Ahmed Kaymak*
GİRİŞ
İdeal bir sistem yoktur.
Bununla birlikte her sistem teoride toplumun ideallerini temsil ettiğini ileri
sürer. Bir sistemin varlık nedeni, toplumun bu yöndeki beklentisi ve inancıdır.
Bu beklenti ve inanç sistemin varlığı için ne denli gerekli ise, o denli bir
risk de barındırır. Beklenti hayal kırıklığıyla karşılaşıp sisteme olan inanç
sarsılınca, yıkıcı, zaman zaman ölümcül sonuçlara da yol açar. Bu nedenle tipi ve karakteri ne olursa
olsun, bir sistem, insan ve toplum için vaat ettiği beklentilerden uzak
düştüğünde, sonunu kendi eliyle hazırlar. Hiçbir sistem, başlangıçta,
yetersizliğini test etme imkanına sahip değildir. Yola koyulduktan sonra, önüne
çıkan sorunları aşa aşa ilerleyeceğini varsayar. Sorunları zamanında ve tam da
kitlelerin yoğunlaşan istek ve beklentileri doğrultusunda çözemeyen sistemler,
çözülüyor ve çöküyor. Bunu önlemenin hiçbir yolu yoktur.
Sosyal kanunun kinetiği şaşmaz
genel bir hükme sahiptir. Son sözde, bu hükmü verme yeteneği insan faaliyetinin
gerçekleştiği tarihsel zemine değil; insanın yoğunlaşmış kolektif
faaliyetlerinin diyalektiğine aittir.
Bu bağlam içinde toplumda genel
bir yoğunlaşma eğilimi gösteren istek ve ihtiyaçlar karşılanmadığında, sistemin
davranışları kitlelerin itirazına uğrar ve değişim kaçınılmaz hale gelir. İstek
ve İhtiyaçlar toplumun ekonomik olanaklarına, kültürel ve psikolojik durumuna,
karakteristik yapısına, coğrafya ve iklim şartlarına göre şekillenir.
Genellikle bir toplumsal düzenin siyasal sistemi de bu belirleyici olgulara
paralel biçimlenir. Ne var ki, tarihte ve şimdiye kadar hiçbir rejim veya
sistem bu yönde paralel bir kabiliyet ortaya koyabilmiş değil. Bu kabiliyeti
ortaya koyabildiği ölçüde, kitleleri tatmin edebilir; koyamadığında toplumsal
iç kutuplaşmalar, çatışma ve kargaşa sistemi tıkar ve sonunda yıkar. Böylece
kitlelerde, toplumda tatmin edilme isteği ve ihtiyacı yenilenir. Bu nedenle
tarih boyunca insanın giriştiği siyasi maceranın vardığı ideal bir duraktan söz
etmek hala çok zordur. Öyledir ki, bu gerçeklik, Montesque’nün, demokrasi
yorumuna ilişkin imasında anlamını bulmuştur: “ İdeal bir rejim hiç olmadı ve
asla olmayacaktır.”
Öyle de görünse, insanın
aradığı rejim veya sistemin iyisini ve giderek daha iyisini bulması için
imkanlar hiçbir zaman tükenmez, tükenmeyecektir.
AMAÇ
Türkiye’de 12 Eylül darbesinden
sonra hazırlanan 1982 Anayasası çerçevesine kısmen alınan ve cumhurbaşkanına
verilen yetkilerle, ucu açılan kurumsal değişiklik tartışmaları o zamandan
bugüne hep sürdü. Yeni bir Anayasa’yı da
kapsayan sistem değişikliği yönündeki istekle ilgili tartışmalar 2002 yılında
iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde de artarak devam etti.
Söz konusu partinin kurmayları başkanlık sistemini de bu kapsamda sürekli canlı
tuttular. R.T. Erdoğan liderliğinde hükümette bulunan AKP bu doğrultuda gerekli
olan cesur adımları atabildi ve 2007 Anayasa
değişikliği referandumundan sonra Cumhurbaşkanlığı seçimi şekli ve görev süresi
belirlendi. 14 Ağustos 2014 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Recep
Tayyip Erdoğan ilk turda oyların %51.79’unu alarak, TC siyasi tarihinde halk
tarafından seçilen ilk cumhur başkanı oldu. Böylece halk tarafından seçilen
cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri ile ilgili tartışmalar, yeni bir Anayasa
yapma ihtiyacıyla birlikte, akademik ve siyasi düzeyde daha bir ön plana çıktı.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle rejimin parlamenter sistemden
kayarak yarı başkanlık sistemine fiilen oturduğu yönündeki tartışmalar toplumun
değişik kesimlerinde yoğunlaştı. Akademisyenler, hukukçu ve siyaset bilimcileri
bu tartışmaları hala hararetli bir biçimde sürdürüyorlar. Ne var ki bu yöndeki
tartışma sonuçlarının, sistemin olumlu ve olumsuz uygulamalarını tarif etmenin
ötesine geçtiğini söylemek şimdilik mümkün değil. Söz konusu sistemin hangi
gerçekliklerin veya sosyal olguların siyasi bir yansıması olarak var olabileceği
yolunda ileri sürülmüş kapsayıcı görüşler de henüz yoktur. Daha kötüsü,
muhalefet partilerinin bu yeni duruma ilişkin görüşlerinin açıklık kazanmamış
olmasıdır. Bu belirsizlik doğal olarak siyasi tutumlara da yansıyor; bu yüzden
tutumlar daha çok ilgili ilgisiz gerekçeler üzerinden şekillenen sığ bir
tepkiselliğe dönüşerek ortaya çıkıyor. Yeni sisteme ve yeni bir Anayasa
konusuna olan açık ilgi, daha çok parlamentoda çoğunluğu bulunan AKP kurmayları
ve Cumhurbaşkanı R.T Erdoğan tarafından gösterilmektedir. Bu çevrelere yakın
akademisyen ve medya yazarları konuyla alakalı ilgilerini gizlemiyorlar. AKP, Hükümet, Cumhurbaşkanı ve sözü edilen
çevrelerin zaman zaman yaptığı açıklamalar dikkate alındığında, bu sistem
değişikliğinden kastedilenin yarı-başkanlıktan ziyade, başkanlık sistemi olduğu
giderek açıklık kazanıyor.
