, üniter devlet yapılanmasına uygun subjektif milliyetçilik ideolojisi ile bütün kültürel çeşitliliği bir kalemde çizmiş, bütün farklı etnik ve ulusal toplulukların varlığını yok sayarak Türk Ulusu üzerinden tek millet, tek egemenlik yaklaşımında ısrarcı olmayı sürdürmüştür. Bu subjektif yaklaşım sonucunda kültürel motiflerin çeşitliliği ve etnik toplulukların varlığı zamanla silikleşip zayıflatılmıştır. Öyle de olsa, bu yönde sürdürülen çok yönlü politikaların uygulama zemininde beklenilen sonuçları vermediği  de görülmektedir. Özellikle Kürt gerçekliği, her türlü siyasi ve hukuki baskıya rağmen, etnik-ulusal ve bölgesel niteliklerini korumayı başarmıştır. Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Arab, Laz, Abaza, Tacik, Tatar gibi daha bir çok etnik ve kültürel grubun varlığına ve kültürel izlerine rastlamak hala mümkündür.

TC Anayasası, maddi bir gerçeklik olan bu durumu, subjektif form ve normlar içinde hala yok saymaktadır. Anayasanın 66. maddesinin ilk fıkrasında " Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, Türktür." denmektedir. Başka bir deyişle, yukarda verilen bütün farklı orijinlerdeki etnik unsurlar ve topluluklar, kanunla Türk, yapılmıştır. Hiç bir sosyolojik, felsefi ve hukuki anlamı olmayan bu madde Kürtler, Türkler, Rum, Ermeni ve Süryaniler için hem etnik kimlik hem de insan hakları planında gerginlik, huzursuzluk ve çatışma kaynağı olmuştur. Fakat bu subjektif hukuksal kıstaslar Türkiye'nin bir federal toplum olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Tarihsel nedenlerle iç içe geçmiş çeşitli kültürler ve yan yana durmuş farklı etnik topluluklar özgün niteliklerini belirli yerlerde ve düzeylerde, belirli bölgelerde ve yoğunluklarda hala çok belirgin biçimlerde korumaktadırlar.

Türkiye'de cumhuriyetin kuruluşundan sonra üniter devlet ideolojisinin baskısından dolayı federalizm üzerinde yapılmış bilimsel ve akademik çalışmaların sayısı çok azdır. Bu yönde ilgi, bir kaç çalışmayla sınırlı kalmıştır. Ancak 2000 li yıllarda federalizme ilişkin çalışmaların dikkati çekecek oranda arttığı görülmektedir. Bunun Türkiye'de 2000'li yılların başlarından bu yana kısmen değişen üniter devlet yaklaşımıyla ve siyasi gelişmelerle bir ilgisi olduğu söylenebilir. TBMM Araştırma Merkezi'nin bile bu yöndeki bazı çalışmaları teşvik edip desteklemesi, bu saptamamızı kısmen doğrulamaktadır. Öte yandan buna, sessiz çoğunluğun, subjektif milliyetçilik kalıplarından ve doğmalarından oldukça rahatsız olduğunu ayrıca eklemek gerekir.

Bunlardan çıkan sonuç, Türkiye toplumunda, kültürel çeşitlilik motiflerinin, etnik ve ulusal farklılıkların ördüğü sosyolojik-federal bir zemin bulunduğundan, federalizmin daha fazla tanınması, benimsenmesi ve gelişmesi yönünde giderek imkânların daha da artacağını göstermektedir.

7- Kürd ve Kürdistan Gerçekliği

Kürd ve Kurdistan gerçekliğiyle federalizmin Türkiye'deki yazgısı arasında bir paralellik bulunduğunu söyleyebiliriz.

Cumhuriyetten sonra Kürt ve Kürdistan sorunu bir tabuya dönüştürüldü. Kürtçe yasaklandı. Kürtler diye bir milletin olmadığı iddia edildi. Bu iddiaya göre, Kürtler de Türk idi. Buna yönelik itirazlar ve başkaldırılar şiddetle bastırıldı. Kürt aydınları, yurtseverler ve ileri gelenleri hapsedildi veya yerlerinden kopartılarak Türkiye'nin batı bölgelerine sürüldüler. Uzun yıllar, neredeyse yetmiş yıldan fazla bir zaman, bu konularda resmi düzeyde veya toplumda açıkça bu sorunun adı konulmadı. Türkiye egemenliği altındaki Kürdistan bölgesinde yaşayan Kürtlerin, kültürel ve etnik nitelikleriyle bu coğrafyanın otantik bir motifi olduğu gerçeği, resmi düzeyde ve Türk siyaset makamlarında hala yarım bir ağızla telaffuz edilmektedir.

Gerçek şu ki, sosyo-kültürel ve politik bakımlardan Kürtlerin bugünkü durumu; Türkiye'nin her bölgesine yayılmış olmaları nedeniyle hem bir Kürt sorununu içermekte hem de farklı bir etnik ve ulusal  topluluk olarak bölgesel planda muhafaza ettikleri coğrafya, yani toprak unsurundan dolayı Kürdistan sorunu gibi ikili bir karakter taşımaktadır. Kültürel ve etnik özellikleriyle Kürtler toplumun diğer farklı topluluklarıyla oluşturdukları yapı deseninde farklı bir motifi yansıtmaktadırlar. Bugün yapıda iç içe geçen bu çeşitlilik desenlerini birbirinden söküp ayırmak mümkün değildir; ancak bu çeşitliliği korumak ve yaşatmak mümkündür.

Öte yandan Kürtlerin ülke olarak kabul ettikleri kendi coğrafyalarında farklı bir ulus olarak kendi siyasi haklarını ortaya koyma istek ve iradesi sürekli zinde olduğundan, bir Kurdistan sorunu, söz konusudur. Kürtler, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana bu amaçla zaman zaman aralıklarla, zaman zaman kesintisiz bir mücadele içinde olmuşlardır. Bu zeminde yaşanan acı ve kayıpların muhasebesini yapmak güçtür. Türkiye ve Kürdistan’da gerilim ve çatışma atmosferi hala çok kızgın ve şiddet yüklüdür. Durum böyle de olsa, devam eden bu mücadele karşısında direnen üniter devletin siyasal paradigması, hala her türlü araç ve engelle statükoyu muhafaza etmekte ısrarcı olmayı sürdürmektedir. Türkiye'de Federalizme karşı olan siyasi tutumun altında yatan neden de, Kurdistan sorununun çözümünde federalizmin barışçıl ve tek meşru anahtar olduğu gerçeğini kitlelerden gizlemektir. Bu gerçeğin gizlenmesinin altında, üniter devletin sonunun geleceği korkusu yatmaktadır.

Resmi düzeyde ve geleneksel devlet paradigmasında tutum böyle iken, Türkiye toplumunda, demokrat, sol ve özellikle sosyalist çevre, grup ve partilerin Kürdistan sorununa yaklaşımları çerçevesinde, neden federalist fikir ve ilişkilerden kaçındıklarını ayrıca göz önünde bulundurmak gerekir. Bunlar, Atatürk milliyetçiliği adı altında oluşturulan subjektif milliyetçiliğin, devletin Anayasası'nda yansıtılan ve sistemin diğer toplumsal kurumlarında, Türkiye'de doğuştan ölüme kadar çeşitli yol ve araçlarla sürekli empoze edilen ideolojisinin şekillendirdiği tek yanlı fikirlerle beslenmişlerdir. Türkiye kültürel çeşitlilik desenleriyle toplumsal yapıda çoğulluğun bütün renklerini yansıttığı halde, toplumsal kesimlerin, felsefe çevrelerinin, siyasi grup ve partilerin, federalizm ve Kurdistan söz konusu olduğunda, neden aymaz bir tutum içinde oldukları böylece anlaşılmış olmaktadır.

8- Kürdistan’da Federalist Yaklaşımlar

Kurdistan'da federalist fikirler Kemal Burkay tarafından siyaset alanına taşınmıştır. Türkiye ve Kurdistan sosyolojisinin ruhuna uygun olan siyasal modelin federal bir yapı olduğunu, incelediğimiz kadarıyla Kurdistan'da ilk dile getiren o'dur. Federalizm barışçıl felsefi bir tutumdur, bir dünya görüşüdür. Bu bağlamda Kürt ve Kurdistan sorununun  barışçıl ve demokratik araçlarla çözülebileceğini savunmuştur. Ona göre, Kürtlerin, Türklerin ve Türkiye'de yaşayan halkların birbirleriyle sorunları yoktur; sorun üreten olgunun, üniter devlet yapısından kaynaklanan tekçi ulus anlayışından hareket eden siyasi kurumlardır. Bu anlayış barışçıl bir tabiata sahip değildir. O yüzden toplumda gerilim ve çatışma havası egemendir. Bu durum giderek kronik bir kutuplaşmaya, toplumları birbirinden uzaklaştırmaya neden olmaktadır. Halbu ki, halkların eşit, adil ve özgür bir biçimde bir arada veya yan yana yaşamaları mümkündür. Kürtler de bir millettir ve üzerinde yaşadıkları bir toprakları, bir ülkeleri var. Her millet gibi onların da kendini yönetme ve egemen olma hakları vardır. Türkiye'de Kürtler ve Türkler, gerekli koşullar sağlanırsa, birlikte yaşayabilirler. Bu da ancak federal bir yapıda mümkün olabilir...

Kemal Burkay,  TC devletinin üniteryan doğasına karşı felsefenin bu "barışçıl silahları" ile  yaşamı boyunca mücadele etmiş  bir entelektüel, şair ve siyaset adamıdır.

Çalışmamızın buraya kadar olan temel ilgi konusu, Türkiye Kurdistanı idi. Kurdistan'ın diğer bölgelerinde Kürt ulusal mücadelesinde federalizm konusunda gelişmeler ne/nasıl olmuştur?
 Bilindiği gibi ikinci dünya savaşından hemen sonra uluslararası ve bölgesel güçler arasında varılan anlaşmalar gereği, Kürdistan dört egemen bölge devleti arasında bölüşüldü. Büyük parçası, Türkiye devletinin; diğer parçalar Irak, İran ve Suriye egemenliğine bırakıldı. Konumuzla ilgili olarak Irak Kürdistan bölgesinden başlayalım. Kürtler genelde bu bölgeden, Güney Kurdistan diye bahsederler.

9-Güney Kurdistan

Önce Osmanlı devletine karşı başlayan ve 1. Dünya savaşından sonra Irak devletine karşı yürütülen Kürt ulusal mücadelesi neredeyse bir yüz yıl kesintisiz devam etmiştir. Bu bölgedeki Kürtlerin baştan beri temel talepleri otonomi olmuştu. 1970 yılında Mustafa Barzani ve Irak lideri Saddam Hüseyin tarafından yapılan bir anlaşma, Kürtlere siyasi özerklik hakkı tanımaktaydı. Ancak bu anlaşma uzun sürmedi ve Kürtlerle hükümet tekrar karşı karşıya geldiler. Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak Hükümeti Kürtlerin imhası üzerinden bir siyaset ve savaş sürdürmeye başladı. Zamanla bu politikalar öyle bir düzeye tırmandırıldı ki, aralarında Halepçe katliamı olarak tarihe geçen ve Kurdistan bölgesinin önemli bir bölümünü kapsayan El-Enfal (yeniden fethetme) adı altındaki askeri operasyonlarda, Şubat 1988 yılında kullanılan kimyasal silahlarla, 200 binden fazla Kürt öldürüldü. Saddam hükümetinin yürüttüğü bu tarz saldırgan politikalar uluslararası kamuoyu vicdanını rahatsız ederken, özellikle petrol politikaları konularında ayrıca uluslararası güçleri rahatsız ediyordu. Durumun içine başka ekonomik ve siyasi nedenler de karışınca, nihayet 1991 yılında ABD, Birleşik Krallık  ve Fransa'nın yanı sıra bazı Arap ülkeleri koalisyonuyla Irak'a karşı savaş başlattı. Haliyle bu savaş Kürtleri de bir müttefik güç olarak içine çekmiş oluyordu. Bu savaş sonunda Irak uzun yıllar ekonomik, ticari ve siyasi bir ambargo ile kuşatıldı. Irak hükümetinin direnişi uzun sürdüyse de ABD öncülüğündeki müttefik güçler 20 Mart 2003′te yeniden savaş açtı ve Saddam Hüseyin devrilerek yönetimine son verildi. Kürtler için yeni ve tarihi bir dönem başladı.

Otonomi üzerinden şekillenmiş olan Irak Kurdistan bölgesindeki Kürt partileri, özellikle Kurdistan Demokrat Partisi (Partîya Demokratî Kurdistan) ile Kurdistan Yurtseverler Birliği ( Yekîtîya Niştimanî ya Gel), oluşan bu de fakto-fiili durumda, yönlerini federasyona çevirdiler. Adı geçen partilerin bu yönde izledikleri politikalara, uluslararası siyasi şartların uygunluğu da eklenince, Kurdistan Bölgesi, 15 Ekim 2005 tarihinde referandumla kabul edilen Irak Anayasası ile de jure- geçerli hukuksal bir statüye kavuştu.

Bu statü Anayasa’da her ne kadar federal bir Irak sistemi içinde belirtilmişse de, Irak federal Anayasası'nda kurucu iktidar tarafları "devletler" olarak ifade edilmiyor.  Başka bir deyişle Kurdistan, bir federe devlet olarak belirtilmemiştir; bir bölge, denmektedir. Uzun sayılacak bir girişten ve tarihi olayları hatırlattıktan sonra Irak Anayasası'nın 4. Maddesi, birinci fıkrası, "Arapça ve Kürtçe Irak'ın resmi iki dilidir." şeklinde belirtilmiştir. Yine 4. maddenin üçüncü fıkrası, "Kurdistan bölgesindeki federal birimler ve kurumlar iki dili kullanacaktır." şeklinde yazılmıştır.

Bu durumu burada tartışmamızın nedeni, Anayasa'da bu biçimsel normların sorun yaratabileceğine işaret etmektir. Yoksa kuruluşundan beri Kürtler ayrı bir devlet olduğunu söylemekte ve ayrıca Kurdistan Bölgesi Anayasası başlangıç bölümü federalizmin ilkesel çerçevesini açıkça çizmektedir. Konumuzla ilgili tarafı da budur; uzun bir geçmişi olmamasına rağmen federalizmin felsefi ve siyasi kültürünün Güney Kurdistan toprağında hızla somut bir gerçekliğe dönüşmüş olması, federalistlerin felsefi ve düşünsel bir zaferi olarak değerlendirilmelidir.

Burada ayrıca önemli bir noktaya dikkat çekmek gerekmektedir. Önceki bölümlerde bölgesel devletin, devlet olmadığını belirtmiştik. İtalaya ve İspanya'daki örnekler ele alındığında konuyla ilgili olarak ileri sürdüğümüz bu düşüncelerin doğruluğundan şüphe etmememiz gerekir. Söz konusu ülkelerdeki bölgesel ve özerk toplulukların, devlet olma unsurlarına sahip olmadıklarını; bir devletin devlet olarak görülebilmesi için ülke, millet ve egemenlik unsurlarını birlikte içermesi gerektiğini ileri sürmüştük. Bu anlamda, devletin geçerli tanımını kabul edersek, şartlara göre şekillenen Bölgesel statüleri, bir devlet formunda kabul etmek mümkün olmamaktadır. Tutumumuz böyleyse, o halde, Irak'ta  kurucu iktidar tarafından   "Kurdistan Bölgesi"  biçiminde tanımlanan bugünkü Kurdistan Bölgesel Yönetimi için ne diyeceğiz?

Bölgesel mi? Federe mi? Yoksa bir ara hükümet kategorisine girer mi? Bir bölgeyi yönetmek, devlet olmak için yeterli bir koşul mudur?

9-1) Kurdistan'ın Statüsü

Kuşkusuz bu sorulara daha bir çok soru peşi sıra eklenebilir. Ne var ki, böyle bir şey, çalışmamızın sınır ve boyutlarını aşacağı için, biz soruna yapıyı şekillendiren kimi özelliklere bakarak yaklaşıp geçmeyi tercih ediyoruz.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi, yukarda sorduğumuz soruların tümünün dışında ele alınmalıdır. Yani hiç biri değildir. Ama bir devlettir!

Bir iç hukuku, ordusu, ağır silahları; kendine özgü maliyesi, finans kurumları var; uluslararası diplomatik, siyasi, askeri, ekonomik ve ticari ilişkiler bağlamında stratejik anlaşmalar yapma kapasitesiyle, de fakto bir devlettir: kendi ülkesi üzerinde millet gerçekliğine ve iradesine dayanan fiili bir egemenliktir. Kısacası Güney Kürdistan Bölgesel Hükümeti diye ifade edilen yapı, bir devletin  oluşması veya olması için gerekli unsurların tümüne sahiptir:ülke, millet ve egemenlik gibi...

Kuşkusuz, Güney Kurdistan'ın bu aşamaya gelmesinde federalizmin barışçıl ve adil ilkelerinin yol gösterici etkileri büyük olmuştur. Kurdistan Anayasası'nın giriş bölümü federalizmin ilham verdiği fikir ve ilkelerle donatılmıştır. 

10-Federalizm Bağlamında İran ve Suriye Kurdistanları

a)      İran Kurdistanı

İran'daki ulusal mücadele geleneğinin kaynaklarında da, Irak Kurdistanı'nda olduğu gibi otonominin öncelikle bir üst talep olarak cemiyet ve parti programlarında yer aldığı görülmektedir. Uzun yıllar bu gelenekten kopma olmamıştır. Kurdistan Demokrat Partisi-İran (PDK-İ) programında otonomi temel bir talep olarak öne çıkartılmaktaydı. Ancak uzun yıllar sonra adı geçen partinin federalizmin ilkelerini benimsemeye başladığı ve programına federasyonu aldığı görülmektedir.

PDK-İ, programı ve yapısı itibariyle barışçıl bir partidir. Buna rağmen İran tarafından en çok baskıya maruz kalan partilerden biridir. İran ajanlarının, bu parti üst düzey yöneticilerine karşı düzenlediği süikastler ve işlediği cinayetler  hafızalara kazınmıştır. PDK İran'da Kürt ve Kurdistan sorununun federasyonla çözülebileceğine öncelik veren ve bu doğrultuda demokratik ve barışçıl mücadele araçlarına başvuran bir parti olmasına karşın, İran teokratik cumhuriyetinin şiddetli baskılarına uğramaktadır. 20 yıldan fazla bir süre silahlı mücadeleye ara veren PDK, son yıllarda tekrar silahlı mücadeleye başvurmuştur.

Birlikte yan yana yaşamak istek ve iradesi ortaya konulduğu halde, partner olması düşünülen güçlü taraf bunu ısrarla reddediyorsa, ona itaat etme mecburiyeti ortadan kalkar ve direnme hakkı doğar. Bu durum barışçıl bir felsefi düşünce olan federalizmle çelişmez. Şartlar tutumu bu şekilde zorladığında, tiranlık yapana karşı koymak, direnmek ve ayrılmak federalizmde temel bir hak olarak tasvir edilmiştir.

b)      Suriye Kurdistanı

Suriye Kurdistanı'nda da federalizm kültürü Kürtler arasında pek eskiye gitmez. Burada federalizmin siyasal kültüre yansıması, Güney Kurdistan Bölgesindeki gelişmelerle yakından ilişkilidir. 2000 li yılların başında Güney Kürdistan Bölgesi üzerinden doğan yeni statü, federalizmin birim modeli olan federe devlet olarak kabul edildiğinden, bu model, Suriye Kurdistanı bölgesinde yaşayan Kürtler için de bir ilham kaynağı olmuştur. O zamana kadar, Suriye bölgesindeki siyasi kültürün, İran ve Irak bölgelerindeki PDK’lerin otonomi merkezli geleneksel ağırlıklarına göre şekillendiği görülmektedir. Bahsedilen etkenlerle 2000’lerde bu yöndeki siyasi eğilim yoğunlukla federalizme doğru bir kayma göstermiş ve federalizmin fikri filizleri bu bölgede de boy atmaya başlamıştır.