Bu değişimlerin oturtulacağı
zeminde ayrıca farklı kültürel, etnik ve ulusal realiteler mevcuttur. Türkiye
gerçeği böyledir. Ve Türkiye gerçeğinin en temel olgularından biri, Kürtlerdir.
Gerçek böyle olunca, bu değişimin iki boyutu da Kürtleri doğrudan
ilgilendiriyor, ilgilendirmelidir. Kürtlerin siyasi ve akademik çevrelerinin bu
konulara şimdiye kadar gerektiği ilgiyi göstermemiş olmalarıysa, anlaşılır bir
durum değildir. Halbuki gerek sistemdeki bir kurumsal değişiklik gerekse yeni
Anayasa konusunda olsun, başta Kürtlerin açık bir ilgisi, görüşü ve tutumu
olmalıdır. Bu meseleler her iki durumda da Kürtler açısından kritik ve riskli
dezavantajlar yanında, olumlu, siyasi ve stratejik sonuçlar ihtiva ediyor.
Bu inceleme, Kürtlerin,
özellikle, siyasi ve akademik çevrelerin dikkatini bu noktaya çekmeyi esas
almaktadır. Gündemdeki meseleler, çok kapsamlı olduğu için, burada ele alınan
sorunlara ilişkin tespit ve analizlerin geride bir çok boşluk bırakacağına
kuşku yok. Ama sözü edilen konu yada meselelere ilgi duyanlar için kendince bir
katkı sağlayacağına da kuşku yoktur.
KAPSAM
İster yarı-Başkanlık, ister
başkanlık sistemi olsun, bizim burada konuya ilgimiz, söz konusu kurumsal
değişime konu olan sistemlerin kısaca farklarını göstermekle birlikte, bu
durumun sistemdeki rejimin idari ve siyasi yapısında ne tür değişiklikler
yaratacağı; ayrıca Türkiye’de büyük bir nüfusa ve alana sahip Kürtlerin
toplumsal ve siyasal geleceğini nasıl etkileyeceğidir. Sonra Türkiye’de, seçim
sistemi, parti sistemi ve bu noktada Kürd toplumunun ulusal demokratik ve
siyasi haklarının temsilcilerinden bir taraf olarak yasal ve meşru statüsü
Anayasa tarafından tescil edilmiş Hak ve Özgürlükler Partisi (Hak-Par) ele
alınacaktır. Yarı-Başkanlık veya Başkanlık sistemi beraberinde bir çok idari,
kurumsal ve siyasal değişiklik getirecektir. Bu noktada en çok ihmal edilen
konu, seçim sistemi ve parti sistemidir. İki halde de hem Kürtler, hem Kürt
partileri ve hem de Hak-Par için tehlike çanlarının çalmakta olduğunu
göreceğiz.
Ele aldığımız konular devletin
yapısı, yönetim biçimi ve organlarını içermektedir. Bunlar, biçimleri ve
nitelikleri ne olursa olsun, kaynağını bir Anayasa’dan alırlar. Anayasa, bir
ülkede, toplumun nasıl yönetileceği, yönetenlerin yetkileri nedir,
sorumlulukları ne olacak ve bunlar kimler tarafından nasıl, niçin seçilir ve ne
kadar süreyle sorumlu tutulup bu yetkileri kullanacaktır gibi kuralları
düzenleyen toplumsal bir metindir, bir sözleşmedir.
Konular burada bu temelde
sırasıyla, parlamenter sistem, yarı-başkanlık, başkanlık sistemi gibi üç ana
başlık altında ele alınmakta ve ilgili alt başlıklar çerçevesinde tartışma
sürdürülmektedir.