SONUÇ

Federalizm kavramı çerçevesinde yürüttüğümüz tartışma,  ister istemez, sosyal yaşamın zorunlu bir örgüsü olan devlet olgusuna, devletin doğasına ve biçimlerine de odaklandı. Bu kaçınılmaz bir yönsemeydi. Çünkü federalizm sosyal yaşamın örgüsünün bir tür felsefesidir. Bireyden topluma, toplumdan devlete, bütün bunların içinden çıktığı doğal çevreye kadar olan karşılıklı ilişkileri açıklamaya çalışan bir dünya görüşüdür. Bu görüş, soyut ilkeler üzerinde değil, somut olgulardan hareketle toplumsal ve siyasal ilişkileri açıklayarak bir tutum almayı, bir tavır geliştirmeyi amaçlar.
İnsan doğaya eklenmiş özerk bir varlıktır. Bu sınıfa giren bir varlığın toplumsal bir bağı var; çünkü insan ancak toplum içinde insan olabilir. Diğer yandan, bu varlık, çeşitli özellikleriyle toplumun diğer insanlarından farklıdır. Çeşitli özellikler ve farklı nitelikler uyumsuzluk değil, toplumsal dokunun uyumlu desenlerini oluştururlar. Bunlar birlikte bir arada bir yüzeyin üzerinde çok zengin içeriklerle çok renkli bir tablo meydana getirebilirler.

Çeşitli kültürler, dinler, diller; farklı etnik ve ulusal topluluklar da makro düzeyde böyle bir zindelik ve zenginliktir. Bunlar, ırk, cins ve renk gibi doğal özelliklerini ve toplumsal özerklik potansiyellerini koruyarak barış halinde, eşit ve adil bir bütün oluşturabilirler. Federalizm düşüncesi ve Federal toplum, budur. Bu toplum biçimi karşılıklı dayanışma ve barışçıl ilişkilerle kendisi için bir hukukî ve siyasi oluşumu, yani federal devleti daha kolay yollarla inşa edebilir. Bu mümkündür. Dünya ülkelerinin yarısından fazlası, bu deneyimin somut örnekleridir. Küreselleşen ilişkiler çağında toplumlarda federal bir hukuka ve siyasal düzene kavuşmak isteği artmakta ve bu yöndeki irade giderek güçlenmektedir.

Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan sonra, birkaçı dışında, federalizmi konu alan ciddi bir çalışma yapılmamıştır. Bunda, üniter devlet yapısının etkili olduğuna kuşku yoktur. Bilindiği gibi üniter devletlerde federasyon yasaktır. Federalizmi konu ettiğiniz zaman, devletin egemenliğini, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tartışmaya açmış olacaksınız. Bu TC Anayasası tarafından yasaklanmış bir davranıştır (m:3, m:4).  Ancak 2000’li yıllardan bu yana Türkiye’deki akademik çevrelerde, üniversitelerde ve kimi araştırma kurumlarında federalizme gözle görülür bir ilginin arttığını ve bu yönde ciddi çalışmaların yapıldığını söyleyebiliriz. Yapılan çalışmalar, genel olarak federalizmi başka ülkelerin sosyal-politik deneyimleriyle felsefi ve düşünsel boyutlarıyla sınırlı tutmuşlardır. Bunların, Türkiye’ye özgü bir federalizm ya da federasyon projesi üretmekten ziyade, akademik planda bir fikri alt yapı oluşturmak amacıyla yapılan çalışmalar olduğu görülmektedir. Ayrıca bu çalışmalarda Türkiyede’ki çeşitli kültürel desenler, farklı dilsel ve etnik topluluklar, Kürt ve Kürdistan sorunu ile bir ilişki kurulmadığını da belirtmek gerekir.

Daha önce belirttiğimiz gibi Türkiye’de federalist bir felsefi çevre, düşünsel yapı ve siyasal parti yoktur. En uç görüşlerin bile benimsenme imkânı bulduğu Türkiye toplumunda, federalist bir kültürel ve siyasal eğilimin boy vermemiş olması ilginçtir. Üniter devletin ürettiği subjektif ideoloji ile beslenen bir iklimde, barışçıl politik bir kültürün boy vermesi, elbet, oldukça zordur. Fakat bu durumun sadece faktörel bir  yanıdır; durumun öbür yanı, Kurdistan meselesidir. Üniter devlet ikisine karşı her zaman bir husumeti, bir endişeyi, bir korkuyu topluma empoze etme yoluna gitmiştir. İkisi de devlet, ülke, millet ve egemenliğin bütünlüğü için uyandırılması ölümcül sonuçlara yol açan tehlikeli bir ateş gibi algılanmıştır. Bu nedenle Kurdistan’dan söz etmek açıkça yasaklanmışken, federalizme karşı örtük bir yasaklama her zaman söz konusu olmuştur.

Kurdistan’daki ulusal politik kesimlerde de federalizm yaygın bir ilgi konusu olmamıştır. Türkiye’de faaliyet gösteren Kürt geleneksel grup, örgüt, partiler ve izleyicileri genel olarak kültürel haklar, kimlik sorunu, özerklik ve otonomi gibi hedefler etrafında taleplerini dile getirmişlerdir. Bağımsız birleşik Kurdistan hedefiyle hareket edenlerse, marjinal düzeyde kalmışlardır. Bunların dışında illegal şartlar altında 1974 yılında kurulan Türkiye Kurdistanı Sosyalist Partisi (TKSP) federalizmin ilkesel çerçevesinden hareket ederek programına federasyonu koymuştur.  Bundan başka 2002 yılında yasal zeminde kurulan Hak ve Özgürlükler partisi de federasyon hedefiyle varlığını beyan etmiştir. Bu parti, programında, ancak federalizm ilkeleri ışığında Kürt ve Kurdistan sorununun çözülebileceğini belirtmiştir.

Son söz için toparlarsak; 1970’lerden bu yana, federalist eğilimlerin gelişmesinde ve federalizmin bir sosyal ve siyasal kültür olarak Kurdistan’ın dört parçasında yayılmasında Kemal Burkay’ın etki ve çabası kayda değer olmuştur. Kürt ve Kurdistan sorununun çözümü için savunduğu hukuksal ve siyasal model ile bu modelin siyasal formu olan federasyona ilişkin federalist fikirleri, küreselleşen insan ilişkileri çağında gözü kulağı açılan Kürt toplumunda bugün daha kolay taraftar buluyor.   
Güney Kurdistan’da oluşan “federe devlet”, federalizmin Kürtler arasında benimsenmesinde ve diğer parçalarda yaşayan Kürtlerin yönlerini federasyona, federalizmin öngördüğü modele çevirmelerinde ayrıca tetikleyici bir rol oynamıştır.

Kurdistan coğrafi bir bütünlük olmasına karşın egemen devletlerin uyguladıkları politikaların etkisiyle Kurdistan bölgeleri kültürel, ekonomik ve demografik bakımdan birbirlerinden farklı özellikler ortaya koymaktadır. Bu bölgelerde gelişmeler, Kürtlerin lehine olduğu takdirde, siyasal statülerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kurdistan merkezli bu siyasi statülerin, bölgesel özerkliklerini koruyarak birleşmeleri önünde aşılmayacak bir engel görünmemektedir.

Bu çerçeveden bakıldığında, Güney Kurdistan’daki son gelişmeler ve devam eden süreç, Kürtler açısından geleceğe ilişkin bir ışığın parıldamakta olduğunu müjdeler gibi görünüyor: Dört Bölgede federal kültür geliştikçe Kürtler için, uzun vadede özgün-birleşik federal bir Kurdistan’a ulaşmak, bir ütopya olmaktan çıkabilir…

Ahmed Kaymak /14/09/2016
Sosyal Bilimler Araştırma Derneği Başkanı
Hak-Par PM Üyesi



1-       Alper Arısoy, Avrupa’da Federalizmin Geleceği ve Avrupa Bütünleşmesinde Federalist Akımlar
2-       Oktay Uygun, Yeni Dünya Düzeninde İnsan Hakları
3-       Mete Yıldız, İspanya  Yönetim Sistemindeki Tekçilik ve Federalizm Tartışmalarının Değerlendirilmesi
4-       Demet Çelik Ulusoy, Federal Toplumu Anlamak: Federal Sistemlere Sosyolojik Yaklaşım, erişim:http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/2029/21108.pdf
5-       Oktay Uygun, İki Toplumlu Siyasal Sistemler
6-       Prof.Dr. Tahsin Bekil, Federal Devlet Üzerine Bazı Düşünceler, Çev: Özer Ozankaya, 21-25 Eylül 1964 tarihleri arasında Cenevrede Toplanan 6. Dünya Kongresine tebliğ edilen düşünceler
7-       Dr. Demet Çelik Ulusoy,Federal Sistemlerde Geriye Bakış: Modern Öncesi Yaklaşımlar, AÜ SBF Dergisi,c.69,no.4,2014s.739-776
8-       Franz Opphenheimer, Devlet, (Çev: Çev: Alâeddin Şenel-Yavuz Sabuncu, 2005)
9-       Arend Lijphart,Çağdaş demokrasiler, (Çev. Ergun Özbudun-E. Onulduran)
10-    Kemal Gözler, Hukukun Genel Teorisine Giriş
11-    Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku
12-    Atilla Nalbant, Bölgesel Devlet: Yeni Bir Devlet Biçimi mi? Amme İdaresi Dergisi, c.29,Sayı 2, Haziran 1996
13-    Diyarbakır Söz Gazetesi, 3 Eylül 2016
14-    İspanya Anayasası, erişim: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/2029/21108.pdf
15-    Diyalog Dergisi, Aylık Siyasi ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, S.2, 15 Şubat 210
16-    Kurdistan Bölgesel Anayasası Taslağı,  erişim: http://bianet.org/bianet/siyaset/13916-irak-kurdistan-bolgesi-anayasasi-taslagi
17-     TC Anayasası (1982)
18-    İraqi Constitution 2005, (Irak Anayasası, erişim: http://www.iraqinationality.gov.iq/attach/iraqi_constitution.pdf
19-    Doç.Dr. İlhan Lütem, Cihanşümul Bir Federalizmin Şartları ve Güçlükleri, erişim: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/275/2578.pdf
20-    PSK  Programı, Birinci Bası: Temmuz 1993, 2.Bası: Ağustos 1993
21-    Hak ve Özgürlükler Partisi Programı, 2002


Not: Yazarın bu çalışması, http://www.dengekurdistan.nu/ sitesinden alınmıştır.






28 Haziran 2016 Salı

TÜRKİYE’DE BAŞKANLIK SİSTEMİ, BAŞKANLIK TİPLERİ VE KÜRTLER

                                                                              Ahmed Kaymak*                                                                                                      
GİRİŞ   
                                 
İdeal bir sistem yoktur. Bununla birlikte her sistem teoride toplumun ideallerini temsil ettiğini ileri sürer. Bir sistemin varlık nedeni, toplumun bu yöndeki beklentisi ve inancıdır. Bu beklenti ve inanç sistemin varlığı için ne denli gerekli ise, o denli bir risk de barındırır. Beklenti hayal kırıklığıyla karşılaşıp sisteme olan inanç sarsılınca, yıkıcı, zaman zaman ölümcül sonuçlara da yol açar.   Bu nedenle tipi ve karakteri ne olursa olsun, bir sistem, insan ve toplum için vaat ettiği beklentilerden uzak düştüğünde, sonunu kendi eliyle hazırlar. Hiçbir sistem, başlangıçta, yetersizliğini test etme imkanına sahip değildir. Yola koyulduktan sonra, önüne çıkan sorunları aşa aşa ilerleyeceğini varsayar. Sorunları zamanında ve tam da kitlelerin yoğunlaşan istek ve beklentileri doğrultusunda çözemeyen sistemler, çözülüyor ve çöküyor. Bunu önlemenin hiçbir yolu yoktur.   

Sosyal kanunun kinetiği şaşmaz genel bir hükme sahiptir. Son sözde, bu hükmü verme yeteneği insan faaliyetinin gerçekleştiği tarihsel zemine değil; insanın yoğunlaşmış kolektif faaliyetlerinin diyalektiğine aittir.

Bu bağlam içinde toplumda genel bir yoğunlaşma eğilimi gösteren istek ve ihtiyaçlar karşılanmadığında, sistemin davranışları kitlelerin itirazına uğrar ve değişim kaçınılmaz hale gelir. İstek ve İhtiyaçlar toplumun ekonomik olanaklarına, kültürel ve psikolojik durumuna, karakteristik yapısına, coğrafya ve iklim şartlarına göre şekillenir. Genellikle bir toplumsal düzenin siyasal sistemi de bu belirleyici olgulara paralel biçimlenir. Ne var ki, tarihte ve şimdiye kadar hiçbir rejim veya sistem bu yönde paralel bir kabiliyet ortaya koyabilmiş değil. Bu kabiliyeti ortaya koyabildiği ölçüde, kitleleri tatmin edebilir; koyamadığında toplumsal iç kutuplaşmalar, çatışma ve kargaşa sistemi tıkar ve sonunda yıkar. Böylece kitlelerde, toplumda tatmin edilme isteği ve ihtiyacı yenilenir. Bu nedenle tarih boyunca insanın giriştiği siyasi maceranın vardığı ideal bir duraktan söz etmek hala çok zordur. Öyledir ki, bu gerçeklik, Montesque’nün, demokrasi yorumuna ilişkin imasında anlamını bulmuştur: “ İdeal bir rejim hiç olmadı ve asla olmayacaktır.”

Öyle de görünse, insanın aradığı rejim veya sistemin iyisini ve giderek daha iyisini bulması için imkanlar hiçbir zaman tükenmez, tükenmeyecektir.

AMAÇ

Türkiye’de 12 Eylül darbesinden sonra hazırlanan 1982 Anayasası çerçevesine kısmen alınan ve cumhurbaşkanına verilen yetkilerle, ucu açılan kurumsal değişiklik tartışmaları o zamandan bugüne hep sürdü.  Yeni bir Anayasa’yı da kapsayan sistem değişikliği yönündeki istekle ilgili tartışmalar 2002 yılında iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde de artarak devam etti. Söz konusu partinin kurmayları başkanlık sistemini de bu kapsamda sürekli canlı tuttular. R.T. Erdoğan liderliğinde hükümette bulunan AKP bu doğrultuda gerekli olan cesur adımları atabildi ve  2007 Anayasa değişikliği referandumundan sonra Cumhurbaşkanlığı seçimi şekli ve görev süresi belirlendi. 14 Ağustos 2014 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan ilk turda oyların %51.79’unu alarak, TC siyasi tarihinde halk tarafından seçilen ilk cumhur başkanı oldu. Böylece halk tarafından seçilen cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri ile ilgili tartışmalar, yeni bir Anayasa yapma ihtiyacıyla birlikte, akademik ve siyasi düzeyde daha bir ön plana çıktı. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle rejimin parlamenter sistemden kayarak yarı başkanlık sistemine fiilen oturduğu yönündeki tartışmalar toplumun değişik kesimlerinde yoğunlaştı. Akademisyenler, hukukçu ve siyaset bilimcileri bu tartışmaları hala hararetli bir biçimde sürdürüyorlar. Ne var ki bu yöndeki tartışma sonuçlarının, sistemin olumlu ve olumsuz uygulamalarını tarif etmenin ötesine geçtiğini söylemek şimdilik mümkün değil. Söz konusu sistemin hangi gerçekliklerin veya sosyal olguların siyasi bir yansıması olarak var olabileceği yolunda ileri sürülmüş kapsayıcı görüşler de henüz yoktur. Daha kötüsü, muhalefet partilerinin bu yeni duruma ilişkin görüşlerinin açıklık kazanmamış olmasıdır. Bu belirsizlik doğal olarak siyasi tutumlara da yansıyor; bu yüzden tutumlar daha çok ilgili ilgisiz gerekçeler üzerinden şekillenen sığ bir tepkiselliğe dönüşerek ortaya çıkıyor. Yeni sisteme ve yeni bir Anayasa konusuna olan açık ilgi, daha çok parlamentoda çoğunluğu bulunan AKP kurmayları ve Cumhurbaşkanı R.T Erdoğan tarafından gösterilmektedir. Bu çevrelere yakın akademisyen ve medya yazarları konuyla alakalı ilgilerini gizlemiyorlar.  AKP, Hükümet, Cumhurbaşkanı ve sözü edilen çevrelerin zaman zaman yaptığı açıklamalar dikkate alındığında, bu sistem değişikliğinden kastedilenin yarı-başkanlıktan ziyade, başkanlık sistemi olduğu giderek açıklık kazanıyor. 

Bu değişimlerin oturtulacağı zeminde ayrıca farklı kültürel, etnik ve ulusal realiteler mevcuttur. Türkiye gerçeği böyledir. Ve Türkiye gerçeğinin en temel olgularından biri, Kürtlerdir. Gerçek böyle olunca, bu değişimin iki boyutu da Kürtleri doğrudan ilgilendiriyor, ilgilendirmelidir. Kürtlerin siyasi ve akademik çevrelerinin bu konulara şimdiye kadar gerektiği ilgiyi göstermemiş olmalarıysa, anlaşılır bir durum değildir. Halbuki gerek sistemdeki bir kurumsal değişiklik gerekse yeni Anayasa konusunda olsun, başta Kürtlerin açık bir ilgisi, görüşü ve tutumu olmalıdır. Bu meseleler her iki durumda da Kürtler açısından kritik ve riskli dezavantajlar yanında, olumlu, siyasi ve stratejik sonuçlar ihtiva ediyor.

Bu inceleme, Kürtlerin, özellikle, siyasi ve akademik çevrelerin dikkatini bu noktaya çekmeyi esas almaktadır. Gündemdeki meseleler, çok kapsamlı olduğu için, burada ele alınan sorunlara ilişkin tespit ve analizlerin geride bir çok boşluk bırakacağına kuşku yok. Ama sözü edilen konu yada meselelere ilgi duyanlar için kendince bir katkı sağlayacağına da kuşku yoktur.

KAPSAM

İster yarı-Başkanlık, ister başkanlık sistemi olsun, bizim burada konuya ilgimiz, söz konusu kurumsal değişime konu olan sistemlerin kısaca farklarını göstermekle birlikte, bu durumun sistemdeki rejimin idari ve siyasi yapısında ne tür değişiklikler yaratacağı; ayrıca Türkiye’de büyük bir nüfusa ve alana sahip Kürtlerin toplumsal ve siyasal geleceğini nasıl etkileyeceğidir. Sonra Türkiye’de, seçim sistemi, parti sistemi ve bu noktada Kürd toplumunun ulusal demokratik ve siyasi haklarının temsilcilerinden bir taraf olarak yasal ve meşru statüsü Anayasa tarafından tescil edilmiş Hak ve Özgürlükler Partisi (Hak-Par) ele alınacaktır. Yarı-Başkanlık veya Başkanlık sistemi beraberinde bir çok idari, kurumsal ve siyasal değişiklik getirecektir. Bu noktada en çok ihmal edilen konu, seçim sistemi ve parti sistemidir. İki halde de hem Kürtler, hem Kürt partileri ve hem de Hak-Par için tehlike çanlarının çalmakta olduğunu göreceğiz.

Ele aldığımız konular devletin yapısı, yönetim biçimi ve organlarını içermektedir. Bunlar, biçimleri ve nitelikleri ne olursa olsun, kaynağını bir Anayasa’dan alırlar. Anayasa, bir ülkede, toplumun nasıl yönetileceği, yönetenlerin yetkileri nedir, sorumlulukları ne olacak ve bunlar kimler tarafından nasıl, niçin seçilir ve ne kadar süreyle sorumlu tutulup bu yetkileri kullanacaktır gibi kuralları düzenleyen toplumsal bir metindir, bir sözleşmedir.

Konular burada bu temelde sırasıyla, parlamenter sistem, yarı-başkanlık, başkanlık sistemi gibi üç ana başlık altında ele alınmakta ve ilgili alt başlıklar çerçevesinde tartışma sürdürülmektedir.

1-Parlamenter Sistem:

1.1-Meclis ve Meclis başkanı: Parlamenter sisteme sahip ülkelerde parlamento yasama ve yürütme bağlamlarında belirleyici bir etkiye ve yetkiye sahiptir. Parlamento halkın seçim yoluyla meclise gönderdiği temsilcilerden oluşur. Mali, adli ve yasal alanlarda tayin edici işlevinin yanı sıra yürütmeyi tayin etme yetkisi parlamentoya aittir. Parlamento başkanı, parlamento işleyişini ve tüzüğü uygular; Cumhurbaşkanının yokluğunda, bu kuruma onun yerine vekalet eder. Türkiye’de Anayasada meclis başkanına yüklenen işlevsellik, uygulamada genellikle sözde kalmaktadır.

1.2-Cumhurbaşkanı: Parlamentodaki partilerin ve temsilcilerinin gösterdikleri adaylar arasından, meclis çoğunluğunun yarısından bir fazla oyla seçilir. Bazı ülkelerde bu usul mecliste bulunan temsilci-milletvekili toplam sayısının yarısından fazla oy alma esasına dayanmıyor. Gösterilen adaylar içinde en çok oy alan aday, başkan seçilir. Türkiye’de Cumhurbaşkanı yasama içinden seçilebileceği gibi, parlamentodaki partilerin parlamento dışında aday gösterip seçmesi de mümkündür.

 Parlamenter sistemde devlet başkanının kullanabileceği yetkiler sınırlıdır. Bu kurum daha çok sembolik bir nitelik taşır. Yine de seçimler sonucu boşalan hükümeti kurması için mecliste çoğunluğu bulunan partiye veya bir partiye hükümeti kurma görevi verme yetkisi vardır. Bu yetki önemli olmasına rağmen bu tür bir sistemde uygulamada kayda değer bir etkiye sahip değildir. Türkiye’de Cumhurbaşkanının görevleri çoktur, ama yetkileri sınırlıdır. 1960’lı yıllardan 1980’li yıllara kadar Türkiye’de parlamenter sistemden çok fazla söz edilmiş olsa da esas itibariyle bu sistem askeri darbeler sonucu her seferinde kesintiye uğratılarak hiçbir zaman hayat bulma şansına sahip olmamıştır. Bu yönüyle, kuruluşundan bu yana Türkiye tek parti diktatörlüğü, darbeler, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarıyla yönetilmiş ilginç bir ülkedir. 

1.3- Başbakan: Yürütmenin esas başı, parlamentoya karşı sorumlu Başbakandır ve oldukça geniş yetkilere sahiptir.Mecliste çoğunluğu arkasına almış bir başbakan, meclisteki etkisiz azınlık partilerine aldırmadan yasamayı etkileyebilir. Başbakan, bakanlar kurulunu kendisi tayin eder. Öte yandan başbakan, yürütme, yani bir bütün olarak bakanlar kurulu parlamentonun güvenoyuna bağlıdır. Mecliste çoğunluk sağlamamış bir parti lideri veya meclisteki partilerin koalisyonu sonucu oluşturulan bir hükümetin başbakanının, hükümetin üstlendiği çalışma programını yürütmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu programın çalışmaları için gerekli mali kaynağın sağlanması, bütçe programının parlamentodan onaylanarak geçmesi gerekir. Dolayısıyla bu sistemde başbakanlık kurumuna tanınan geniş yetkilere karşın, başbakanın partisi hükümet olmak için gerekli milletvekili desteği almadıkça, fonksiyonel olamaz.

Türkiye’de, belirtilen faktörlerden dolayı 1960’lardan 1980’lere kadar sıkça yaşanan hükümet krizlerinin yol açtığı siyasi sorunlar ve ekonomik bunalımların, gerçek nedenleri hep gizlenerek, sonuçta olan bitenin faturası topluma çıkartılmıştır. Toplumda kişi hak ve özgürlüklerinin askıya alınması bu açıdan neredeyse bir gelenek olmuştur. Hükümetin yetersizliğinden veya hükümet boşluklarından dolayı ortaya çıkan sosyal ve siyasal krizleri çözmek için her seferinde devreye giren ordu güçleri, toplumdaki genel huzursuzluğu bastırmak için her türlü baskı ve terörü toplumun çeşitli kesimlerine yönelterek istikrarsızlığı aşmaya çalışmışlardır. Parlamentodan çıkan sivil hükümetler ya hep kısa ömürlü olmuş yada ordunun bu geleneksel gücü karşısında direnme cesareti göstermemişlerdir. 1983 yılında Askeri rejimden sivil rejime geçişin ardından mecliste çoğunluğu sağlayan Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi, nispeten daha cesur ve istikrarlı siyasi bir süreç başlatmış olsa da; bu süreç, 1982 Anayasası’nın daralttığı siyasi ve demokratik hakların genişlemesine daha fazla imkân vermemiştir.

1990’lı yıllarda mecliste çoğunluğu sağlayamayan ve anlaşamayan partilerin oluşturdukları geçici ittifak ve koalisyonlar, ülkede sorunların tekrar kriz derecesinde büyümesine ve geniş bir şiddet ortamının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu dönemde “terörle mücadele adı altında” Kürdistan’da yaygın bir devlet terörü estirilmiştir. Aydınlar, demokratlar, yazarlar, insan hakları savunucuları, barış aktivistleri ve binlerce yurtsever siyasi cinayetlere kurban gitmiştir; binlercesi işkencelere maruz kalmış, on binler tutuklanıp hapsedilmiştir. Bu süreçte devletin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik krizi aşmak için gerekçe gösterdiği ve toplumu baskı altına almayı meşru hale getirmek istediği sorunlardan biri, daha çok “Kürt Sorunu” adı altında ifadesini bulmuştur. Bu dönem,  Kürtlere karşı yürütülen çok yönlü devlet terörünün ve baskıya dayalı planlı ve sistematik bir devlet politikasının toplumu canından bezdirdiği bir dönemdir. 

Devletin şiddet yüklü bu siyasi uygulamalarının temelinde Kürt ulusal demokratik güçlerinin sindirilmesi ve tasfiye edilmesi amacı vardı. TC parlamentosu karışıktı ve Hükümet devletin derin güçlerine ve orduya teslim olmuştu. Böylece 1977 yılından 2000’e kadar Kürdistan’da estirilen devlet terörünün ve baskısının adı “ Devletin terörle mücadelesi” olarak parlamentoda yasal ve meşru bir dayanak buluyordu. Oysa sorun üreten Kürtler değil, bizzat bu güdümlü ve güçsüz parlamento ve devletin Kürtlere karşı öteden beri sahip olduğu resmi yaklaşımdı. Varlığını ve gücünün kaynağını halktan alan parlamento, rejimin askeri ve bürokratik kurumlarına boyun eğiyordu. Bu yönüyle bakıldığında, Türkiye’de gerçek anlamda parlamentonun hiçbir zaman olmadığı, var olanın da biçimsel bir parlamentodan ibaret olduğu rahatlıkla görülebilir.

Sonuç

Çoğulcu bir felsefeye dayalı parlamenter sistemin demokratik ve teorik cazibesi uygulamada yerini can sıkıcı bir karamsarlık havasına bırakıyor. Türkiye siyasi siteminde güçler kurumsal olarak tam ayrışmamıştır. Parlamenter sistemin böyle bir boşluğu vardır. Askeri ve bürokratik yapı, sistemin meşru organlarını her zaman baskı altında tutma olanaklarını kullanmıştır.

Türkiye’de silahlı kuvvetler, toplumsal düzenin bir kurumu olmaktan çok, her zaman iktidarın etkili, fonksiyonel ve operasyonel bir kanadı olarak hareket etmiştir.  Milli Güvenlik Konseyi daha yakın zamanlara kadar parlamento üzerinde, başbakan’ın ve yürütmenin çevresinde dolanan bir heyulaydı. Oysa parlamenter sistemde esas olarak başbakan yürütme üzerinde belirleyici olduğu gibi yasama ve yargı üzerindeki etkisiyle de güçlü bir konumdadır. Doğal olarak askeri ve bürokratik bir vesayete burada pek imkân bırakmaz. Ancak başbakanın bu yetkiyi kullanması ve konumunu güçlendirmesi, parlamentodaki çoğunluğun desteğini arkasına almasıyla mümkün olabilmektedir. Parlamentodaki çoğunluğa bağlı olarak başbakanın yetkileri kullanma gücü arasında doğrudan bir paralellik vardır. Türkiye’de başbakanlar hiçbir zaman bu anlamda dayandıkları meşruiyeti kullanma, idari birimler üzerinde tayin edici bir rol oynama basiretini gösterememişlerdir.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki siyasi sistem, parlamenter sistemin çok sayıda özelliklerini taşımakla birlikte, esas itibariyle biçimsel parlamenter bir sistem olduğu görülmektedir. Hükümeti kurma görevi, parlamento tarafından, seçim sonrasında meclise fazla milletvekili taşıyan parti başkanına verilmekle birlikte, Hükümeti kurabilecek milletvekili sayısına ulaşılmadığında, hükümeti kurma görevinin genellikle ikinci ve üçüncü parti başkanlarına verildiğine de tanık olunmuştur. Türkiye’de bu tür hallerde birkaç partinin anlaşarak oluşturduğu koalisyonlar uzun ömürlü olmamış ve bu durum sistemde siyasi ve idari krizlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Bu çerçevede, Türkiye’de 1990’lı yıllarda mecliste en az sayıda milletvekiliyle bulunan Demokratik Sol parti, Hükümeti kurmakla görevlendirilmiş; bu partinin lideri Bülent Ecevit mecliste bulunan iki diğer partiyle bir hükümet oluşturmaya çalışmıştır. B. Ecevit’in koalisyonlu başbakanlığı döneminde etnik çatışma, siyasi- ideolojik ve dinsel nitelikli mezhepsel gerilimler artmış, daha da önemlisi toplumsal kutuplaşma uç düzeylere ulaşarak ulusal ekonomiyi felç edecek sonuçlar doğurmuştur. Bu süreçte toplumsal kesimlere ve özellikle Kürtlere yönelik artan devlet terörü ve devletin kontrolündeki askeri-idari silahlı kolluk güçleri tarafından işlenen siyasi cinayetlerse ayrı bir çalışma konusudur.

Başbakanlık sisteminde ya da parlamenter sistemde parlamentodaki çoğunluğuyla tek başına iktidar olabilecek bir parti olmadıkça, sistemin fonksiyonel/işlevsel olamadığı/olamayacağı tartışma götürmez bir durumdur. Ayrıca bir bütün olarak TC rejiminin siyasi bir niteliği olan üniter egemenlik biçiminin toplumsal, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıktaki rolü bu çerçevede sorun üretmekte etkili olmaktadır. Türkiye çok kültürlü ulusal ve sosyal farklılıklara ve farklı dinsel inanç ve mezheplere dayanmasına karşın, üniter yapısı itibariyle onun ideolojik yankısı hala; Tek Bayrak, Tek Millet, Tek devlet şiyarında karşılığını bulmaktadır! Yeryüzünde ise, bu ideolojik yankıya artık kulak veren hiçbir ülke yoktur.

Sosyolojik realitesi farklı olan, çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal kanatları olan bir ülkede ve özel olarak Türkiye’de, bu nedenle, parlamentarizmin adı, ordu darbeleri, sıkıyönetim ve olağanüstü hal yönetim sistemi olagelmiştir.

2- YARI-BAŞKANLIK SİSTEMİ

Yarı-Başkanlık sistemi kavramı, şunları içermektedir: Bir siyasi rejim, Anayasasında üç unsuru içeriyorsa, bu sistem, yarı-başkanlık olarak kabul edilir:

1-     Başkan halk tarafından seçilmektedir,

2-     Başkan oldukça önemli yetkilere sahiptir,

3-     Yürütme ve idari yetkilere sahip başbakan ve bakanlar kurulu vardır ve parlamento karşı çıkmadığı sürece görevde kalırlar.

Yarı-Başkanlık sisteminin ilk örnekleri 1919’da Avusturya’da ve Weimer dönemi Almanyası’nda ve Finlandiya’da görülüyor. Konuyla ilgili çalışmalarda bulunan akademisyenler, söz konusu ülkelerde uygulanan yarı-başkanlık sisteminin, uygulama alanında pek başarılı olmadığını belirtmişlerdir. Tabii bu tespit uygulama koşuları göz önüne alınarak yapılmış değil. Dolayısıyla doğru bir tespit olup olmadığı her zaman sorgulama konusu olmuştur. Yorumlar bu nedenle farklıdır. Kimilerine göre o dönemde sistemin bir rejimi etkin kılacak mekanizmaları işletme yeteneğinin henüz olgunlaşma derecesine gelmiş olmaması olarak ifade ediliyor. Öte yandan karşı görüşte olanların savunduğuysa, bir ülkede sosyal ve politik kültürel miras, ekonomik gelişme düzeyi, ideolojik ve dinsel çeşitliliğin yanında farklı etnik topluluk ve azınlıkların durumu bir rejimin yapısındaki istikrarı belirleyeceği yönündedir.

İkinci görüşün dayandığı gerekçeleri göz ardı etmek mümkün değildir. Siyasal bölünmenin ve karışıklığın dayandığı sosyo-ekonomik zemin ile siyasi aktörlerin böyle bir zemindeki teorik ve objektif duruşa ilişkin kopukluğu, bir siyasal sistemin denge ve kontrol organlarının etkin bir işbirliği içinde çalışmasını zorlaştırır. Siyasal sistemin organlarının bu karşılıklı işbirliği sınırları Anayasa’da çizilmiş olmalıdır. Durum böyleyse bir ülkenin siyasal kurumlarının karşılıklı yetki ve davranışları daha baştan Anayasa tarafından düzenlenmiş olmak zorundadır. Öyleyse daha baştan bir toplumsal uzlaşma ürünü olan Anayasa ülkenin tarihsel ve sosyo-kültürel gerçeklerini göz önünde bulundurmalıdır. Yukarda ilk örneklerine işaret ettiğimiz yarı-başkanlık sisteminin uygulamada yeterince başarılı olmadığına ilişkin oluşan kanaat, bu gerçeklikleri göz önüne almayan yaklaşım tarzları ile açıklanabilir. Yoksa sistemin kendisinden değil. Bu savı burada haklı çıkartan örnek, toplumsal ve siyasi uzlaşma kültürünün yansıtıldığı Fransız Anayasası’dır.

Bir rejimin siyasal temeli ve aktörleri, belirlenmiş karşılıklı ilişkiler ve kurallar çerçevesinde birbirlerini tamamlar. Temel, böylece sağlam ve stabil; aktörler tutarlı ve fonksiyonel olurlar.

Solun solda, sağın sağda ve siyasi aktörlerin bu zemindeki teorik ve pratik tutum ve davranışları sosyal ve ekonomik gerçekliğe uygun olduğu ölçüde toplumda çatışma ortamı, bölünme ve kutuplaşma gibi risk taşıyan olgular etkisini kaybeder. Bütünleşme ve uzlaşma kültürü ön plana çıkar. Oluşan böyle bir ortamda siyasi aktörlerin varlık nedenleri yönündeki belirsizlikler de oradan kalkar. Herkes ne istediğini, neye niçin karar vermesi gerektiğini ve neden iş yapma sorumluğu olduğunu belirlemiş olur. Bu sadece siyasi bir kültürün varlığıyla değil, aynı zamanda bir uzlaşma kültürünün gelişmiş olmasıyla ulaşılabilecek bir düzeydir. 

Bir siyasal sistemin iddiası ne olursa olsun, siyasi uzlaşma kültürünün yerleşmediği bir yerde, toplumsal bölünmeyi ve kutuplaşmaların yarattığı riskleri bertaraf etmesi imkânsızdır. Sonraki bölümlerde belirtileceği gibi, Fransa’nın, sistemde risk yaratabilecek sorunları, sonradan ne gibi düzenlemelere giderek çözdüğünü göreceğiz.

Fransız Anayasası’nın öngördüğü yarı-başkanlık modelinin uygulamadaki başarısı ve etkisi, bu kısa çalışma için önemli bir olgu olmaktadır. Kaynağını Anayasası’ndan alan Fransa’daki model yarı-başkanlık sisteminin ilk örneklerden biri olmasa da uygulama alanındaki yaygın etkisi bakımından, bu sistemin en cazip örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.  1958 Fransız Anayasası’nın bu etkisini ve uzun ömürlü olmasının nedenlerini tartışan akademisyenler, söz konusu Anayasanın sırrını kurumlara verilen formel güç ve yetkilerden ziyade oluşturduğu siyasi kültürle ilişkilendirirler.

Fransız Anayasası, siyasi aktörleri, gerek tek tek milletvekili ve senatörlerin seçiminde gerekse cumhurbaşkanı seçiminde olsun kararlı bir uzlaşmaya zorlamaktadır. Aynı şekilde, siyasi partilerin parlamentodaki çekişmeleri sonucunda ortaya çıkan kriz ( kohabitasyon)  dönemlerinde cumhurbaşkanı, hükümeti ve parlamentoyu da uzlaşmaya zorlamaktadır. Buna göre uzlaşmaz, katı ideolojik aktörlerin uzlaşmacı ve pragmatik aktörler şeklinde hareket etmeleri gerekir.  Böylece siyasi krizin etkisi topluma fazla yansımadan aşılma imkanı buluyor. Çizilmiş katı sınırlar korunmakla birlikte, esnek ve ölçülü (rasyonel) ilişkilerle kurumlar arasındaki işbirliği zorunlu bir ilke işlevi görüyor.  Rejime, rejimin organlarına, siyasi aktörlere saygınlık ve itibar kazandıran da budur. 1960 yıllından bugüne kadar Bağımsızlığına kavuşan çok sayıda ülke bu modeli almıştır. Bu model özellikle, 1990 yılının başlarında dağılan Sovyet ülkeleri için ayrıca bir esin kaynağı olmuştur.

Yarı-Başkanlık modelinin dayandığı Fransız Anayasasının yeteneği, tarafsız bir devlet modelini savunmasıdır. Toplumsal consenüs’ün olduğu bir yerde devletin fazla üstlenebileceği bir rolü kalmıyor. Toplumsal uzlaşma, toplumsal birlik bilincinin siyasi bir olgusu olarak hayat bulur. Fransa’da sistemin iyi işlemesinin sırrı, bu uzlaşmadadır. İdeolojik farklılıkları ortak bir uyuma, toplumsal bir birliğe yönelten, Fransa siyasi kültürünün ortaya koyduğu yetenek, budur.  Fransa sistemini cazip kılan da bu gelişmiş olgunluk tarzıdır.