1-Parlamenter Sistem:
1.1-Meclis
ve Meclis başkanı: Parlamenter sisteme sahip ülkelerde parlamento yasama ve
yürütme bağlamlarında belirleyici bir etkiye ve yetkiye sahiptir. Parlamento
halkın seçim yoluyla meclise gönderdiği temsilcilerden oluşur. Mali, adli ve
yasal alanlarda tayin edici işlevinin yanı sıra yürütmeyi tayin etme yetkisi
parlamentoya aittir. Parlamento başkanı, parlamento işleyişini ve tüzüğü
uygular; Cumhurbaşkanının yokluğunda, bu kuruma onun yerine vekalet eder.
Türkiye’de Anayasada meclis başkanına yüklenen işlevsellik, uygulamada
genellikle sözde kalmaktadır.
1.2-Cumhurbaşkanı:
Parlamentodaki partilerin ve temsilcilerinin gösterdikleri adaylar arasından,
meclis çoğunluğunun yarısından bir fazla oyla seçilir. Bazı ülkelerde bu usul
mecliste bulunan temsilci-milletvekili toplam sayısının yarısından fazla oy
alma esasına dayanmıyor. Gösterilen adaylar içinde en çok oy alan aday, başkan
seçilir. Türkiye’de Cumhurbaşkanı yasama içinden seçilebileceği gibi,
parlamentodaki partilerin parlamento dışında aday gösterip seçmesi de
mümkündür.
Parlamenter sistemde devlet
başkanının kullanabileceği yetkiler sınırlıdır. Bu kurum daha çok sembolik bir
nitelik taşır. Yine de seçimler sonucu boşalan hükümeti kurması için mecliste
çoğunluğu bulunan partiye veya bir partiye hükümeti kurma görevi verme yetkisi
vardır. Bu yetki önemli olmasına rağmen bu tür bir sistemde uygulamada kayda
değer bir etkiye sahip değildir. Türkiye’de Cumhurbaşkanının görevleri çoktur,
ama yetkileri sınırlıdır. 1960’lı yıllardan 1980’li yıllara kadar Türkiye’de
parlamenter sistemden çok fazla söz edilmiş olsa da esas itibariyle bu sistem
askeri darbeler sonucu her seferinde kesintiye uğratılarak hiçbir zaman hayat
bulma şansına sahip olmamıştır. Bu yönüyle, kuruluşundan bu yana Türkiye tek
parti diktatörlüğü, darbeler, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarıyla
yönetilmiş ilginç bir ülkedir.
1.3- Başbakan:
Yürütmenin esas başı, parlamentoya karşı sorumlu Başbakandır ve oldukça geniş
yetkilere sahiptir.Mecliste çoğunluğu arkasına almış bir başbakan, meclisteki
etkisiz azınlık partilerine aldırmadan yasamayı etkileyebilir. Başbakan,
bakanlar kurulunu kendisi tayin eder. Öte yandan başbakan, yürütme, yani bir
bütün olarak bakanlar kurulu parlamentonun güvenoyuna bağlıdır. Mecliste
çoğunluk sağlamamış bir parti lideri veya meclisteki partilerin koalisyonu
sonucu oluşturulan bir hükümetin başbakanının, hükümetin üstlendiği çalışma
programını yürütmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu programın çalışmaları için
gerekli mali kaynağın sağlanması, bütçe programının parlamentodan onaylanarak
geçmesi gerekir. Dolayısıyla bu sistemde başbakanlık kurumuna tanınan geniş
yetkilere karşın, başbakanın partisi hükümet olmak için gerekli milletvekili
desteği almadıkça, fonksiyonel olamaz.
Türkiye’de, belirtilen
faktörlerden dolayı 1960’lardan 1980’lere kadar sıkça yaşanan hükümet
krizlerinin yol açtığı siyasi sorunlar ve ekonomik bunalımların, gerçek
nedenleri hep gizlenerek, sonuçta olan bitenin faturası topluma çıkartılmıştır.
Toplumda kişi hak ve özgürlüklerinin askıya alınması bu açıdan neredeyse bir
gelenek olmuştur. Hükümetin yetersizliğinden veya hükümet boşluklarından dolayı
ortaya çıkan sosyal ve siyasal krizleri çözmek için her seferinde devreye giren
ordu güçleri, toplumdaki genel huzursuzluğu bastırmak için her türlü baskı ve
terörü toplumun çeşitli kesimlerine yönelterek istikrarsızlığı aşmaya
çalışmışlardır. Parlamentodan çıkan sivil hükümetler ya hep kısa ömürlü olmuş
yada ordunun bu geleneksel gücü karşısında direnme cesareti göstermemişlerdir.
1983 yılında Askeri rejimden sivil rejime geçişin ardından mecliste çoğunluğu
sağlayan Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi, nispeten daha cesur ve
istikrarlı siyasi bir süreç başlatmış olsa da; bu süreç, 1982 Anayasası’nın
daralttığı siyasi ve demokratik hakların genişlemesine daha fazla imkân
vermemiştir.