Biçimi, uygulama alanı ve niteliği konusunda farklı görüşler olsa da Rusya Federasyonu’nu, Fransız modeli içinde değerlendirenler çoğunluktadır. Rusya Federasyonu, 17.075.400 km karelik yüz ölçümüyle, 89 federal ve özerk bölgeden oluşan, dünyanın en geniş siyasi birliğidir. Yarı başkanlık sistemi ve uygulamaları kapsamında Rusya Federasyonu örneğine sonraki bölümlerde tekrar yer verilecektir.

Genel tanımına ilişkin verilen örneklerden başka yarı-başkanlık ile ilgili yapılan sistematik tanımlardan biri Givonni Sartori’ye aittir.

 Givonni Sartori, yarı-başkanlık sisteminin gerekli kıstaslarını şöyle sıralamıştır:

a-      Başkan sabit bir süre için doğrudan veya dolaylı, halk tarafından seçilir.
b-     Başkan yürütme yetkisini başbakanla paylaşır.

c-      Başkan parlamentodan bağımsızdır, fakat yalnız ve doğrudan hükümet etme, yani yönetme yetkisine sahip değildir. Durum böyle olunca başkanın iradesi hükümet kanalıyla hayata geçirilir.

d-     Başbakan ve kabinesi, başkandan bağımsız; fakat parlamentoya bağımlıdır. Hükümet parlamentonun güvenine ve güvensizliğine tabidir. Hükümet her iki durumda da parlamento çoğunluğunun desteğine ihtiyaç duyar.

e-      İki başlı otorite yapısı, her birimin özerklik potansiyeli devam etmek koşuluyla, yürütme içinde farklı dengelere ve ağırlıkların kaymasına imkan verir.

Yarı- başkanlık modelinde yönetim organları, yasama, yürütme ve yargı birimleri güçlü bir işbirliği ilişkisi içinde etkinlik göstermektedirler. Güçler ayrılığı teoride gevşek olmakla birlikte pratikte sıkı kurallarla görev ve etkinlik alanlarını korurlar.

Bu sistemlerde yasamanın ağırlığı gücünden ve etkisinden özellikle bir şey yitirmemektedir. Ancak başkan’ın ve başbakanın parlamenter sisteme oranla güçlü yetkilere sahip olduğu, bazı durumlarda yasamayı etkilediği de görülmektedir. Başkan’ın veto yetkisine karşın yasamanın veto edilen bir yasayı tekrar görüşerek yasalaşmasında direnme olanağı korunmaktadır. Durum böyle de olsa işler ve ilişkiler bu sistemde parlamenter sistemdeki gibi bir karışıklığa yol açmadan yürütülebilmektedir.
Fransa’dan sonra Polonya’da ve Rusya Federasyonu’nda bazı farklarla bu modelin iyi işlediği kabul edilmektedir.

Polonya’da yarı-başkanlık sisteminin toplumsal ve ekonomik gelişme açısından başarı sağladığı, rejimde istikrarı artırdığı, demokrasiyi toplumsal ve kurumsal planda güçlendirdiği bilinmektedir. Aynı şekilde Rusya Federasyonu’nda da bu modelin toplumsal ve ekonomik ilerlemede etkili olduğu görülmüştür. 

Sonuç:

Yarı-Başkanlık sisteminin parlamenter, ya da başbakanlık sistemine göre daha etkin olduğu yönündeki görüşler yaygındır. İlk defa Maurice Duverger’in tanımlayıp kavramlaştırdığı yarı-başkanlık, özetle cumhurbaşkanının sabit bir süre için halk tarafından doğrudan ya da dolaylı seçildiği, başkanın yürütmenin bir kanadını oluşturduğu sistemi ifade ediyor. Her ülkenin siyasal rejimi o ülkenin tarihsel, politik ve sosyo-kültürel özelliklerine göre biçimlenir. Yarı başkanlık sistemi, genellikle siyasi uzlaşma kültürünün gelişmiş olduğu ülkelerde varlık bulmuştur. Bu sistemin çoğunlukla Avrupa kıtasında varlık bulmuş olması, bu anlamda bir rastlantı değildir.

Türkiye’de uzun zamandır tartışılan başkanlık sistemi, 14 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle, ortaya çıkan yeni tabloda, rejimin niteliğini yarı-başkanlık modeline doğru yaklaştırmıştır. Ancak halihazırda bu yeni tabloda görünen durumun yarı-başkanlık modelini yansıttığı söylenemez. Her şeyden önce halk tarafından seçilen başkanın yetkileri, yürütmenin pozisyonu,  parlamentonun etkinliği ve yargının konumu tam anlamıyla belirlenmiş değil. Halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan ısrarla yetkilerinin artırılmasına ve başkanlık sistemi tipine vurgu yapmaktadır. Bu yöndeki gelişmelerle ortaya çıkan ihtiyaç ve taleplerin mevcut Anayasanın çerçevesinde karşılanması mümkün görünmüyor. Hükümette bulunan AKP ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan bu gelişmeler paralelinde Anayasa değişikliği veya yeni bir Anayasa yapılması konusunu sürekli gündemde tutmayı sürdürüyorlar.

Öte yandan rejimin siyasal organlarını önceki yapıdan farklı olarak daha etkin ve daha ileri hale getirme arzusunu dile getiren siyasi kesimler, aydın ve akademisyenler Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşmasını ve sistemin sürekliliğini dinamize edecek  düzenlemelerin hayata geçmesini engelleyen üniter yapıdan hiç söz etmiyorlar. Üniter yapı, demokratikleşme ve başkanlık sistemine engel bir olgu olmamakla beraber Turkiye’nin sosyolojik, etnik ve politik yapısı gereği sorun teşkil etmektedir. Bilindiği üzere Fransa da egemenlik biçimi bakımından üniter bir devlet,  ve zaman zaman bu yapının yol açtığı sorunları tecrübe etmiş ülkelerden biri. Söz konusu ülkede üniter yapı ekseninde 1958’de hayata geçen Anayasanın kaynaklık ettiği Fransız siyasal sistemi sonuçta bu egemenlik biçiminin yarattığı sorunları çözmek için yapısında esneklik yaratma  ihtiyacı duymuştur. Anayasada yapılan 2003 yılındaki bir değişiklik, üniter yapı geleneğini önemli ölçüde desentralizasyon yönünde genişletecek düzenlemelere yer vermiştir.

İster mevcut haliyle ister başkanlık tipinin herhangi birini tercih etme yönünde olsun, Türkiye’de yapılacak yeni bir Anayasa çalışması, yukarıda sözü edilen gerçekleri göz önünde bulundurmak durumundadır. Türk siyasal rejiminin egemenlik biçimi, kuruluşundan beri sorun yarata gelmiştir. Etnik ve politik kutuplaşmanın, toplumsal bölünmenin, baskının, şiddetin ve devlet terörünün ideolojik mayası, bu üniter devlet biçimi olmuştur.

Başkanlık, yarı-başkanlık yada başbakanlık bir bütün olarak bir ülkedeki rejimi değil, o ülkedeki siyasi sistemin kurumsal biçimlerinden birini ifade eder. Kurumlar, demokratik bir temelin üzerinde inşa edilmedikçe, bir bütün olan rejimin demokratik olması beklenemez.

3-     BAŞKANLIK SİSTEMİ:

Başkanlık sisteminin en özgün tipi ve ilk örneği Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ne aittir. Bu sistem Amerika’da, İngiliz sömürgeciliğine ve monarşisine karşı başlatılan bağımsızlık mücadelesi sonunda, 13 koloniden oluşan Kurucu Meclis’in 1787’de Phileadephia’da toplanarak kabul ettiği Anayasa ile varlık bulmuştur. 

Kaynağını bu mücadeleden ve kabul edilen Anayasadan alan bu yeni tip Başkanlık sisteminin tarihsel gelişiminin bir geçmişi olmayıp, söz konusu sistemin, Amerikan halkının İngiliz monarşisine ve siyasal rejimine karşı bir tepkisinin ürünü olarak doğduğunu söyleyenler çoğunluktadır. İngiliz siyasal sisteminden oldukça farklı yönlerden özgünlükleri bulunan başkanlık biriminin temel özelliği, doğrudan halka dayanmasıdır. Amerika’nın o günkü koşullarında ve o zamana kadar devletin geleneksel meşruiyet temeli olarak, Kralın Kutsal Hakkı, yerine Anayasal demokrasiler için gerekli olan yeni bir temele dayanma ihtiyacı bu sistemin oluşmasında etkili olmuştur.”Kral yerine, halk tarafından bir başkanın seçilmesi bu yeni temel için uygun olmuştur. Diğer bir deyişle “halk egemenliği”, devlet otoritesinin yeni meşruiyet kaynağı olmuştur. Buna göre halk tarafından seçilen bir başkanın kaynağını aldığı halktan başkasına karşı bir sorumluluğu yoktur. Bu yanıyla başkanın sistem içindeki konumu rejimin diğer organlarına göre çok güçlü bir görünüm arz etmektedir. Meşruiyetini halktan alan başkanın güçlü konumu, yetki ve davranış sınırları uygulama alanında bir çok yönden iyi sonuçlar doğurduğunu söyleyenlerin sayısı da oldukça fazladır. Başkanlık sisteminde, rejimi oluşturan diğer organların etkin katılımıyla, toplumda demokratikleşmenin, sosyal ve ekonomik gelişmenin, farklı ideolojik ve politik kesimlerin uyumunun sağlanmasında olumlu katkıları yaptığına kuşku yoktur. Bununla birlikte erkin tek kişide somutlaştığı bir sistemde başkanın daha otoriter bir eğilime kayacağı da söylenebilir. Bunun haklı bir kaygı olup olmadığını söyleyebilmek için, başkanlık sistemini rejimin diğer organlarıyla birlikte ele alıp değerlendirmek gerekir.

Öncelikle bağımsız bir konumda yetkileri bakımından oldukça güçlü görünen başkanın bu yetkileri kullanma imkânı rejimde yer alan diğer organlarla sınırlandırılabilmektedir. Durumun daha net anlaşılması için Amerikan sistemini ele alarak konuya açıklık getirmek gerekiyor. Konu çerçevesinde Amerikan sistemi özgünlüğü bakımdan önemli bir örnektir. ABD’deki sistemi takip eden çok sayıda ülkede tercih edilen başkanlık sistemleri, bu özgün modelle benzerlikler taşısalar da, uygulama zemin ve alanlarının farklı koşullarından dolayı önemli farklar sergiledikleri de söylenmelidir. Bu farkların kayda değer olup olmadıkları, bu yöndeki tartışmaların konuları arasında yerini hala koruyor. Ancak bu gibi ülkelerde sistemin diğer organlarının ABD’deki gibi kararlı davranma eğiliminde olmadıkları da hemen belirtilmelidir.  Daha açık söylemek gerekirse, anılan ülkelerde başkan “her şey“ demektir. ABD sisteminde ise “başkan çok şey” demektir ve parlamentodan-kongreden-yasamadan bağımsızdır. Bu doğru ama aynı şekilde kongre ve yargı birimleri bağımsız konumdadırlar. Konum, yetki ve davranış sınırları katı bir biçimde Anayasa tarafından belirlenip çizilmiştir. Başka bir deyişle, “başkan her şey” demek değildir.

ABD’de erklerin konumu, yetki ve sorumluluk alanları katı bir biçimde birbirinden ayrı olarak belirlenmiştir. Bunlar, Anayasada,  bir diğerinin alanını ve sınırlarını ihlal etmeyecek biçimde düzenlenmiştir.  O halde, bir erkin diğer erk karşısındaki varlık ve itibari ile ilgili teminatından kaygıya kapılmaya gerek yoktur. Bu kaygılardan kurtulmak için her şeyden önce, başkanlık sisteminin ne olduğunu ve hangi ön koşullarla var olduğunu bilmek gerekir.

-Başkanlık Sistemi Tanımı:

Başkanlık sisteminin genel kabul gören tanımı kısaca şöyle: Hem yürütmenin başı hem de devlet başkanı olan başkanın, sabit bir süre için halk tarafından seçildiği ve yasama organının başkanı düşüremediği, başkanın da yasamayı feshedemediği bir sistemdir. Başkanlık sistemini parlamenter sistemden ayıran temel özelliğin iki devlet organının göreve geliş ve görevde kalma şekli olduğu da belirtiliyor. Daha sade bir tanımlamaya göre de, “yasamanın yürütmenin görevine son verememesi “ biçimindedir. Bir bütün olarak parlamenter sistemdekinden ve kısmen yarı-başkanlık sisteminden farklı olarak yürütme organının varlığı, yasamanın desteğine muhtaç değilse, bu başkanlık sistemidir. Başkanlık sisteminde, devlet ve hükümet başkanı, başbakanlı parlamenter sistemin ve yarı-başkanlık sisteminin tersine, aynı kişidir. Başbakanlık ve bakanlar kurulu gibi kurumlar aradan kalkmıştır.

Bu tabloda görülen başkanlık konumuna rağmen, yukarda belirttiğimiz gibi başkan her şey demek değildir. Böyle bir sistemde başkanlığın somutlaştığı yürütme, yasama ve yargı organlarının demokratik sınırlar içinde birbirilerini denetlediği ve dengelediği “ayrı güçlerin varlığı” söz konusudur. Yürütme sahasındaki erk tek kişiden, yani başkandan oluşsa da yasama ve yürütme mutlak ve katı biçimde birbirinden ayrılmıştır ve bağımsız organlarca kullanılır. ABD’de temsilciler meclisi ve senato sistemin yasama temelini oluşturan, yürütmeden bağımsız kongreyi meydana getirir. Anayasa yüksek mahkemesi de sistemin neredeyse dokunulmaz organlarından biri olarak ağırlığını ve saygınlığını her zaman koruyacak şekilde konumlandırılmıştır. Bu organların işleyişi ve ilişkileri birbirlerinin davranışlarını köstekleyecek bir keyfiyete imkân vermeyecek şekilde ABD Anayasası’nda düzenlenmiştir. ABD Anayasası’nda bu çerçevede denge ve fren mekanizmalarıyla organların bağımsız nitelikleri güvence altına alınmakla kalınmamış,  bu organlar arasında işleyişin ve işbirliğinin sürekliliğini sağlayan ilişkiler de açıkça belirlenmiştir.

ABD’de, iki yüz yıldan bu yana, çok temel değişiklilere uğramadan günümüze kadar devam eden başkanlık sisteminin siyasal istikrarın sağlanmasındaki önemi her akademisyenin dikkat çektiği konulardan biridir. Bu sistemin demokratik içeriğini şekillendiren ABD Anayasası, aynı zamanda sistemin işleyiş biçiminin de temel taşlarını örmüştür. Mevcut Anayasa’da özel vurgu yapılan hak ve özgürlükler gibi ilkeler, kişi, grup ve kurumları devlete karşı güvence altında tutmayı öngörmektedir. Diğer bir deyişle, Anayasa bu hakları koruyacağını açıkça taahhüt etmiştir. Tarihsel süreç içinde uygulamadaki bu sistemin toplumsal gelişme, kişi hak ve özgürlükleri alanında önemli ilerlemelere ivme kazandırdığı belirtiliyor. Bu nedenle başbakanlı-parlamenter sisteme karşı, başkanlık sistemine düzülen methiyeler sayısızdır. Dolaşımda, Yarı-Başkanlık ile başkanlık sisteminden hangisinin daha demokratik ve işlevsel olduğuna ilişkin farklı görüşler de bir haylidir. 

Başkanlık sisteminde hükümetin içte demokratik kültürün yerleşip güçlenmesiyle birlikte ekonomik ve siyasi istikrar yaratacağı; dış politika, uluslar arası ilişkiler ve sözleşmeler bağlamlarında daha aktif hareket edebileceği; bunun zaman ve enerji tasarrufunda önemli bir olanak sağlayacağı ve sistemin işleyişini etkin hale getireceği ayrıca pek çok akademisyen tarafından savunulmaktadır.  
Bu görüş ve savunular, daha çok ABD başkanlı sistemi örnek gösterilerek ortaya konmaktadır.

Bu çalışmada, Başkanlık sisteminin oldukça yaygın olduğu Latin Amerika, Asya ve Afrika örneklerine pek fazla yer verilmemektedir. Zira Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki başkanlık sistemi uygulamalarının iç açıcı olmayan yanları çoktur. Bu yüzden başkanlık sisteminin sakıncalarından bahseden akademisyenler ABD’deki sistemi değil, genellikle bu diğerlerinin uygulamadaki bireysel eğilimlerini, karizma ve davranışlarını temel almaktadırlar.

 Sonuç:

Başkanlık sistemi Anayasal bir kurumdur. Bir sistemde toplumsal düzenin işleyişi temel ilkelere göre belirlenir. Bu ilkeler, ister demokratik ister otokratik olsun, her toplumda kabul edilmiş bir Anayasa çerçevesine yerleştirilmiştir. ABD sistemi başkanlık tipi de içinde olmak üzere rejimin diğer organlarının konumunu, ilişkilerini ve işleyişini böyle bir Anayasal çerçeve içinde belirlemiştir. Bu sistem ABD topluluklarının sosyal, siyasal ve kültürel mirasına ve karakterine uyum sağlayacak özellikler barındırıyor. Başarısı varsa, bundandır. Latin Amerika’daki ülkelerde sistemin anti demokratik eğilimlere kaymasına imkân veren, o ülkelerin tarihsel, sosyolojik ve politik maddi temelleridir. Rejimlere olduğu gibi idari birim ve sistemlere de, bu maddi temel özelliklerini yansıtır. İki ayrı demokrasi kültüründe bile, bireylerin tutum ve davranışları, duyarlılıkları ve refleksleri, ilişki ve iletişim biçimleri gözle görülür farklılıklar gösterir. Bunlar gölgelerini az çok sistemin sosyal ve siyasal kurumları üzerine düşürür. Bu nüanslar bir sistem için sıkıntıya yol açmaz ve büyük sorunlar yaratmaz. Siyasal sistemin organlarının konumları, yetki saha ve sınırları, ilişki biçimleri ve işleyiş alanları Anayasal temelde açıkça belirlenmişse, sistemin bunun dışına kayması çok güçtür. ABD sistemi, kurumları olduğu gibi bireyleri de kurallara bağlayan ve uymaya zorlayan bir sistemdir. Belirtilen spesifik özelliklerden kaynaklanan durum ABD’de böyleyken,  bunun başka bir ülkede farklı bir nüansla uygulamaya farklı bir çehre ile yansıması, sistemi kusurlu göstermez. Sonuçta, tıpkı bireyler gibi rejimin bir siyasal organı da belirlenmiş kuralların ve sınırların dışına çıkmadığı sürece, genelleşebilen bir sıkıntıya yol açmaz.

ABD’de başkanın iç ve dış politikadaki performansı ve ilişkilerinin başarısı, kongrenin; temsilciler meclisi ve senatonun başkanla olan ilgi biçimine, ilişkisine ve tutumuna bağlı olarak değişir. Kısacası, bu sistemde işler ve ilişkiler bir organın bir diğer organı aşarak değil, tersine, organlar arasında güçlü ve sıkı bir koordinasyon sağlanarak gerçekleşir.
Kuşkusuz, ABD Başkanlık tipi de ABD’ye özgü niteliklerin bir yansımasıdır. ABD, 50’den fazla bağımsız birimden, yani devletten oluşan birleşmiş bir bütündür. Bu bütün aynı zamanda kendi içinde bölünmüş FEDERAL siyasi birimleri ifade ediyor.  Her şeyden önce ABD, bu yönüyle bir Meksika’dan ve Venezuela’dan doğal olarak farklıdır. Asya ve Afrika ülkelerinden de farklıdır. Haliyle uygulama birinden diğerine sağlıklı olmayabilir ve olmaz.