1990’lı yıllarda mecliste
çoğunluğu sağlayamayan ve anlaşamayan partilerin oluşturdukları geçici ittifak
ve koalisyonlar, ülkede sorunların tekrar kriz derecesinde büyümesine ve geniş
bir şiddet ortamının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu dönemde “terörle
mücadele adı altında” Kürdistan’da yaygın bir devlet terörü estirilmiştir.
Aydınlar, demokratlar, yazarlar, insan hakları savunucuları, barış aktivistleri
ve binlerce yurtsever siyasi cinayetlere kurban gitmiştir; binlercesi
işkencelere maruz kalmış, on binler tutuklanıp hapsedilmiştir. Bu süreçte
devletin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik krizi aşmak için gerekçe
gösterdiği ve toplumu baskı altına almayı meşru hale getirmek istediği
sorunlardan biri, daha çok “Kürt Sorunu” adı altında ifadesini bulmuştur. Bu
dönem, Kürtlere karşı yürütülen çok
yönlü devlet terörünün ve baskıya dayalı planlı ve sistematik bir devlet
politikasının toplumu canından bezdirdiği bir dönemdir.
Devletin şiddet yüklü bu siyasi
uygulamalarının temelinde Kürt ulusal demokratik güçlerinin sindirilmesi ve
tasfiye edilmesi amacı vardı. TC parlamentosu karışıktı ve Hükümet devletin
derin güçlerine ve orduya teslim olmuştu. Böylece 1977 yılından 2000’e kadar
Kürdistan’da estirilen devlet terörünün ve baskısının adı “ Devletin terörle
mücadelesi” olarak parlamentoda yasal ve meşru bir dayanak buluyordu. Oysa
sorun üreten Kürtler değil, bizzat bu güdümlü ve güçsüz parlamento ve devletin
Kürtlere karşı öteden beri sahip olduğu resmi yaklaşımdı. Varlığını ve gücünün
kaynağını halktan alan parlamento, rejimin askeri ve bürokratik kurumlarına
boyun eğiyordu. Bu yönüyle bakıldığında, Türkiye’de gerçek anlamda
parlamentonun hiçbir zaman olmadığı, var olanın da biçimsel bir parlamentodan
ibaret olduğu rahatlıkla görülebilir.
Sonuç
Çoğulcu bir felsefeye dayalı
parlamenter sistemin demokratik ve teorik cazibesi uygulamada yerini can sıkıcı
bir karamsarlık havasına bırakıyor. Türkiye siyasi siteminde güçler kurumsal
olarak tam ayrışmamıştır. Parlamenter sistemin böyle bir boşluğu vardır. Askeri
ve bürokratik yapı, sistemin meşru organlarını her zaman baskı altında tutma
olanaklarını kullanmıştır.
Türkiye’de silahlı kuvvetler,
toplumsal düzenin bir kurumu olmaktan çok, her zaman iktidarın etkili, fonksiyonel
ve operasyonel bir kanadı olarak hareket etmiştir. Milli Güvenlik Konseyi daha yakın zamanlara
kadar parlamento üzerinde, başbakan’ın ve yürütmenin çevresinde dolanan bir
heyulaydı. Oysa parlamenter sistemde esas olarak başbakan yürütme üzerinde
belirleyici olduğu gibi yasama ve yargı üzerindeki etkisiyle de güçlü bir
konumdadır. Doğal olarak askeri ve bürokratik bir vesayete burada pek imkân
bırakmaz. Ancak başbakanın bu yetkiyi kullanması ve konumunu güçlendirmesi,
parlamentodaki çoğunluğun desteğini arkasına almasıyla mümkün olabilmektedir.
Parlamentodaki çoğunluğa bağlı olarak başbakanın yetkileri kullanma gücü
arasında doğrudan bir paralellik vardır. Türkiye’de başbakanlar hiçbir zaman bu
anlamda dayandıkları meşruiyeti kullanma, idari birimler üzerinde tayin edici
bir rol oynama basiretini gösterememişlerdir.
Bu açıdan bakıldığında
Türkiye’deki siyasi sistem, parlamenter sistemin çok sayıda özelliklerini
taşımakla birlikte, esas itibariyle biçimsel parlamenter bir sistem olduğu
görülmektedir. Hükümeti kurma görevi, parlamento tarafından, seçim sonrasında
meclise fazla milletvekili taşıyan parti başkanına verilmekle birlikte,
Hükümeti kurabilecek milletvekili sayısına ulaşılmadığında, hükümeti kurma
görevinin genellikle ikinci ve üçüncü parti başkanlarına verildiğine de tanık
olunmuştur. Türkiye’de bu tür hallerde birkaç partinin anlaşarak oluşturduğu
koalisyonlar uzun ömürlü olmamış ve bu durum sistemde siyasi ve idari krizlerin
ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Bu çerçevede, Türkiye’de 1990’lı
yıllarda mecliste en az sayıda milletvekiliyle bulunan Demokratik Sol parti,
Hükümeti kurmakla görevlendirilmiş; bu partinin lideri Bülent Ecevit mecliste
bulunan iki diğer partiyle bir hükümet oluşturmaya çalışmıştır. B. Ecevit’in
koalisyonlu başbakanlığı döneminde etnik çatışma, siyasi- ideolojik ve dinsel
nitelikli mezhepsel gerilimler artmış, daha da önemlisi toplumsal kutuplaşma uç
düzeylere ulaşarak ulusal ekonomiyi felç edecek sonuçlar doğurmuştur. Bu
süreçte toplumsal kesimlere ve özellikle Kürtlere yönelik artan devlet terörü
ve devletin kontrolündeki askeri-idari silahlı kolluk güçleri tarafından
işlenen siyasi cinayetlerse ayrı bir çalışma konusudur.
Başbakanlık sisteminde ya da
parlamenter sistemde parlamentodaki çoğunluğuyla tek başına iktidar olabilecek
bir parti olmadıkça, sistemin fonksiyonel/işlevsel olamadığı/olamayacağı
tartışma götürmez bir durumdur. Ayrıca bir bütün olarak TC rejiminin siyasi bir
niteliği olan üniter egemenlik biçiminin toplumsal, siyasi ve ekonomik
istikrarsızlıktaki rolü bu çerçevede sorun üretmekte etkili olmaktadır. Türkiye
çok kültürlü ulusal ve sosyal farklılıklara ve farklı dinsel inanç ve
mezheplere dayanmasına karşın, üniter yapısı itibariyle onun ideolojik yankısı
hala; Tek Bayrak, Tek Millet, Tek devlet şiyarında karşılığını bulmaktadır! Yeryüzünde
ise, bu ideolojik yankıya artık kulak veren hiçbir ülke yoktur.
Sosyolojik realitesi farklı
olan, çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal kanatları olan bir ülkede ve özel
olarak Türkiye’de, bu nedenle, parlamentarizmin adı, ordu darbeleri,
sıkıyönetim ve olağanüstü hal yönetim sistemi olagelmiştir.
2- YARI-BAŞKANLIK SİSTEMİ
Yarı-Başkanlık sistemi kavramı,
şunları içermektedir: Bir siyasi rejim, Anayasasında üç unsuru içeriyorsa, bu
sistem, yarı-başkanlık olarak kabul edilir:
1- Başkan
halk tarafından seçilmektedir,
2- Başkan
oldukça önemli yetkilere sahiptir,
3- Yürütme
ve idari yetkilere sahip başbakan ve bakanlar kurulu vardır ve parlamento karşı
çıkmadığı sürece görevde kalırlar.
Yarı-Başkanlık sisteminin ilk
örnekleri 1919’da Avusturya’da ve Weimer dönemi Almanyası’nda ve Finlandiya’da
görülüyor. Konuyla ilgili çalışmalarda bulunan akademisyenler, söz konusu ülkelerde
uygulanan yarı-başkanlık sisteminin, uygulama alanında pek başarılı olmadığını
belirtmişlerdir. Tabii bu tespit uygulama koşuları göz önüne alınarak yapılmış
değil. Dolayısıyla doğru bir tespit olup olmadığı her zaman sorgulama konusu
olmuştur. Yorumlar bu nedenle farklıdır. Kimilerine göre o dönemde sistemin bir
rejimi etkin kılacak mekanizmaları işletme yeteneğinin henüz olgunlaşma
derecesine gelmiş olmaması olarak ifade ediliyor. Öte yandan karşı görüşte
olanların savunduğuysa, bir ülkede sosyal ve politik kültürel miras, ekonomik
gelişme düzeyi, ideolojik ve dinsel çeşitliliğin yanında farklı etnik topluluk ve
azınlıkların durumu bir rejimin yapısındaki istikrarı belirleyeceği yönündedir.
İkinci görüşün dayandığı
gerekçeleri göz ardı etmek mümkün değildir. Siyasal bölünmenin ve karışıklığın
dayandığı sosyo-ekonomik zemin ile siyasi aktörlerin böyle bir zemindeki teorik
ve objektif duruşa ilişkin kopukluğu, bir siyasal sistemin denge ve kontrol
organlarının etkin bir işbirliği içinde çalışmasını zorlaştırır. Siyasal
sistemin organlarının bu karşılıklı işbirliği sınırları Anayasa’da çizilmiş
olmalıdır. Durum böyleyse bir ülkenin siyasal kurumlarının karşılıklı yetki ve
davranışları daha baştan Anayasa tarafından düzenlenmiş olmak zorundadır.
Öyleyse daha baştan bir toplumsal uzlaşma ürünü olan Anayasa ülkenin tarihsel
ve sosyo-kültürel gerçeklerini göz önünde bulundurmalıdır. Yukarda ilk
örneklerine işaret ettiğimiz yarı-başkanlık sisteminin uygulamada yeterince
başarılı olmadığına ilişkin oluşan kanaat, bu gerçeklikleri göz önüne almayan
yaklaşım tarzları ile açıklanabilir. Yoksa sistemin kendisinden değil. Bu savı
burada haklı çıkartan örnek, toplumsal ve siyasi uzlaşma kültürünün
yansıtıldığı Fransız Anayasası’dır.