4-     BAŞKANLIK SİSTEMİ VE TÜRKİYE

Türkiye, bu fark göz önüne alındığında, başkanlık sisteminin uygulama alanı açısından nasıl bir zemine sahiptir?

Bu soru üzerinden konuyu açmadan önce Türkiye sisteminin yansıdığı rejimin aldığı değişik niteliklerin ve bu nitelikleri doğuran faktörlerin tarihi arka planından kısaca söz etmek gerekir.

a-      Türkiye kuruluşundan bu yana birkaç sistemi denemiştir. Biçimde parlamenter bir sistem olarak görünen TC sistemi 2.Dünya savaşının bitimine kadar katı, otoriter ve tek partili bir sistemle yönetilmiştir.  Bu döneme kadar bu niteliğiyle rejime egemen olan sistemin demokratik olduğunu söylemek mümkün değildir. Kurumsal olarak bir parlamento yapısı ve bu parlamentonun belirlediği bir başbakan ve cumhurbaşkanı varsa da, iktidara her zaman hakîm olan ve hükümeti biçimlendiren Cumhuriyet Halk Partisi ve ordu olmuştur. Başka partilerin varlık göstermediği bu dönemin rejime ve sisteme yansıyan niteliği, tek parti (CHP) yönetimi ve diktatörlüğüdür. Esas itibariyle bu sistemin ne demokratik ne de parlamenter sistemle bir benzerliği vardır.

b-     Sistemin dayandığı rejim, üniter bir yapıya sahiptir. Türkiye’de var olan bütün etnik ve kültürel varlıkları hala yok sayıyor. Bunları Türk etnisitesi içinde eritme anlayışı ve ideolojisi katı ve sürekli bir politika olarak uygulanmıştır. Tek millet, tek bayrak, tek din belgitleri; üniter devletin resmi ideolojisinin temel argümanları olarak hala terk edilmiş değil. Cumhuriyet tarihi boyunca buna karşı çıkan aydınlara, demokrat ve yurtseverlere, özellikle Kürt ulusal gruplarına, örgüt ve partilerine,  giderek top yekûn Kürdistan halkına karşı çok sert önlemler alınmış, yaşamlarına zalimce müdahaleler edilmiş, bu yöndeki eğilimler ve hareketler terör araçlarıyla ve toplu katliamlarla bastırılmıştır.

c-      Sisteme ağırlığını koyan bu anlayış demokratik kurumların oluşmasına ve politik ilişkilerin gelişmesine imkân vermeyen sert bariyerlere ve katı tedbirlere baş vurarak ağırlığını sürdürmüştür. Tek parti egemenliği 1945 yılına kadar devletin bütün işlerini, kurumları ve yönetim organlarını tek başına tayin ediyor. Devletin silahlı gücü olan ordu, bu egemenliğin tek koruyucusudur.

d-     1945 yılında dünyadaki gelişmelerin de etkisiyle çok partili sisteme geçiliyor. Fakat bu kitlelerden gelen bir talep değildir; bu daha çok iktidar güçlerinin kendi aralarındaki uyuşmazlıkların ve çıkar çatışmalarının bir ürünüdür. Sistem buna hazır olmadığı için siyasi kriz derinleşiyor ve 1960 yılında ordu “millet ve devlet adına” yönetime el koyuyor.

e-      Ordu müdahalesinden kısa bir süre sonra 1961’de hazırlanan yeni Anayasa toplumun kısmen demokratik taleplerini dikkate alan, kişi hak ve özgürlüklerine vurgu yapan bir içeriğe sahip oldu. Rejim organlarının pozisyonu, konumu, görev ve sorumluluk alanları yeniden düzenlendi. Tek parti yönetiminden çok partili sisteme geçerken tespit edilen rejimin siyasi, idari ve hukuksal boşlukları yeniden belirlendi. Parlamentoya ayrıca senato dahil edildi. Fakat devletin üniter yapısına ve ideolojik niteliklerine dokunulmadı.

f-      1961 Anayasası’nın doğurduğu yeni sistem geçmişe göre daha demokratik ve ileri özellikler taşımasına karşın, Türkiye’nin tarihsel, toplumsal ve kültürel yapısını dikkate almadığından uzun ömürlü olmadı. Siyasi kriz 1960’lı yılların sonunda daha da derinleşti. Toplumsal kutuplaşma, sınıfsal ve politik farklılıkların yarattığı ideolojik çatışmaları rejim açısından tehlikeli bir düzeye çıkarttı. Türk Silahlı Kuvvetleri o dönemin Cumhurbaşkanı’na  12 Mart 1971’de verdiği muhtıra ile sivil hükümeti istifa ettirdi.

g-     12 Mart muhtırası sonrasında şekillenen sistem, toplumsal ve politik gelişmenin hızını kesemedi.  Genel olarak toplumsal sınıf ve kesimlerde politik yükseliş önemli bir ivme kazandı. Bu, 12 Mart Muhtırası sonucunda sistemde toplumsal güçler lehine yapılan demokratik ve özgürlükçü bir düzenlemeden kaynaklanmıyordu. Söz konusu muhtıranın böyle bir amacı zaten yoktu. Her zaman olduğu gibi, çeşitli kılıflar içinde gerekçe uydurmak Türkiye’deki iktidar güçleri için geleneksel bir manipulasyondu. Ordunun sivil hükümeti yönetimden uzaklaştırmasının temel gerekçesi, hükümetin, artan terör ve anarşinin önlenmesi yönündeki yetersizliği olarak gösteriliyordu. Uluslar arası düzeyde devam eden soğuk savaş rüzgarlarının yol açtığı komünizm hezeyanı, egemen güçleri, kısa süreli bir tedbir için de olsa, harekete geçirmişti. Kişi hak ve özgürlükleri ve özellikle siyasallaşan Kürt hareketini önlemeye yönelik caydırıcı olabilecek baskı yasaları dışında 1971 Muhtırası kurumsal bir değişiklik yapmadı. 1961 Anayasası’nın belirlediği parlamento, milletvekili, Senato ve temsilciler olduğu gibi bırakıldı.

h-     Rejimin siyasi organları ve güçleri arasındaki uyumsuzluk ve yetki karmaşası hükümetlerin istikrarlı bir şekilde işleri yürütmelerini zorlaştırıyordu. Sistem demokratik değildi ve geleneksel politikalarla sorunlar çözülmeye çalışılıyordu.  Bu kronik sağ yaklaşım toplumsal kesimlerden yükselen taleplere, bildiği klasik usulle karşılık veriyordu. Kitlelerden yükselen taleplere kulak tıkamak, siyasi krizi derinleştiriyordu. Öncelikle Kürt ulusal hareketinde kaygı verici bir yükseliş söz konusuydu. Türkiye’de açık bir kaos olduğu, ideolojik çatışmaların yoğunlaştığı, sistem partilerinin birbirlerinin gırtlağına yapıştığı bir süreç yaşanmaya başlamıştı. Milletvekili ve senatörlerin parlamentoda toplumun değişik kesimlerini temsil kabiliyetleri zaten yoktu. Sistem ve kurumlar toplumsal gelişmeler karşısında tamamen tıkandı. Parlamento işlemez hale geldi. Koalisyona dayalı MC (Milliyetçi Cephe) hükümeti, hükümet etme yeteneğini kaybetti. Siyasi uzlaşma kültürünün gelişmemiş olduğu bir ülkede sorunları çözebilecek kişilerden veya kurumlardan sorumluluk beklemek boşunadır. Toplumsal –psikolojik koşulları önceden adım adım hazırlanmış olan bir askeri darbenin böylece ayak sesleri gelmeye başladı ve nihayet 12 Eylül 1980’de Askeri Darbe gerçekleşti: parlamento dağıtıldı, hükümet düşürüldü.

TC sisteminin yaklaşık altmış yıllık uzun tarihinin özeti böyle.  


12 Eylül Askeri Darbesi (1982) Anayasası

12 Eylül 1980 Askeri darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası, geçen zaman içinde kimi önemsiz değişikliklere uğramasına karşın, bir çok sosyal, etnik, siyasal, ekonomik ve kültürel sorunun kaynağı olarak hala yürürlükte bulunan Türkiye Cumhuriyetinin en uzun ömürlü Anayasası'dır. Belirtmek gerekir ki, bu Anayasa, aynı zamanda hem devlet terörünün hem de fraksiyoner terörünün temel kaynağıdır.

Söz konusu Anayasa ile sistemde yapılmış olan önemli değişiklik, senatonun varlığına son vermek olmuştur. Bunun dışında rejimin yapısında ve egemenlik biçiminde geçmiş resmi yaklaşımlar aynı katılıkla korunmuştur. Bu yaklaşımlar demokratik koşulların ürünü olmayan Anayasaların düzenlediği rejim organlarının bir biçimine ve ilişkisine karşılık düşen parlamenter sistemin Türkiye gerçekleri planında yetersiz kalmasında belirleyici olmuştur. Türkiye’yi parlamenter sistemin bu biçiminden diğer biçimlere, yani yarı-başkanlık veya başkanlık sistemine zorlayan faktör, sürekli sorun ve istikrarsızlık yaratan bu yetersizliği aşma ihtiyacı olmuştur. Böyleyse, enine boyuna düşünülmeden, Türkiye’nin ve Türkiye’de yaşayan etnik ve ulusal toplulukların gerçekleri göz önüne alınmadan, herhangi bir Anayasal düzenleme veya sistemi değiştirme çabası sonuçsuz kalacaktır.

Bir sistemin konumu,  yetki ve etki alanı, ilişki biçimi ve işleyiş tarzı bir bütündür. Bu nitelikte hiçbir sistem yetersiz kalmaz. Sistemin yetersizliği, sıralanan bu bütünün içinde var olması zorunlu olan ilişkilerin hayat bulacağı imkanın yanlış veya eksik kurgulanmasındadır. ABD, Fransa, Kanada, Finlandiya, Rusya Federasyonu, Hindistan gibi ülke Anayasaları bu imkânları kapsayan güçlü bir öngörünün ürünüdürler ve aynı zamanda iyi birer örnektirler.

Türkiye’de demokratikleşmenin temel şartı, her şeyden önce toplumsal, siyasal ve ekonomik boylamları titizlikle gözeten uzlaşmaya dayalı demokratik bir Anayasa’nın varlığıdır. Anayasa bir sistemin işlevsel, yaşamsal ve stratejik temelidir. Böyleyse, başkanlık sistemi tiplerinden biri öngörülürken, öncelikle nerden başlanması gerektiği çok iyi bilinmelidir. Bir Anayasa toplumsal gerçekleri, kalıcı ve sürekli olguların varlığını, sosyal ve politik yönsemeleri, istek ve tercihleri kolektif bir kurgu üzerinde inşa etmedikçe, demokratik bir nitelik kazanmaz ve insan yaşamını ve geleceğini güvence altına alamaz. 

12 Eylül ürünü olan 1982 Anayasası’nın tosladığı duvar, bu olmuştur!

5-      Değişim İsteğinin Görünümleri

Türkiye’de uzun zamandan beri Anayasa ve sistem değişikliği sorunları tartışılmaktadır. 1982 Anayasası’na yönelik genel bir toplumsal değişiklik talebi sürekli söz konusu edilmiştir. Akademisyenler, siyasiler, aydın yazar-çizerler ayrıca bu değişikliğin gerekli olduğuna ilişkin genel bir görüş ve eğilim ortaya koymuşlardır. 2002 yılından bu yana özellikle siyasi çevreler ve parlamentoda temsil edilen partilerin temsilcileri son zamanlarda bu soruna daha çok odaklanmış görünüyorlar.  Bunların arasında şu anda hükümet etmekte olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Anayasa ve sistem değişikliği konusunda daha fazla istekli ve hararetli bir tutum sergiliyor. 12 Eylül 2010’da Anayasa Değişikliği Referandumu sonucunda %57.88 oy oranıyla kabul edilen değişikliklerle, 10 Ağustos 2014’te, Cumhurbaşkanı, halk tarafından seçildi ve sistem tartışmaları cumhurbaşkanı ağzından güncelliğini korumayı sürdürdü. Fiili durum gösteriyor ki, devlet başkanlığı ve sistemin diğer organlarının halihazırdaki pozisyonları, yetki ve ilişkileri parlamentarizmden kayarak yeni bir çehre almaya doğru yönelmiş bulunmaktadır.  

AKP Parti hükümeti, bakan ve milletvekillerinin, Cumhurbaşkanı R.T Erdoğan’ın işaret ettiği istikamette göre davrandıklarına/davranacaklarına kimse kuşku duymuyor. Bu nedenle birinci ağızdan R.T Erdoğan’ın eğilimli olduğu başkanlık tipini analiz etmek, eğilimlerin hangi yönde şekillenip seyredeceğini tespit etmek açısından yararlı olacaktır.

6-      Nasıl Bir Başkanlık Tipi?

Daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi, parlamenter sistemden başka uygulamada çok sayıda ülkenin benimsediği iki başkanlık sistemi tipi vardır: Yarı-Başkanlık sistemi ve Başkanlık sistemi. Türkiye’de tartışmanın odağında olan başkanlık tipi, ikincisidir.

Türkiye’de 10 Ağustos 2014 tarihinde düzenlenen halk oylamasında seçilen Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın seçilmeden önce sık sık vurguladığı ve arzuladığını ima ettiği başkanlık tipi, bu ikinci tiptir. Seçildikten sonra da Yarı-Başkanlık tipini ne kavramsal düzeyde ne de ima yoluyla ifade etmediğine göre, odaklandığı başkanlık tipi, bu ikinci tip olmalıdır. Bu kanaati güçlendiren açık bir diğer durum, Türkiye’de yapılan Anayasa değişikliği sonucunda, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle Yarı-Başkanlık sistemine fiilen geçilmiş olmasıdır. Tartışmalar başkanlık üzerinden devam ettiğine göre, istenen ikinci tip başkanlık sistemidir. Bu incelemenin konuyla ilgili taradığı R.T. Erdoğan’a ait TV’lerde ve yazılı basında yer alan açıklamaları veri alındığında da sonuçlar, aynı başkanlık tipine işaret ediyor.

Gerek R.T. Erdoğan gerekse hükümette bulunan AKP kurmayları, eski ve yeni başbakanlar da dahil, başkanlık sisteminin uygulamadaki örneklerinden hangisini tercih ettikleri konusunda herhangi bir ülkedeki modeli işaret etmiş değiller. Bu konuda bir görüş oluşturmak veya bir öngörüde bulunmak için elimizde yeterli veri bulunmamaktadır.19 Mayıs 2016 tarihinde Türkiye TV kanallarından birinde Türk Gençleriyle birlikte konuk olan Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın, söyleşinin bir bölümünde, başkanlık sisteminden bahsederken, genel olarak Latin Amerika ülkelerini örnek vermesi dikkatten kaçmamıştır. Fakat somut bir görüş oluşturmak için bu genellemenin yeterli bir veri olacağını sanmıyoruz. Yine de burada soruna ilişkin oluşturulacak hipotezler açısından bu veri göz ardı edilmeyecek kadar önemli görünmektedir.

İncelememizin önceki bölümlerinde yarı-başkanlık veya başkanlık sisteminin uygulandığı ülkelerdeki başarısına, o ülkelerin sahip olduğu tarihsel, politik ve kültürel mirasın yanı sıra, o ülkelerin sosyolojik ve kültürel yapısının temel oluşturduğunu belirtmiştik. Türkiye tarihsel, sosyal ve etnik planda çok farklı kültürel boylamalara sahip bir coğrafyadır. Siyasal rejim bu temel olgulara göre şekillenmelidir. Demokrasiyi, toplumsal barışı, siyasal ve ekonomik istikrarı garanti altına alacak olan bu temeldir.

6.1-Kültürel ve Etnik Realite

Türkiye, sosyolojik, etnik ve kültürel bakımdan farklılıklara dayanan bir ülkedir. Bu farklılıklar üniter devlet yapısı içinde zaman zaman sosyal, sınıfsal ve siyasal sorunların büyümesinde ağırlıklarını koyabiliyorlar. Çok uluslu bir yapıya sahip olan Türkiye, ideolojik planda, bu farklı olguları yok sayıyor. Homojenlik bu ideolojinin katı bir paradigması çerçevesinde politize olmuştur. Bu ideolojik paradigmaya göre, Türkiye halkının %99’u müslümandır. Yine politize olmuş  bu paradigmaya göre, Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür. Somut verilerse, üniter egemenlik ideolojisinin bir hezeyanı( deliriumu) olan bu homojenik iddianın tersini söylüyor:

1)- Türkiye’de insanların benimsediği inançlar temelinde çok sayıda dinsel topluluk, kurum ve cemaat var. Değişik inanç sistemlerine göre yaşayan farklı mezhep ve tarikatlar var. 

2)- Türkiye’de yaşayan herkes Türk değil. Türkler Türkiye’de yaşayan Türk olmayan etnik grupların toplamı karşısındaki etnik azınlıklardan biridir. Arap, Laz, Çerkez, Abhaza gibi topluluklar dışında yaklaşık 35 milyon Kürd ve Ermeni var.

    Türü, tipi ve biçimi ne olursa olsun; belli bir siyasal sistem, belli bir sosyolojik temel üzerinde inşa edilir. Bu sosyolojiyi ontolojik bağlamları içinde ele almayan hiçbir sistemin yaşama şansı yoktur. Sosyal olgu, kendine uygun bir siyaset tarzı ve siyasi sistem üretir. Rejimi oluşturan, bu sosyal olgunun türevleridir. Böylece siyasi olgulara biçim veren, sosyal olgunun karakteridir. Bazı hallerde koşullar siyasi olguyu sosyal olgunun önüne koysa da, siyaset türediği olgudan bağımsız hareket edemez. Aralarındaki bir kopukluk veya tutarsızlık sosyal olguyu siyasal olguyla anında karşı karşıya getirir. Bu kaçınılmaz karşı karşıya geliş, mutlak olarak siyasetin aleyhine sonuçlanır.

Türkiye, siyasi tarihi boyunca bu gerçeği tecrübe etmiş ülkelerden biridir. Toplum ve siyaset sürekli bir çatışma halinde olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında Parlamenter sistemin çöküşünü hazırlayan koşullar, parlamentarizmin yetersizliği değil, Türkiye’de siyasal rejimin göz ardı ettiği kültürel, etnik ve ulusal gerçekliklerin (olguların) yarattığı sorunlardır. Türkiye’de Parlamentarizm ve ona bağlı rejimin öteki siyasal organları, söz konusu sosyolojik ve kültürel gerçekliklere göre değil; ideolojik ve siyasal olarak varlığını homojen ve üniter bir yapıya dayandırdığından sürekli zaafa uğramaktadır. 
Sözü edilen temel sosyolojik olgular ihmal edildikçe, rejimde hangi siyasal organın konum ve alanını değiştirseniz, sonuç farklı olmayacaktır.

6.2- Türkiye’de Ölü Doğan Bir Sistem: Yarı Başkanlık

Türkiye, 10 Ağustos 2014 yılından beri fiilen yarı başkanlık sistemi ile yönetiliyor.