Bir rejimin siyasal temeli ve
aktörleri, belirlenmiş karşılıklı ilişkiler ve kurallar çerçevesinde
birbirlerini tamamlar. Temel, böylece sağlam ve stabil; aktörler tutarlı ve
fonksiyonel olurlar.
Solun solda, sağın sağda ve
siyasi aktörlerin bu zemindeki teorik ve pratik tutum ve davranışları sosyal ve
ekonomik gerçekliğe uygun olduğu ölçüde toplumda çatışma ortamı, bölünme ve
kutuplaşma gibi risk taşıyan olgular etkisini kaybeder. Bütünleşme ve uzlaşma
kültürü ön plana çıkar. Oluşan böyle bir ortamda siyasi aktörlerin varlık
nedenleri yönündeki belirsizlikler de oradan kalkar. Herkes ne istediğini, neye
niçin karar vermesi gerektiğini ve neden iş yapma sorumluğu olduğunu belirlemiş
olur. Bu sadece siyasi bir kültürün varlığıyla değil, aynı zamanda bir uzlaşma
kültürünün gelişmiş olmasıyla ulaşılabilecek bir düzeydir.
Bir siyasal sistemin iddiası ne
olursa olsun, siyasi uzlaşma kültürünün yerleşmediği bir yerde, toplumsal
bölünmeyi ve kutuplaşmaların yarattığı riskleri bertaraf etmesi imkânsızdır.
Sonraki bölümlerde belirtileceği gibi, Fransa’nın, sistemde risk yaratabilecek
sorunları, sonradan ne gibi düzenlemelere giderek çözdüğünü göreceğiz.
Fransız Anayasası’nın öngördüğü
yarı-başkanlık modelinin uygulamadaki başarısı ve etkisi, bu kısa çalışma için
önemli bir olgu olmaktadır. Kaynağını Anayasası’ndan alan Fransa’daki model
yarı-başkanlık sisteminin ilk örneklerden biri olmasa da uygulama alanındaki yaygın
etkisi bakımından, bu sistemin en cazip örneklerinden biri olarak kabul
edilmektedir. 1958 Fransız Anayasası’nın
bu etkisini ve uzun ömürlü olmasının nedenlerini tartışan akademisyenler, söz
konusu Anayasanın sırrını kurumlara verilen formel güç ve yetkilerden ziyade
oluşturduğu siyasi kültürle ilişkilendirirler.
Fransız Anayasası, siyasi
aktörleri, gerek tek tek milletvekili ve senatörlerin seçiminde gerekse
cumhurbaşkanı seçiminde olsun kararlı bir uzlaşmaya zorlamaktadır. Aynı
şekilde, siyasi partilerin parlamentodaki çekişmeleri sonucunda ortaya çıkan
kriz ( kohabitasyon) dönemlerinde
cumhurbaşkanı, hükümeti ve parlamentoyu da uzlaşmaya zorlamaktadır. Buna göre
uzlaşmaz, katı ideolojik aktörlerin uzlaşmacı ve pragmatik aktörler şeklinde
hareket etmeleri gerekir. Böylece siyasi
krizin etkisi topluma fazla yansımadan aşılma imkanı buluyor. Çizilmiş katı
sınırlar korunmakla birlikte, esnek ve ölçülü (rasyonel) ilişkilerle kurumlar
arasındaki işbirliği zorunlu bir ilke işlevi görüyor. Rejime, rejimin organlarına, siyasi aktörlere
saygınlık ve itibar kazandıran da budur. 1960 yıllından bugüne kadar
Bağımsızlığına kavuşan çok sayıda ülke bu modeli almıştır. Bu model özellikle,
1990 yılının başlarında dağılan Sovyet ülkeleri için ayrıca bir esin kaynağı
olmuştur.
Yarı-Başkanlık modelinin
dayandığı Fransız Anayasasının yeteneği, tarafsız bir devlet modelini
savunmasıdır. Toplumsal consenüs’ün olduğu bir yerde devletin fazla
üstlenebileceği bir rolü kalmıyor. Toplumsal uzlaşma, toplumsal birlik
bilincinin siyasi bir olgusu olarak hayat bulur. Fransa’da sistemin iyi
işlemesinin sırrı, bu uzlaşmadadır. İdeolojik farklılıkları ortak bir uyuma,
toplumsal bir birliğe yönelten, Fransa siyasi kültürünün ortaya koyduğu
yetenek, budur. Fransa sistemini cazip
kılan da bu gelişmiş olgunluk tarzıdır.