Yeni olmasına ve yetkileri tartışma konusu edilmesine karşın Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, Fransa ve Polonya örneğindeki başkanlardan çok daha etkin hareket ediyor. Hem iç hem dış politikada oynadığı rol başbakanı ve bakanlar kurulunu geride bırakmış görünüyor. Parlamento ve yasama üzerindeki ağırlığı tartışılmayacak derecede artmış bulunuyor. Parlamentoya, örneğin Meclis İç Tüzüğünü değiştirmeleri için talimat veriyor! Şu yasayı çıkarın, bunu ilga edin diyebiliyor. Öyle ki, yarı başkanlık sisteminin kurumlaştığı Rusya Federasyonu’nda süper düzeyde etkin olan devlet başkanı Viladimir Putin’in karizması, R.T. Erdoğan’ınkine göre halihazırda önemsiz kalıyor. Öte yandan seçildiği iki yıldan bu yana hukuksal ve yönetsel alanlar üzerinde gücünü iyice artırdığı gözlenen Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin kronik ve temel sorunlarından biri olan Kürd Sorunu’na karşı, başlangıçta muhafaza ettiği olumlu ilgisini kaybetmiş görünüyor. 7 Haziran 2016 seçimlerinden hemen sonra artan kimi terör eylemleri ile ilgili bir beyanatında açıkça “ Kürd sorunu yoktur,” dedi. Bununla birlikte devletin yapısı ve siyasal rejimin idari ve kurumsal niteliği konusunda daha tutucu bir eğilim içine girdiğinin belirtileri giderek daha da netlik kazanıyor. Her fırsatta, üniter devletin ideolojik bir argümanı olan “ Tek millet, Tek devlet, tek bayrak” söylemini dillendirmekten geri kalmıyor.

Hatırlatmak gerekiyor: Yarı başkanlık sisteminin uygulandığı ülkelerin başında gelen Fransa,1958 Anayasası’nda devletin üniter niteliğine vurgu yapmış olmakla birlikte, sonradan bu yaklaşımın Fransa’nın sosyolojik ve etnik doğasına aykırı olan yanlarını görmüş ve 2003’te başta Korsika’nın statüsü olmak üzere bölgesel desentralizasyona olanak tanıyan düzenlemeler yapmak zorunda kalmıştır. O zamana kadar sık sık toplumsal sorun yaşayan ve terörle boğuşan Fransa, bu demokratik düzenlemelerden sonra önemli oranda terör olaylarından ve siyasal kutuplaşmaların yol açtığı toplumsal çatışmalardan az çok yakasını kurtarabilmiş, siyasi sistemi büyük ölçüde rahatlatmıştır.
Fransa’da, üniter devlet yaklaşımının yol açtığı toplumsal, siyasal ve ekonomik aksaklıkları giderme yönünde, özellikle yerel yönetimlere ilişkin bölgesel idari planlama gereksinimleri 2003’ten çok önce, daha 1981 yılında Cumhurbaşkanı F. Mitterand tarafından tespit edilmişti. Bu tespitten, Türkiye’nin alması gereken çok önemli bir ders vardır. Mitterand şunları söylüyordu:

Fransa’nın kurulabilmesi için, geçmişte, güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün ise, dağılmaması için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu hale gelmiştir.”

Rusya Federasyonu, bilindiği gibi,89 birime bölünmüştür. Bu federasyonu oluşturan birimler ve cumhuriyetler merkezi hükümetten bağımsız, kendi kendilerini yöneten topluluklardan ve devletlerden oluşmaktadır. Rusya Federasyonu, Duma Meclisi ve Federal Meclis olmak üzere çift meclislidir.  ABD ve Fransa’dakine benzer nitelikleri vardır. 450 üyeli Duma, halk temsilcilerinden; 178 üyeli Federal Meclis, cumhuriyetlerden, eyaletlerden ve özerk bölgelerden ikişer temsilciden oluşmaktadır.(ABD’de meclis ve Senato)

Rusya çok uluslu, çok karmaşık bir etnik yapı göstermekle birlikte cumhuriyetlerin, eyalet ve özerk bölge statüleri açık biçimde belirlenmiş ve bunların her birinin bağlı bulundukları kendi anayasal çerçeveleri vardır. Rusya federasyonu bir bakıma bağımsız cumhuriyetler ve birimler federasyonu olarak tanımlanabilir. Ayrıca, nüfüs oranı ve yaşadıkları coğrafi alan miktarı ne olursa olsun Rusya’daki etnik topluluklar kendi dil ve kimliklerine, eşit siyasi haklara sahiptirler. Bu durum, halkaların bir arada yaşaması, toplumsal gelişme, çoğulcu kültürel zenginlik ve ekonomik ilerleme için uygun bir ortam oluşturuyor.

Türkiye’de başkanlık sistemiyle birlikte Türkiye’de yaşayan değişik kültürel ve ulusal topluluklara karşı siyasi yaklaşım tarzında da hem ideolojik hem de pratik değişim şarttır. Bu açıdan Rusya Federasyonu dikkate alınması gereken değerli örnekler sunuyor.
Saha genişliği bakımından Rusya ile Türkiye’nin idari ve demografik farkları,etnik ve coğrafik özellikleri zorlaştırıcı bir rol oynarsa -ki bizce bu ihtimal yoktur- Fransa’dan başka, Polonya modeli ayrıca parlak örneklerdendir.     
       
Aksi takdirde, iki yıldır uygulamada olan yarı-başkanlık modeli, ölü doğmuş bir model olarak siyasi tarihe geçer- kanımızca geçmiştir de. Bu modelin bu haliyle Türkiye’de bir arada yaşama, toplumsal barışa, çoğulcu demokratik anlayışın hakim olmasına bir katkısı ve etkisi olmaz.
AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özel ajandasında yarı-başkanlık değil de başkanlık sistemi varsa, Başkanlık sisteminin ayrıca toplumun demokratikleşmesinde, toplumsal barış ve huzurun sağlanmasında neden avantaj veya dezavantajlarının olduğunu tekrar gözden geçirmekte fayda olacaktır.

6.3- Başkanlık Sistemi

1787’de Kurucu Meclis tarafından kabul edilen bugünkü ABD Anayasasıyla birlikte uygulamada olan başkanlık sistemi, o tarihte 13 ayrı koloninin temsilcilerinin üzerinde anlaşıp uzlaştıkları modern zamanların ilk federal devlet modelinin bir yansıması olarak varlık bulmuştur. Bugün dünyanın pek çok ülkesi bu sistemle yönetilmektedir. Özellikle çok kültürlü, çok uluslu ve farklı etnik toplulukları barındıran ülkelerde bu sistemin iyi işlediğine, demokrasinin gelişmesinde önemli rol oynadığına, sosyal barışı ve siyasal istikrarı sağladığına inanılmaktadır.
Bu sistemin temel özelliği, heterojen bir toplumun, başka deyişle birbirinden farklı toplumsal ve kültürel niteliklerin özgürce bir arada veya yan yana olmasıdır. 

ABD dışında, Latin Amerika’da Meksika ve Venezuela bu tipteki ülkelerdir. Bu ülkelerin sosyolojik ve etnik temeli ile siyasal rejim organları ve Anayasaları birbirine çok benzerler. Doğal olarak Başkanlık sistemi tipleri de bu benzerliği yansıtmaktadırlar. Durum bu planda ele alındığında, örnek verilen bu ülkelerdeki başkanlık sistemlerinin de uygulamada genel olarak başarılı bir performans ortaya koyduklarını göstermektedir. 

Latin Amerika ülkelerinde başkanlık sisteminin zaman zaman kritik siyasi kaymalara müsait olmasını, Anayasalarda belirtilen güçler ayrılığı çerçevesinde, siyasi organların kendi bağımsız niteliklerini etkilemeye yönelik dış girişimler karşısında yeterli duyarlılığı ve gerekli direnci ortaya koyamamaları ile açıklamak bizce daha doğrudur. Bu durum, federal ve özgür bölgelerin siyasi statülerinin yapısından ziyade, şekilsiz bürokrasinin cesaretlendirdiği siyasi yöneticilerin kişisel özelliklerinden kaynaklanıyor olabilir. Federal yerel başkanların yanı sıra ülkedeki merkezi federal cumhuriyetin başkanlarının kişisel özellikleri de başkanlık kurumunun zaman zaman otoriter bir eğilime kaymasında rol oynayabilir. Otoriter eğilim böylece palazlanma imkânı bulabilir. Yasa buna imkân vermiyor, ama insan böyle bazen gözü kör bir sapmaya açık bir varlıktır da. Ne yazık ki, demokrasi ve siyasi kültürün egemen olmadığı toplumlarda, bunun için alınabilecek hiçbir önlem yoktur. Ayrıca kişisel tutkulardan tamamı ile münezzeh insanı bulup seçmemize yardımcı olacak hiçbir imkan da yoktur. Yine de bu gibi durumlar sözü edilen ülkelerde sıklıkla rastlanan bir eğilim değildir. En kutsal ilkeyi çiğneme cesareti, sadece bürokraside mevcuttur! Bu bir yana, Türkiye’ye dönelim… 

Başkanlık sisteminin bu örneklerinden sonra Türkiye’de başkanlık sisteminin hangi görünümleriyle karşılaşılacağı pek kestirilemiyor. Türkiye’de demokrasi bilinci, uzlaşma geleneği ve barışçıl siyasi kültür zayıftır. Doğası gereği üniter devlet yapısı, ülkedeki toplumsal düzenin otoriter olmasına bütün ideolojik araçlarıyla birlikte zemin hazırlayan bir olgudur. Türkiye devleti ideolojik olarak homojen bir topluluğu ve buna ait kültürel değerleri öne çıkartan bir yaklaşım sergilemeye devam ediyor.
Oysa gerek yarı-başkanlık gerekse de başkanlık sisteminin uygulamada olduğu ülkelerin hemen çoğunda varlık bulan rejimlerin nitelikleri ve yaklaşımları çoğulcu kültürel etnik ve ulusal olgulara paralel şekillenmiştir. Otoriter kaymalara açık olduğu düşünülen Latin Amerika’daki başkanlık sitemlerinde bile bu paralellik hem siyasal hem de anayasal düzeyde gözle görülür biçimde gözetilmektedir.

Durum böyleyken Türkiye egemenlik biçimi hala Türk etnisitesine dayalı ideolojik bir paradigmada ısrar ederse, öngörülen başkanlık sistemi tipi uygulamada bu çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal farklılıklar üzerinde nasıl inşa edilebilir?

6.4- Türkiye’de siyasi çıkmaz, Başkanlık Sorunu değil, Kürd Sorunudur

Yukarda değinilen olgular,  Türkiye’de demokrasinin sık sık tıkanmasına, toplumsal kutuplaşma ve çatışma ortamının devam etmesine, zaman zaman genel bir tedirginliğe yol açan etnik savaş gibi yıkıcı sonuçları olan olayların yaşanmasına yol açıyor. Savaşın etnik ve ulusal aktörü Kürtlerdir ve bu savaş yoğunluğunu zaman ve koşullara göre derece derece düşürüyor veya yükseltiyor. Türkiye siyasal rejiminin ideolojik yaklaşımı ve egemenlik biçimi değişmedikçe Kürd sorunundan dolayı giderek daha fazla can ve mal kaybına yol açan, ulusal ve etnik kutuplaşmayı derinleştiren; demokratik ilişkileri tıkayan, barışçıl ve uzlaşma kültürünün gelişmesi önünde engelleyici bir rol oynayan bu savaş derece derece aratarak devam edecek gibi gözüküyor.

Kürd sorunu siyasi bir sorundur. Çözümü de siyasidir. Kürtler 30 miliyona yakın bir nüfusuyla yaşadıkları bölgelerde ve Kurdistan’da, bu anlamda bir siyasi hakka ve statüye sahip değiller. Bu demokratik, kültürel ve siyasi haklar Türkiye Kurdistanı’nda çeşitli Kürt grup ve partileri tarafından sıkça vurgulanıyor ve bu çerçevede yoğun bir demokratik mücadele söz konusudur. Ayrıca Kürtler geçmişe göre, kendilerine siyasi bir statü tanınması yönünde daha ateşli çalışmalarda bulunmaya devam ediyor. Bu sosyolojik, etnik ve ulusal gelişmeleri öngörmeyen ve bunun ilerde yaratabileceği sorunları savsaklayan herhangi bir sistem değişikliği, Türkiye halklarının geleceğini güvence altına alamaz ve demokrasinin gelişmesine katkıda bulunamaz. Bu anlamda Türkiye’deki siyasi çıkmaz, başkanlık sorunu değil, temelde Kürd sorunudur.

Bu sorun Türkiye gibi çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal farklılıkları barındıran ülkelere bakılarak kolaylıkla çözülebilecek bir sorundur. Belli farklarla bölgesel statüler konusunda Fransa; önemli görünümlerle etnik ve ulusal çerçevede Rusya Federasyonu; ayrıca bu paralelde etnik ve ulusal nitelikli partilerin varlıklarını güvence altına alan Polonya ve Hindistan tecrübeleri, sözü edilen çözüm için makul imkânlar sunuyor. İki yüz yıldan fazla bir zamandır uygulamada olan istikrarlı siyasi sistem biçiminin en caziplerinden ABD, yine bu sistemin birer türevi olan Meksika ve Venezüela örnekleri, Türkiye için önemli ölçüde yararlanılabilecek modeller olarak göz önüne alınabilir.

Sosyolojik, etnik ve kültürel temele uymayan hiçbir sistem, barışçıl, demokratik bir nitelik kazanamaz. Bu anlamda Türkiye’de başkanlık sistemini yeniden inşa ederken, bu sosyolojik olguyu göz ardı eden bir yaklaşım, demokrasiye değil, otoriterizme davetiye çıkartmaktan başka bir iş yapmış olmaz.

Türkiye devleti kuruluş doğası ve paradigması gereği zaten otoriter bir sisteme sahiptir. Öyle de olsa bu tip bir siyasal yapıya dünyada yer verilecek bir ülke kalmamıştır. Dolayısıyla bu devlet doğası ve paradigması değişmedikçe, sistemin herhangi bir organını yasal yetkilerle güçlendirerek yeniden şekillendirmek, demokratik bir reform olarak nitelendirilemez. Böyle bir yaklaşım özellikle Kürtleri gerer; haklı neden ve gerekçelerle onları kutuplaştırıp ayrıştırır. Türkiye’de çatışma ve etnik savaş borazanları çalmaya devam eder!

6.5- Başkanlık Sistemi ve Kürtler

Bir bütün olarak Kurdistan coğrafyasının kuzeyi Türkiye Cumhuriyetinin egemenlik sahası içindedir. Kürtler bin yıllardır yoğunlukla bu bölgede yaşamaktadırlar. TC devleti kuruluşundan hemen sonra Kürtlerin bütün kültürel, ulusal-etnik ve siyasi haklarını inkar etti, onların varlığını, dilini ve varlığını yok saydı. Türkiye devleti üniter yapısıyla egemenlik biçimini Türk etnisitesi üzerinde inşa etti. Onun ideolojik argümanları, bu yüzden tek millet, tek devlet, tek bayrak olgusu etrafında biçimlendirilerek ifade edildi, ediliyor.

Kürtler, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana toplumsal, kültürel ve siyasi haklarının verilmesi çerçevesinde mevcut devletten talepte bulunuyorlar ve bu çerçevede mücadele ediyorlar. Ne var ki TC devleti bu taleplere karşı her seferinde çok sert yöntemlerle karşılık verdi, vermektedir. Katliamlara başvurdu, Kürt nüfusunu dağıtmak için aşiretleri dağıttı; aydın ve siyasi önderleri idam etti; demografik yapıyı çökertmek için bir çoğunu kitleler halinde Kurdistan’dan uzağa Türkiye’nin batı bölgelerine sürdü. Üniter egemenlik devlet ideolojisine göre zaten “Kürd diye bir halk” yoktu. Onlar da Orta Asya’dan gelen dağlı Türklerin bir koluydu! Doğal karakterlerini, kültür ve dillerini bu yaklaşım doğrultusunda “Türk karakteri” içinde asimile etmeye çalıştı. Ne var ki yalan ve uydurmalar üzerine inşa edilen bu yaklaşımın ürünü olan politikalar bu doğrultuda başarılı olmadı. Bugün Türkiye’de Kürt ve Kürdistan sorunu hala toplumsal, siyasal ve etnik kutuplaşmayı besleyen, demokrasinin kurumlaşması ve toplumsal barışın gerçekleşmesi önünde büyük bir engel olarak varlığını sürdürüyor.

Bu gerçeğe gözünü kapatan egemen siyasi güçler, sistem partileri ve resmi bürokratik kurumlar geçmişin ideolojik etkisinden hala kurtulabilmiş değiller. Bırakalım Kürt sorununun varlığını, Kürtlerin bir halk ve ulus olarak varlığını bile hala yarım cümlelerle telaffuz eden Türk siyasileri, parti ve parti liderleri var. Bu kesimlerde bile Kürtlerin varlığını yarım cümlelerle ifade etmenin tarihi yenidir. 1991 yılında seçim çalışmaları için Diyarbakır’a gelen Doğru Yol Partisi (DYP) lideri Süleyman Demirel burada ilk defa “Kürt” kelimesini ağzına aldı ve “ Kürt realitesini tanıyoruz,” dedi. TC devlet adamlarının ikinci kuşağını temsil eden S. Demirel’in bu yaklaşımının temelinde siyasi bir amaç yoktu; seçimler nedeniyle partisine Kürtlerin bir kısmının desteğini sağlamayı amaçlayan pragmatik bir yaklaşım vardı. Amaç buydu ki, seçimlerden sonra bu yaklaşımın siyasi düzeyde lafı bir daha edilmedi.

En son AKP lideri ve bugünkü Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, 2002 yılında, yapılacak genel seçim öncesinde, Diyarbakır’da, “Kürt realitesini tanıyoruz” diye tekrarladı ve ekledi: “Kürt sorunu, benim sorunumdur.” dedi. R.T. Erdoğan’ın bu çıkışı Kürtlerin ilgi ve sempatisiyle karşılanmıştı. Kürt sorununun çözümüne ilişkin yaygın bir kanaat oluştu. Bu tarihten sonra Haziran 2015 tarihinde aynı kişi, bir süre önce Urfa’nın Suruç ilçesinde PKK örgütünün üstlendiği bir eylem dolayısıyla gazetecilerin sorularından birini yanıtlarken; “ Ne Kürt sorunu? Kürt sorunu diye bir sorun yoktur!” deyi verdi.

Yeri gelmişken Cumhurbaşkanı R.T Erdoğan’ın değişen bu tutumunun arka planını hatırlatmakta yarar vardır. 2002 yılından bu yana Kürtlere sıcak mesajlar gönderen ve ilgisini bu çerçevede gösteren o günün başbakanı, bugünün devlet başkanı Erdoğan “çözüm süreci” adı altında ifade ettiği toplumsal barış ve demokratikleşme paketinin hayata geçmesi için Kürtlerin değişik kesimlerini, örgüt ve partilerini değil, terör örgütü diye nitelediği PKK’nin etki ve kontrolü altındaki BDP’yi muhatap alıyordu. Vaktinde bu tutumunun altında bir samimiyetsizliğin bulunduğuna işaret eden Kürd aydınları olmuştu. Ne var ki Kürt siyasetindeki felsefi ve fiziki dağınıklık ve PKK’nin dayandığı kitlesel siyasi güç ve manipulatif  medya araçları bu gerçeğin hemen fark edilmesine imkan vermiyordu.

Sonuçta PKK’nin terör eylemlerini gerekçe göstererek Kürt sorununa karşı giderek katılaşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tutumunu, cumhuriyetin geleneksel ideolojik temeli olan yaklaşıma geri dönmek olarak yorumlamak, haksızlık değildir. 