Biçimi, uygulama alanı ve
niteliği konusunda farklı görüşler olsa da Rusya Federasyonu’nu, Fransız modeli
içinde değerlendirenler çoğunluktadır. Rusya Federasyonu, 17.075.400 km karelik
yüz ölçümüyle, 89 federal ve özerk bölgeden oluşan, dünyanın en geniş siyasi
birliğidir. Yarı başkanlık sistemi ve uygulamaları kapsamında Rusya Federasyonu
örneğine sonraki bölümlerde tekrar yer verilecektir.
Genel tanımına ilişkin verilen
örneklerden başka yarı-başkanlık ile ilgili yapılan sistematik tanımlardan biri
Givonni Sartori’ye aittir.
Givonni Sartori, yarı-başkanlık sisteminin gerekli kıstaslarını şöyle
sıralamıştır:
a- Başkan
sabit bir süre için doğrudan veya dolaylı, halk tarafından seçilir.
b- Başkan
yürütme yetkisini başbakanla paylaşır.
c- Başkan
parlamentodan bağımsızdır, fakat yalnız ve doğrudan hükümet etme, yani yönetme
yetkisine sahip değildir. Durum böyle olunca başkanın iradesi hükümet kanalıyla
hayata geçirilir.
d- Başbakan
ve kabinesi, başkandan bağımsız; fakat parlamentoya bağımlıdır. Hükümet
parlamentonun güvenine ve güvensizliğine tabidir. Hükümet her iki durumda da
parlamento çoğunluğunun desteğine ihtiyaç duyar.
e- İki
başlı otorite yapısı, her birimin özerklik potansiyeli devam etmek koşuluyla,
yürütme içinde farklı dengelere ve ağırlıkların kaymasına imkan verir.
Yarı- başkanlık modelinde
yönetim organları, yasama, yürütme ve yargı birimleri güçlü bir işbirliği
ilişkisi içinde etkinlik göstermektedirler. Güçler ayrılığı teoride gevşek
olmakla birlikte pratikte sıkı kurallarla görev ve etkinlik alanlarını
korurlar.
Bu sistemlerde yasamanın
ağırlığı gücünden ve etkisinden özellikle bir şey yitirmemektedir. Ancak
başkan’ın ve başbakanın parlamenter sisteme oranla güçlü yetkilere sahip
olduğu, bazı durumlarda yasamayı etkilediği de görülmektedir. Başkan’ın veto
yetkisine karşın yasamanın veto edilen bir yasayı tekrar görüşerek
yasalaşmasında direnme olanağı korunmaktadır. Durum böyle de olsa işler ve
ilişkiler bu sistemde parlamenter sistemdeki gibi bir karışıklığa yol açmadan
yürütülebilmektedir.
Fransa’dan sonra Polonya’da ve
Rusya Federasyonu’nda bazı farklarla bu modelin iyi işlediği kabul
edilmektedir.
Polonya’da yarı-başkanlık
sisteminin toplumsal ve ekonomik gelişme açısından başarı sağladığı, rejimde
istikrarı artırdığı, demokrasiyi toplumsal ve kurumsal planda güçlendirdiği
bilinmektedir. Aynı şekilde Rusya Federasyonu’nda da bu modelin toplumsal ve
ekonomik ilerlemede etkili olduğu görülmüştür.
Sonuç:
Yarı-Başkanlık sisteminin
parlamenter, ya da başbakanlık sistemine göre daha etkin olduğu yönündeki
görüşler yaygındır. İlk defa Maurice Duverger’in tanımlayıp kavramlaştırdığı
yarı-başkanlık, özetle cumhurbaşkanının sabit bir süre için halk tarafından
doğrudan ya da dolaylı seçildiği, başkanın yürütmenin bir kanadını oluşturduğu
sistemi ifade ediyor. Her ülkenin siyasal rejimi o ülkenin tarihsel, politik ve
sosyo-kültürel özelliklerine göre biçimlenir. Yarı başkanlık sistemi,
genellikle siyasi uzlaşma kültürünün gelişmiş olduğu ülkelerde varlık
bulmuştur. Bu sistemin çoğunlukla Avrupa kıtasında varlık bulmuş olması, bu
anlamda bir rastlantı değildir.
Türkiye’de uzun zamandır
tartışılan başkanlık sistemi, 14 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanının halk
tarafından seçilmesiyle, ortaya çıkan yeni tabloda, rejimin niteliğini
yarı-başkanlık modeline doğru yaklaştırmıştır. Ancak halihazırda bu yeni
tabloda görünen durumun yarı-başkanlık modelini yansıttığı söylenemez. Her
şeyden önce halk tarafından seçilen başkanın yetkileri, yürütmenin
pozisyonu, parlamentonun etkinliği ve
yargının konumu tam anlamıyla belirlenmiş değil. Halk tarafından seçilen
Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan ısrarla yetkilerinin artırılmasına ve başkanlık
sistemi tipine vurgu yapmaktadır. Bu yöndeki gelişmelerle ortaya çıkan ihtiyaç
ve taleplerin mevcut Anayasanın çerçevesinde karşılanması mümkün görünmüyor.