Gerçek buysa, Başkanlık sisteminin Türkiye ve Kürtler için yeni bir şey getirmeyeceğine ilişkin kuşkulara sahip olmak, yersiz değildir. Başkanlık sistemi, bunun hangi tipi ya da modeli örnek alınırsa alınsın, her şeyden önce özgür çoğunluğun kendi statüsünü kendisinin tayin etme ve geleceği hakkında karar verme üzerinde kendi tasarruf hakkını ve iradesini kullanma koşuluna dayanıyor. Kürtleri yok sayan, onların hakkı olan sosyal ve siyasal statülerini açıkça kabul etmeyen bir siyasi yaklaşım, başkanlık sistemiyle Türkiye’ye yeni bir şey getirmiş olmayacaktır. Türkiye cumhuriyeti siyasi tarihinde bugüne kadar olan sorunlar daha da artarak devam eder.

Başkanlık sistemi, Kürtlere eşit ve ayrı, bir arada veya yan yana bir statü hakkı tanımadan gerçekleşme koşullarına sahip olmaz. Türkiye’de demokrasinin ve demokratikleşmenin ön koşulu da budur. Kürtlerin eşit ve ayrı, özgürce bir arada veya yan yana statüsü, federal sistem içinde mümkündür. Başkanlık sistemlerinin uygulamada olduğu ülkelerin hemen hepsinde, federal rejimler söz konusudur. Türkiye’de öngörülen başkanlık tipi bunlardan farklı olmayacaktır. Öyleyse, Anayasa yapımı süreci dahil, öngörülen başkanlık sistemi toplumun sosyal, çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal gerçekliklerine dayanmak zorunda. Anayasa, bu gerçekliklerin doğasına, iradesine ve siyasi konumuna uygun bir uzlaşmanın ürünü olmalı ve bu gerçeklikleri katı biçimde güvence altına almalıdır. Benzer sorunlarla boğuşan ülkeler bu yol ve tecrübelerle daha az zaman, daha az ekonomi ve enerji harcayarak, sorunları kısa sürede çözmeyi başarmışlardır. Kürtlerin federatif bir statü içinde konumlarının belirlenmesi, Türkiye’nin, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana karşılaştığı kronik toplumsal kutuplaşmaları, etnik ve ulusal çatışma gibi sonu olmayan sorunları da büyük ölçüde çözmesini kolaylaştıracaktır. Bu statünün, başkanlık sisteminin siyasi istikrara katkısını artıracağı ve itibarını yükselteceği ayrıca bu çerçevede belirtilmelidir.

Başkanlık sistemi veya rejimin diğer organları ile ilgili her değişiklik ya da düzenleme Kürtleri, Kürt partilerini, Kürt siyasetini doğrudan veya dolaylı ilgilendiriyor ve etkiliyor. Kürtler, siyasi bir taraf olarak bu süreçte yer almazlarsa, Türkiye’nin mevcut durumdan daha ileri bir noktaya ulaşması, hayal olur.        

Anayasal Süreç ve Kürtler

Başkanlık Sistemine ilişkin, ayrıca zorunlu olarak yapılacak Anayasa değişikliği bu bakımdan yeterli değil. Sözü edilen çözümleyici sonuçları elde etmek için uzlaşmaya dayalı yeni bir Anayasa’nın yapılması gerekir. Kürtlerin siyasi taleplerinin dikkate alınacağı bir yaklaşımı mevcut Anayasa’da yapılacak bir değişiklikle hayata geçirmek ve güvence altına almak olanaklı değil. Başkanlık sistemi beraberinde bir çok kurumsal temel düzenlemeyi gerektirir. Ayrıntılara girmeden bu kurumsal düzenlemelerden seçim sistemi ve partiler sistemi üzerinde kısaca durmak özellikle önemlidir.

Kürtler ve Partiler

Kuzey Kurdistan’da, Kürtleri temsilen resmi bir Kürt partisi yok. Mevcut Anayasa’ya göre var olabilmesinin koşulları da yok. Fakat yasalardaki boşluklardan yararlanarak en azından Kürtlerin temsiliyeti üzerinden bazı çalışmalar yapılmış ve Kürt ulusal haklarını merkeze alan yasal bir parti 2002 yılında kurulmuştur. Hak ve Özgürlükler partisi, Türkiye Anayasası çerçevesinde, siyasi parti yasalarına göre kurulmuş olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay tarafından sık sık denetlenmekte, hukuksal ve yasal baskılarla karşı karşıya gelmektedir. Buna rağmen şimdiye kadar hem yerel hem de genel seçimlere üç dönem üst üste katılmayı başarabilmiş tek “Kürt partisidir.”
Ancak Türkiye’deki seçim sisteminden kaynaklanan sınırlandırmalardan, örgütsel kimi sorunlardan ve başka siyasi baskılardan dolayı halihazırda Hak ve Özgürlükler Partisi’nin önemli bir kitle gücüne ve desteğine sahip olduğu söylenemez.

Kuzey Kurdistan’da Kürt veya Kurdistan ismiyle parti kurma çalışmalarını yürüten çeşitli dernekler, cemiyetler ve eğilimler, Anayasal engellerden dolayı hala bir çok sorunla karşı karşıyadırlar. Bu yönde adım atan partilerden halihazırda Türkiye’de Kurdistan Demokrat Partisi (PDK-T) 03.10.2014; Partiya Azadi ya Kurdistan (PAK) 29.10.2015; Parti ya Sosyalist a Kurdistan (PSK) kuruluş dilekçelerini 30.05.2016 tarihlerinde T.C. İç İşleri bakanlığına sunmuş bulunmaktadırlar. Adı geçen partilerin tüzüklerinde yer alan kimi maddeler, Anayasa’ya aykırı içerikte olduğu gerekçesiyle, söz konusu partilerin tüzükleri İç işleri bakanlığınca henüz onaylanmış değil. İlgili partilerin yöneticilerinden alınan bilgilere göre, Tüzük ve Programlarında Anayasa’ya aykırı madde, kavram ve ifadelerin yer aldığı iddiasıyla, bunların Anayasa’nın ilgili maddelerine ve partiler sistemi yasasına göre yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu partilerin, Anayasa’nın ilgili maddeleri kapsamında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma tehdidi ile karşı karşıya olduğu belirtilmektedir.

Yukarıdaki partilerin karşılaştığı bu Anayasal sorunu, kuruluşundan hemen sonra, Hak ve Özgürlükler partisi de yaşamıştı. Kuruluş dilekçesini İç işleri bakanlığına verdikten bir süre sonra Yargıtay Başsavcılığı söz konusu partinin tüzük ve programını esas alarak**, ilgili programın “Dünyada Değişim ve Yapılanma” bölümünün son kısmında ve tüzüğün 3. maddesi “ Partinin Amacı” kapsamında yer alan bazı bölümlerin Anayasa’nın başlangıç’ı ve 2.,3.,14.,68. maddeleriyle 2820 saylı Siyasi Partiler Kanunu’nun 78. maddesinin (a) ve (b) bentlerine, 80. maddesine, 81. maddesinin (a) ve (b )bentlerine aykırılığı savıyla Hak ve Özgürlükler Partisi’nin (HAK-PAR) Anayasa’nın 69. maddesinin beşinci fıkrasıyla 2820 sayılı kanunun 100. Ve 101. maddesinin (a) bentleri uyarınca kapatılması istemiyle iddianame hazırlamış ve Anayasa Mahkemesi bu doğrultuda dava açmıştır.*

Yargıtay Başsavcılığının esasa dayanarak hazırladığı bu iddianamenin önemi, bir siyasi partinin amacının Anayasaya aykırı olup olmadığına ilişkin ileri sürülen yönleri değil; Hak ve Özgürlükler Partisi hukukçularının ilgili iddialara karşı geliştirdikleri savunmadır. Hukukçular, bu davada, Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülen ilgili maddeleri, geleneksel hukuk ve yasa yorumlarına başvurarak değil, öncelikle uluslar arası hukuk normlarını ve açıklama özgürlüğü kriterlerini temel alarak savunmuşlardır. Böylece Yargıtay Başsavcılığı’nın ilgili Anayasa maddelerine dayanarak hazırladığı iddianame bertaraf edilerek, burada ileri sürülen iddialar çürütülmüştür.  Bu anlamda HAK-PAR’ın bu davası ve savunması tarihsel, hukuksal ve siyasal bir değere sahiptir. Kürtlerin bu davayı ne kadar önemsediği fazla bilinmemektedir. Kürt siyasi çevrelerinin ayrıca bu davayla elde edilen meşruiyet olanaklarının ne kadar farkında olduğu da bilinmiyor. Ancak bu davanın, TC tarihinde Kürt sorunu ve siyaseti karşısında, özellikle TC Anayasası çerçevesindeki maddelerin hükümsüz bırakılmış olmasından dolayı, elde edilen önemli bir siyasi ve hukuki kazanım olduğu burada belirtilmelidir.

a-      Anayasa’da belirtilen, devletin tekliği ilkesi (m.80), savunmanın devletin “tekil varlığı” karşısındaki yorumla hükümsüz bırakılmıştır.

b-      Siyasi partiler yasasındaki sınırlandırmalar (m.81. a,b.)yasa hükmünü kaybetmiştir.

c-      Daha önemlisi dava esasını teşkil eden Hak-Par tüzük ve programında yer alan,HAK-PAR, “ (…) demokratik hukukun normları içinde, Kürt ve Türk halkının eşitliği temelinde, demokratik ve federal tarzda yeniden yapılandıracak.” vurgusu geleneksel üniter devletin egemenlik biçimi karşısına federal devlet yapılanması diskurunu resmen kurmuş bulunmaktadır. Vs…

6.6- Başkanlık Sistemi ve Federasyon
Bu çalışmanın kapsamında belirtildiği gibi başkanlık sistemlerinin uygulamada olduğu ülkeler, genellikle çoğulcu kültürel, farklı etnik ve ulusal olgularla varlık bulmuşlardır. Federasyon, birden fazla bağımsız birimin oluşturduğu özgür ve eşit bir birliktir. Bu anlamda federal devletin varlığı, tekçi, üniter bir yapı içinde mümkün görünmemektedir. En az iki eşit siyasi birimin,  ortak ilke ve kurallar bağlamında üzerinde anlaştıkları ortak bir Anayasa ile federal siyasi birlik, başka bir deyişle federal devlet gerçekleşebilir. Bu durum aynı zamanda ortak coğrafyada veya coğrafi sınırları bakımından birbirine yakın farklı ulusal ve etnik grupların sözü edilen çerçevede sağladıkları siyasi birliği de tanımlar.

Federal devletlerin temel özelliği, her birinin eşit ve ayrı olduğu istikrarlı siyasi güçlerin merkezi birliğidir. Bu merkezi birlik, kaynağını ve gücünü ortak Anayasa’dan alan siyasal ve idari yetkileri demokratik usul ve esaslara göre paylaşır. Bu özelliğiyle federalizmin temel koşulu demokrasidir. Demokratik olmayan hiçbir yapıda, federalizmin gerçekleşme zemini ve imkanları yoktur.

Başkanlık sistemi, özgür ve siyasi açıdan eşit tarafların ortak iradesinin bir ürünü olarak gerçekleştiği takdirde federal demokratik bir nitelik kazanabilir.

Heterojen, çoğulcu kültürel ve farklı toplulukların bir arada veya yan yana, özgürce ve barış içinde yaşaması, bunların toplumsal varlıklarını ve siyasal eşitliğini güvence altına alan demokratik bir Anayasa’nın varlığıyla mümkündür. Türkiye başkanlık sistemine geçerken, etnik ve sosyolojik yapıyı bu açıdan dikkate almalı, farklı kültürel ve etnik toplulukların Yeni Anayasa yapımı sürecine aktif katılmaları sağlanmalıdır. Bu sürece Türkiye’nin temel gerçeklerinden biri olan Kürtler özellikle dahil olmalıdırlar.

Türkiye’de öngörülen Yeni Anayasa’ya ve başkanlık sistemine demokratik içerik ve nitelik kazandıracak olan temel toplumsal unsur Kürtlerdir. Bu katılımın aktif siyasi öncülüğünü yapmak da HAK-PAR’a düşüyor. HAK-PAR, hazırlıkların hızla ve kapalı kapılar ardında yapıldığı bu siyasi sürece dahil olmak istediğini, vakit kaybetmeden, kamuoyuna açıkça deklere etmelidir. Tabii ki, Kürtleri temsil eden bir taraf olarak…


Neden HAK-PAR?

Kürt ve Kürdistan sorununa odaklı bir siyasi programa sahip bulunan Hak ve Özgürlükler Partisi, pratikte Kürtleri temsil etme ve haklarını savunma misyonunu üstlenmiş bir partidir.  HAK-PAR bu misyonu tüzüğünde ve siyasi programında açık bir biçimde belirtmiştir. Daha da önem arz eden tarafı, söz konusu partinin varlığının, tüzüğünün ve programının mevcut Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmiş olmasıdır. HAK-PAR Türkiye’de “Kürt ve Türk halkının eşitliği temelinde, demokratik ve federal tarzda yeniden yapılanma hedefi” doğrultusunda Anayasa Mahkemesi’nde yaptığı savunma ile üniter devletin ideolojik paradigmasını, siyasi ve idari yapısına ilişkin katı anlayışı yasal ve hukuksal düzeyde yıkmıştır.

Neticede Anayasa Mahkemesi’nin 29.1.2008 tarihinde verdiği kararla HAK-PAR’ın savunmasında ileri sürdüğü hukuksal gerekçeleri haklı görülüerek, kaynağını hala yürürlükte bulunan Anayasa’dan alan Yargıtay Başsavcılığı’nın iddialarını boşa çıkartmış bulunmaktadır. Bu savunma, ilgili sınırlandırıcı ve baskıcı yasaların pratikte artık hüküm gücünün kalmadığı anlamına gelmektedir. Böylece üniter devlete ilişkin geleneksel ideolojik yaklaşım ve siyasi duyarlılık pasifize olmuş; Türkiye’nin sosyolojik ve etnik-ulusal gerçekliği kabul görmüş; daha da önemlisi, Türkiye rejiminin mevcut siyasi ve idari yapılanması tartışmaya açılma imkânı bulmuştur. Başka bir anlatımla, cumhuriyetin temel ilkeleri denilen ideolojik argümanlar ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyen kurucu Anayasal kriterler, bu davayla etkilerini ve yaptırım olanaklarını kaybetmiş bulunmaktadırlar.

Yargıtay Başsavcılığı’nın HAK-PAR’ı kapatma ile ilgili açtığı dava, siyasi nitelikli bir davaydı. Anayasa mahkemesi bu iddianame çerçevesinde karar vermiş olsaydı, devletin geleneksel ideolojik ve politik yaklaşımı hakim olmaya devam edecekti. Ancak Anayasa Mahkemesi, bu tuzağa düşmedi ve tersinden karar vererek HAK-PAR’ın tüzük ve programını meşru buldu. Bu da Türkiye’de temelde ve yapıda kimi değişikliklerin daha kolay yapılabileceğine ilişkin olumlu işaretlerin olduğunu gösteriyor. HAK-PAR gerek başkanlık sistemi gerekse yeni Anayasa tartışmaları bağlamında olsun, süreçte aktif yer alarak bu davada edindiği hukuksal tecrübeyi iyi kullanmalı ve elde ettiği hukuksal ve siyasi kazanımları daha somut zeminlere taşıyabilmelidir.

HAK-PAR’dan başka Kürt ve Kurdistan sorununa odaklı diğer Kürt parti ve oluşumlarının kullanabilecekleri böyle bir imkân yok. Hak-Par onlara göre daha ileri bir siyasi konuma ve hukuksal imkânlara sahiptir. Öncelikle hükmi şahsiyeti olan bir partidir. Ayrıca Kurdistan’da var olan Kürt odaklı kişi, kurum ve partilerle sıcak ilişkiler içindedir. Yanı sıra Kurdistan’ın diğer parçalarındaki kardeş Kürt kurum ve partileriyle karşılıklı saygı ve yardımlaşmaya dayalı ilişkileri en üst düzeylerde devam ediyor. Giderek uluslar arası insan hakları kuruluşlarıyla, demokrat ve humaniter örgütleriyle ve siyasi partileriyle de diyalog ve işbirliği gibi ilişkiler geliştirmeye çalıştığı gözleniyor. İtibarı ve imajı temiz olan bu partinin hükümet çevresiyle, kimi partilerle, STK’larla da diyalog içinde olma olanağı var. Bu özellikleriyle ve bu olanaklarla, HAK-PAR’ın siyasi düzeyde Kürtleri temsil eden partilerden biri olarak, Türkiye’de artık kaçınılmaz hale gelen bu değişim sürecine katılarak her düzeyde öncülük etmesi tarihsel bir görev anlamındadır.

Bu görevi tarihsel kılacak olan, HAK-PAR’ın kapatılmasına dayanak olan yasaların öngörülen yeni Anayasa tartışmalarında bir daha yer almamasını sağlayacak hukuksal ve siyasal argümanlara sahip olma hakkıyla bunları ileriye taşıyabilme kabiliyetidir.  

6.7- Başkanlık Sistemi, Anayasa ve Hak-Par

Başkanlık sistemi Anayasal bir olgudur. Bu da gösteriyor ki, bu sistemle birlikte tartışılan Anayasa sorununda, HAK-PAR edindiği hukuksal ve siyasal tecrübeyi bu sürece katma kabiliyetine fazlasıyla sahiptir. Ayrıca HAK-PAR birbirini siyasi açıdan bütünleyen yeniden yapılanma ve Kürt Sorununu bu bağlamda siyasi öncelikleri arasına alma olanağını kullanabilir. Programında bu önceliklere açıkça vurgu yapılmıştır: “Türkiye’de üniter yapı etnik, kültürel, dilsel çoğulculuk (…) sorunlarını çözümleyecek konumda değildir.” derken, Tüzüğünde, Amaç kısmında bu öncelikli sorunların çözümü konusunu, “Partimiz, Türkiye’yi idari, siyasi, toplumsal ve ekonomik olarak; evrensel demokratik hukukun normları içinde, Kürt ve Türk halkının eşitliği temelinde, demokratik federal tarzda yeniden yapılandıracak,” diye açıklıyor.

Önceki bölümlerde belirtildiği gibi başkanlık sisteminin uygulamada olduğu ülkelerin ezici bir çoğunluğu, HAK-PAR’ın programında açıkladığı esaslar üzerinde biçimlenmişlerdir. Anayasalar da federal sistemin dikey ve yatay ilişkilerini, birinin diğerinin iradesine ve alanına doğrudan müdahale etmeyecek biçimde eşit ve ayrı fakat aynı zamanda birbirlerini denetleyen ve frenleyen mekanizmalarla demokratik tarzda düzenlemiştir. Türkiye’nin sosyolojik, çoğulcu kültürel ve ulusal gerçekliği göz önüne alındığında; Anayasal temelde konum ve yetki alanı belirlenmiş bir başkanlık sisteminde,  toplumun demokratikleşmesi, siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanması önünde risk oluşturan bir dezavantaj bulunmamaktadır. Daha da önemlisi, sistem doğru esaslar paralelinde kurulursa;  toplumda farklı ideolojik ve etnik farklılıklar arasında kutuplaşma ve çatışma yerine barış ve güvenin hızla tesis edilmesinde risk oluşturabilecek bir dezavantaj için maddi temel kalmaz. Toplumsal uzlaşamaya dayalı bir Anayasa, rejimin siyasi organlarını eşit hukuksal ilkeler bağlamında iktidarı paylaşmayı esas alan bir tarzda düzenlemişse, uygulamada birinin diğerine kendi iradesini zorla dayatması zaten söz konusu olamaz. Burada temel kalkış noktası, sosyolojik ve kültürel, ideolojik ve politik gerçekliği gözeten uzlaşmaya dayalı demokratik bir toplum inşa etmek olmalıdır. Böyle bir toplum için Türkiye gerçekliği önünde hiçbir engel yoktur. Türkiye’de sorun, rejimin veya siyasi aygıtın, yani devletin gücünü ve egemenliğini halktan alması ve sadece ona dayanmasıdır. Egemenliği halktan almayan hiçbir siyasi rejimin meşruiyet kaynağı yoktur. Türkiye yeni dönem için demokratik ve çoğulcu bir toplum projesi öngörüyorsa, bu kriterleri önemsemek zorunda. Demokratik ülkelerde örnekleri bulunan başkanlık sisteminin dayandığı meşruiyet kaynağı ve anlamı budur.


6.8- Başkanlık Sisteminin Riskleri ve HAK-PAR  

Başkanlık sisteminin kimi riskli dezavantajlarının olabileceğine dikkat çekenlerin sayısı az değildir. Daha önce de belirtildiği gibi, bu riskler kurumsal anlamda başkanın kullanabileceği yetkilerinden ziyade başkanın kişisel özelliklerinden kaynaklanabilecek davranışları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Oysa böyle  bir sistemde bir çok bakımdan başkan böyle bir keyfiyete veya yasal olmayan davranışa yönelme imkanına sahip değildir. Karşısında onun kararlarını denetleyen güçlü bir yasama ve davranışlarını frenleyen güçlendirilmiş bir yargı erki vardır. Ayrıca başkan sabit bir süre için halk tarafından seçildiği için kolay kolay yetki alanının dışına çıkan davranışlar sergileme cesaretini gösteremez. Bir diğer caydırıcı faktör, başkanın yasama tarafından “suçlandırma” mekanizmasıyla karşı karşıya gelebilecek olmasıdır. Dolayısıyla bazı durumlarda geçici patırtı ve gürültüye yol açsa da belirtilen kişisel özellikler rejim için ciddi bir risk oluşturacak biçimde büyük problemlere yol açmaz. Bill Clinton ve Monika Lewinsky ilişkisini hatırlayınız!

Seçim Sistemi ve Parti Sistemi

Bununla birlikte çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal realitelere sahip toplumlarda, siyasi açıdan temsilin araçları üzerinde ise önemli bir risk yaratacağı söylenebilir. Tecrübe, başkanlık sisteminde, küçük partilerin seçimlerde giderek ilgiyi kaybettiklerini ortaya koyuyor. Gerek yarı başkanlık gerekse de başkanlık sistemlerinde olsun, seçim sistemlerinden kaynaklanan usul nedeniyle, kitlelerin güçlü görünen partilere yöneldikleri ve bu durumun küçük partilerin varlığını tehlikeye düşürdüğü yolunda haklı görüşler vardır. Bu görüşler haklıysa, HAK-PAR ve diğer Kürt partileri ciddi bir sorunla karşı karşıya gelebilir demektir.

Başta Hak-Par olmak üzere diğer Kürt partilerinin bu yönde alması gereken hayati önlem, partiler sistemi ve seçim sistemi konusunda, Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Sistemi Kanunu kapsamında değişiklik yapılmasını sağlamaktır. Başkanlık sisteminin olumsuz sonuçlarından biri olan bu sorunun olumsuz etkilerinden korunmak için bu değişiklikler şarttır.   

Bu değişiklik doğal olarak başka bazı siyasi tedbirlerin alınmasını da beraberinde getirir. Örneğin, Kürt Sorununa odaklı politika yapan partilerin, öngörülen Anayasa değişikliğiyle Türkiye genelini kapsayan bölgelerde seçimlere katılma gerekçeleri ortadan kalkacaktır, kalkmalıdır. Böyle olmazsa, sorun çıkacaktır. Kürtler bu sorunu bırakın tatmin edici bir biçimde tartışmış olmayı, gündemine bile almış değiller. Yukarda açıklanan hedefler çerçevesinde uzlaşmaya dayalı bir Anayasa hazırlandığında, doğal olarak Kürt partileri Kurdistan’da, yerel siyasetin aktörleri olarak rol oynayacaklardır. Başka bir deyişle Kürt partilerinin sistemin diğer partilerinden ayrı olarak varlık kaynakları ve statüleri farklı olacaktır. Kendi bölgesini temsil etmek için Türkiye’nin diğer bölgelerinde de seçime girme zorunluluğu bu partiler için olmamalıdır. Mevcut durumda Siyasi Partiler ve Seçim kanunu Kürt partileri için- halihazırda HAK-PAR için- kısıtlayıcı koşullar ortaya koyuyor. İlgili kanuna göre, mesela, bir partinin seçimlere katılabilmesi için en az 41 ilde ve ilçelerinin en az üçte birinde örgütlenmiş olması zorunludur. Ayrıca seçimlere katılan partilerin, Türkiye geneli için toplam kullanılan oyların %10’nu alarak belirlenen barajı geçmeleri gerekmektedir.  Aksi halde örneğin, il bazında seçmen sayısı 949.559 bin olan Diyarbakır’da seçime katılan HAK-PAR kullanılan oyların %90’ını alsa bile buna tekabül eden 11 milletvekili adayı meclise giremeyecektir. Bunlar yerine, Türkiye barajını geçmiş bir partinin Diyarbakır’da birer 1 oy almış olan adayları, adı geçen ilin milletvekilleri olarak meclise girebileceklerdir!


HAK-PAR Ne Yapmalı?

Bu açıdan bakıldığında Siyasi Partiler yasasının, eşitlik ilkesine tümüyle aykırı, anti demokratik bir muhtevaya sahip olduğu görülmektedir. Türkiye genelinde güçlü bir halk desteğinden yoksun ve fakat yoğunlukla ve yeterince destek aldıkları bölgelerde seçimi kazanan partilerin adaylarının “seçim barajına” takılmaları hak eşitliğini açıkça çiğneyen, halk iradesini hiçe sayan,  yaralayıcı, adaletsiz ve anti demokratik bir uygulamadır.

Bu yasa ve uygulama sonuçları halkın iradesini ve özgür tercihini sıfırlamaktadır.
Başkanlık sistemi, kaynağını halktan alan bir sistemdir. Bu yanıyla halkın iradesini ve tercihini bloke edecek hiçbir anti demokratik yasa ve uygulamaya bu sistem gereği yer olmamalıdır. Bunun için Hak-Par, siyasi bir taraf olarak, öncelikle bu anti-demokratik yasaların kalkması için çaba sarf etmelidir. Bu kapsamda sistemi demokratikleştirecek bir yasalar ve uygulamalar paketine sahip olmak zorundadır.

Bu bağlam içinde, azınlık ve özerk statüsü olan bölgeler için Polonya ve Hindistan’daki uygulamalardan iyi sonuçlar alındığı söyleniyor. Polonya’da özerk bölgelerin partileri var ve bu partiler için ülke seçim barajı yoktur. Özerk bölgelerin partileri seçimlerde kendi aralarında demokratik bir yarışa girer ve temsilcilerini parlamentoya gönderirler. Polonya genelinde seçime giren partiler içinse, küçük oranda bir baraj söz konusu; ancak bu baraj seçime katılan küçük partileri çok etkilememekte ve varlıkları için bir tehdit oluşturmamaktadır. Varlıkları, seçime katılma usul ve kuralları Polonya Anayasası tarafından düzenlenmiş ve güvence altına alınmıştır.
Hindistan’da azınlık grupların, kabilelerin ve etnik toplulukların ayrıca yerel düzeyde kurulmuş partileri vardır. Çoğulcu demokratik bir yapıda yaşayan bu toplulukların kültür ve dilleri, siyasi varlıkları ve idari statüleri Anayasaca açıkça belirlenmiş ve güvence altına alınmıştır.


SONUÇ
Parlamenter sistemin Türkiye’de çöküşü, bu sistemin yetersizliğinin yol açtığı bir sonuç olarak değerlendirilemez. Türkiye’nin çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal realitelerini yok sayan üniter devlet yapılanması, bu sistemi işlevsiz hale getirmektedir.

Yarı-Başkanlık sistemi, siyasal erkin ve yürütmenin bir kanadını oluşturan demokratik bir kurumdur. Parlamenter sisteme göre yürütme birimlerinin ve yasamanın bu sistemde daha işlevsel olduğu belirtiliyor. Uygulanan ülkelerde demokratikleşmeye, toplumsal ve ekonomik gelişmeye ve politik istikrara katkılar sağladığı görülmüştür. Türkiye’de halihazırdaki sistemi yarı-başkanlık olarak tanımlayan hukukçu, akademisyen ve siyaset bilimcileri çoğunluktadır. Bizce de öyledir, fakat bu aynı zamanda de facto bir görünüm arz etmektedir. Her şeyden önce bu sistemin hukuksal ve yasal bir alt yapısı yoktur. Mevcut haliyle, başkanlık sistemi, ölü doğmuş bir sistemdir. Bu savı haklı çıkaran, halk tarafından yaklaşık iki yıl önce seçilen Devlet Başkanı R.T. Erdoğan’ın, sistemi hala hiçbir hukuksal ve sosyal temele oturtamayan tutumundaki belirsizliğin devam etmesidir. Bu haliyle sistemin siyasi bir çıkmaz içine girdiğini söylemek, yersiz değildir. Bu siyasi çıkmaz Türkiye’de rejimin kurumsal veya Anayasal organlarından birinin konum, biçim ve fonksiyonu ile ilgili bir sorundan değil, Kürt sorununun bloke ettiği bir durumdur. Mevcut devlet başkanının bu yolu açıp çıkmazı aşmak yönünde net bir tutuma angaje olmadığı görülmektedir. Kürt sorunu, tıpkı geçmişte olduğu gibi, üniter devlet yapısının sıkboğaz ettiği parlamenter sistemin işlemesi için nasıl bir ayak bağı olduysa, anlaşılan, üniter devletin değişmeyen ideolojik paradigmasının etkisinde hareket eden, R.T Erdoğan’ın bu kısa süreli modeli için ayak bağı olmaya devam edecektir.

Türkiye’de mevcut sistemin kısa ömürlü mü olacağı yoksa insanların kaderini uzun vadede etkileyeceği bir sistem mi olacak? Türkiye’de bu sorular üzerinde yürütülen bir tartışma yoktur. Kürtler de tartışmıyor. Oysa yarı-başkanlık sistemini kilitleyen olgu, Kürt sorunudur. Kürtler, yarı-başkanlığa karşı değiller; bu sistem halkların, bir arada, yan yana, eşit ve ayrı yaşamasına katkı sağlayan demokratik bir mekanizmadır. Burada eksik olan şey, Kürtlerin sürece katılması için fiili ve samimi bir yaklaşımın olmamasıdır.

Yarı-başkanlık için hukuksal bir alt yapı arayışından öteye yol alan hükümet ve cumhurbaşkanı, bu kronik ve ideolojik yaklaşımlarından vazgeçmedikleri sürece, bu çıkmazdan kurtulamazlar. Temsilde, ilkede ve yetkide reddedilen bir olgu, siyaseti aşar.

Bu nedenle, Türkiye içinde bulunduğu siyasi çıkmazdan kurtulmanın yolunu, Kürtlerle birlikte hareket etmeden bulamaz. Kısacası mevcut devlet ve hükümet Kürtlerle siyasi düzeyde oturmak ve anlaşmak zorundadır. Bugün olmasa, yarın! Zira Türkiye’nin bu yol dışında, geleceğine güvenle bakabileceği bir yol ve çıkış yoktur.

Bu bağlamı geçmek için son söz şudur: Parlamenter, yarı-başkanlık ve başkanlık sistemleri demokratik kurumlardır. Dünyada uygulamadaki biçimleri ve sonuçlarına bakıldığında, bunları işlevsel kılan ve bunlara demokratik bir nitelik kazandıran temel yaklaşımın, yaşmada, temsilde ve siyasal erkte paylaşımı esas alan uzlaşma olduğu görülmektedir. Bu çerçevede geniş tabanlı bir toplumsal uzlaşma sağlanmadan bir ülkede sosyal ve politik değişimlerin sorunsuz gerçekleşeceğini beklemek, olanaksızdır..  

Bu nedenle adı ve biçimi ne olursa olsun, Türkiye’deki değişim hareketine Kürtlerin siyasi bir taraf olarak destek ve katkısı olmadıkça, değişimin sözde kalacağını hemen belirtmiş olalım. Kürtleri bunun dışında tutmaya çalışan yaklaşımlar, Türkiye’de yaşayan halkların, etnik ve ulusal realitelerin geleceklerini baskıya, zora ve teröre teslim etmekten başka bir iş yapmamış olurlar. Demokrasi kilitlenir; toplumsal kutuplaşma artar; ideolojik ve politik gerilim bu ülkede yaşayan herkesi derinden huzursuz eder; dinsel ve mezhepsel, etnik ve ulusal çatışma alır başını yürür.
Hak-Par, bu katı gerçeği halka, STK’lara; sistem partilerine, parlamentoya ve hükümete kararlıca hatırlatabilmelidir.

HAK-PAR sistemin temelden değişiminden yana bir partidir. Türkiye’de tartışılmakta olan başkanlık sistemi ve yeni Anayasa meselesini bu açıdan ele almalı ve tutumunu ona göre belirlemelidir. Başkanlık sisteminin ayrıca etnik ve ulusal kazanımları garanti alan bir anayasanın organik birimi olmasına dikkat edilmelidir. Zira bu sistemin kendisinden kaynaklanmasa da, yeni Anayasa yapılırken, elde edilen sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi kazanımlar güvence altına alınmadan geçilirse, hemen sonra toplumsal siyasi krizlerin yaşanması kaçınılmazdır.
Programında ve tüzüğünde Kürt halkının temel ulusal sorunlarına yoğunlaşmış HAK-PAR, Başkanlık Sistemiyle beraber Türkiye’de yeni Anayasa yapımı sürecinde örnek verilen ülkelerdeki demokratik uygulamaları ayrıca tartışmaya açmalıdır. Bu demokratik ve siyasi nitelikteki uygulamalar artık dünyanın hemen her ülkesinde Anayasalara yansımakta, uluslar arası hukuk bağlamında ve evrensel ilkeler çerçevesinde meşruiyetlerini muhafaza etmektedirler. HAK-PAR, başkanlık sisteminin hala tartışılmakta olduğu Türkiye’de, yukarıdaki bölümlerde değindiğimiz hukuksal ve yasal argümanları ayrıca destekleyici birer dayanak olarak sunarak varlığını, kazandığı meşruiyet planında garanti altına alabilir.

Bunu yaparken Hak-Par, ilkeli ittifaklar çerçevesinde ve Ulusal Bir Proje kapsamında, diğer Kürt kesimleri, sivil kuruluşları, örgüt ve partileriyle ilişkilerini sıklaştırmalıdır.
Kuzey Kurdistan’da HAK-PAR’ın,  milli demokratik siyasetin birliği çerçevesinde ana gövde olduğu görüşü yaygındır. Bu nedenle bu partinin siyasal sorumluluğu, var olan diğer Kürt oluşumlarından daha fazladır.     

Açıktır ki Kürtler Türkiye’de ve bölgede kritik bir süreçten geçiyor. Güney Kurdistan’da bağımsızlığa dönük siyasi gelişmeler bütün Kürt kesimlerini yakından ilgilendiriyor ve bölgeyi etkileyecektir. Ortadoğu’da süren savaşın nerede ve nasıl noktalanacağı belli değil. Kürtler bu koşullar seyrinde tarihsel tecrübeleri de göz önüne alarak ortak bir siyasi tutum içinde hareket etmezlerse, geleceklerini tayin edecek olan güçlerin kölesi olmaktan bir daha asla kurtulamayacaklardır.



*Ahmet Kaymak/ Hak-Par, PM Üyesi
20/06/2016-DİYARBAKIR

Yararlanılan Eserler, kaynak ve makaleler
1-        Prof. Dr. Hasan T.FENDOĞLU, BAŞKANLIK SİSTEMİTARTIŞMALARI
2-        TÜRKiYE BAROLAR BiRLiĞİ Yayına Hazırlayan: Av. Teoman Ergül,Akara 2005
3-        Fürkan ALYÜZ,  TÜRKİYE’DE BAŞKANLIK SİSTEMİ TARTIŞMALARI ( Başkanlık Sistemi Türkiye için Uygun Bir Model mi? )
4-        Maurice DUVERGER, A New PoliticalSiatem  Model:Semi-Presidential Government, University of Paris I, France
5-         Ertan BECEREN, Gökhan KALAGAN, BASKANLIK VE YARI-BASKANLIK SİSTEMİ; TÜRKİYE’DE UYGULANABİLİRLİĞİ TARTISMALARI
6-        Dr Ekrem Serim, Amerika’daki Başkanlık Sistemi,
7-        Doç. Dr. Haydar EFE, Türkiye’de Hükümet Sistemi Tartışmaları Çerçevesinde Başkanlık Sistemi ve Türkiye’de Uygulanabilirliği
8-        Bünyamin BEZCİ, Demokrasi Ve Başkanlık Sistemi, Muğla Üniversitesi
9-        Hasan TUNÇ, Bülent YAVUZ, AVANTAJ VE DEZAVANTAJLARIYLA BAŞKANLIK SİSTEMİ
10-     Maurice DUVERGER, Siyasal Rejimler, Yeni Yüz Yıl Kitaplığı, iletişim yay.
11-     Doç Dr Alican Kaptı, Doç. Dr. Sebehattin Gültekin, Karşılaştırmalı Analizlerle Başkanlık Sistemi Ve Türkiye, Global Politika ve Strateji Rapor no: 2, 2015
12-      M. Murali, Government of Tamilnadu, First Edition – 2004
13-     Hak ve Özgürlükler Partisi/Tüzük-Program, 2002
14-     Resim Gazete, 1 Temmuz 2008, sayı: 26923
15-     Araştırma Hizmetleri Başkanlığı TBMM, KARŞILAŞTIRMALI HÜKÜMET SİSTEMLERİ YARI BAŞKANLIK SİSTEMİ, Fransa, Polonya ve Rusya Örnekleri, TBMM Basımevi –ANKARA Kasım 2014
16-      Araştırma Hizmetleri Başkanlığı TBMM, Karşılaştırmalı Hükümet Sistemleri,Başkanlı Sistemi :ABD, Arjantin, Azerbaycan, Brezilya ve Nijerya Örnekleri
17-     G.Sartori: Neither presidentialism nor parliamentarism
18-     Baskın Oran, Fransa’da ve Türkiye’de Üniter Devlet Sorunu
19-     Prof. Dr. Ergun Özbudun: "Amerikan Tipi Başkanlık Sistemi Model Olabilir mi?", İstanbul Şehir Üniversitesi, Adana Barosu Dergisi
20-     Bilgehan EMEKLİER, FRANSA’NIN ETNİK KİMLİK SORUNLARINA POLİTİK-PSİKOLOJİK BİR YAKLAŞIM: KORSİKA ÖRNEĞİ, Galatasaray Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi
21-     Türk Anayasa Hukuk Sitesi, SPS, Resmi Gazete, Neşir Tar:24 Nisan 1983,Kabul Tarihi:22 Nisan 1983,Kanun No:2820,
22-     Nur ULUŞAHİN, TÜRKİYE’DE MEVCUT HÜKÜMET SİSTEMİNİN NİTELİĞİ VE REJİMİN BAŞKANLIK SİSTEMİNE KAYMASININ GETİRECEĞİ TEHDİT VE TEHLİKELER, Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi
23-     Dr. Abdulkadir YILDIZ, BAŞKANLIK SİSTEMİ VE TÜRKİYE