Hükümette bulunan AKP ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan bu gelişmeler paralelinde
Anayasa değişikliği veya yeni bir Anayasa yapılması konusunu sürekli gündemde
tutmayı sürdürüyorlar.
Öte yandan rejimin siyasal
organlarını önceki yapıdan farklı olarak daha etkin ve daha ileri hale getirme
arzusunu dile getiren siyasi kesimler, aydın ve akademisyenler Türkiye’de
demokrasinin kurumsallaşmasını ve sistemin sürekliliğini dinamize edecek düzenlemelerin hayata geçmesini engelleyen
üniter yapıdan hiç söz etmiyorlar. Üniter yapı, demokratikleşme ve başkanlık
sistemine engel bir olgu olmamakla beraber Turkiye’nin sosyolojik, etnik ve
politik yapısı gereği sorun teşkil etmektedir. Bilindiği üzere Fransa da
egemenlik biçimi bakımından üniter bir devlet,
ve zaman zaman bu yapının yol açtığı sorunları tecrübe etmiş ülkelerden
biri. Söz konusu ülkede üniter yapı ekseninde 1958’de hayata geçen Anayasanın
kaynaklık ettiği Fransız siyasal sistemi sonuçta bu egemenlik biçiminin
yarattığı sorunları çözmek için yapısında esneklik yaratma ihtiyacı duymuştur. Anayasada yapılan 2003
yılındaki bir değişiklik, üniter yapı geleneğini önemli ölçüde desentralizasyon
yönünde genişletecek düzenlemelere yer vermiştir.
İster mevcut haliyle ister
başkanlık tipinin herhangi birini tercih etme yönünde olsun, Türkiye’de
yapılacak yeni bir Anayasa çalışması, yukarıda sözü edilen gerçekleri göz
önünde bulundurmak durumundadır. Türk siyasal rejiminin egemenlik biçimi,
kuruluşundan beri sorun yarata gelmiştir. Etnik ve politik kutuplaşmanın,
toplumsal bölünmenin, baskının, şiddetin ve devlet terörünün ideolojik mayası,
bu üniter devlet biçimi olmuştur.
Başkanlık, yarı-başkanlık yada
başbakanlık bir bütün olarak bir ülkedeki rejimi değil, o ülkedeki siyasi
sistemin kurumsal biçimlerinden birini ifade eder. Kurumlar, demokratik bir
temelin üzerinde inşa edilmedikçe, bir bütün olan rejimin demokratik olması
beklenemez.
3- BAŞKANLIK
SİSTEMİ:
Başkanlık sisteminin en özgün
tipi ve ilk örneği Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ne aittir. Bu sistem
Amerika’da, İngiliz sömürgeciliğine ve monarşisine karşı başlatılan bağımsızlık
mücadelesi sonunda, 13 koloniden oluşan Kurucu Meclis’in 1787’de Phileadephia’da
toplanarak kabul ettiği Anayasa ile varlık bulmuştur.
Kaynağını bu mücadeleden ve
kabul edilen Anayasadan alan bu yeni tip Başkanlık sisteminin tarihsel
gelişiminin bir geçmişi olmayıp, söz konusu sistemin, Amerikan halkının İngiliz
monarşisine ve siyasal rejimine karşı bir tepkisinin ürünü olarak doğduğunu
söyleyenler çoğunluktadır. İngiliz siyasal sisteminden oldukça farklı yönlerden
özgünlükleri bulunan başkanlık biriminin temel özelliği, doğrudan halka
dayanmasıdır. Amerika’nın o günkü koşullarında ve o zamana kadar devletin
geleneksel meşruiyet temeli olarak, Kralın Kutsal Hakkı, yerine Anayasal
demokrasiler için gerekli olan yeni bir temele dayanma ihtiyacı bu sistemin
oluşmasında etkili olmuştur.”Kral yerine, halk tarafından bir başkanın
seçilmesi bu yeni temel için uygun olmuştur. Diğer bir deyişle “halk
egemenliği”, devlet otoritesinin yeni meşruiyet kaynağı olmuştur. Buna göre
halk tarafından seçilen bir başkanın kaynağını aldığı halktan başkasına karşı
bir sorumluluğu yoktur. Bu yanıyla başkanın sistem içindeki konumu rejimin
diğer organlarına göre çok güçlü bir görünüm arz etmektedir. Meşruiyetini
halktan alan başkanın güçlü konumu, yetki ve davranış sınırları uygulama
alanında bir çok yönden iyi sonuçlar doğurduğunu söyleyenlerin sayısı da oldukça
fazladır. Başkanlık sisteminde, rejimi oluşturan diğer organların etkin
katılımıyla, toplumda demokratikleşmenin, sosyal ve ekonomik gelişmenin, farklı
ideolojik ve politik kesimlerin uyumunun sağlanmasında olumlu katkıları
yaptığına kuşku yoktur. Bununla birlikte erkin tek kişide somutlaştığı bir
sistemde başkanın daha otoriter bir eğilime kayacağı da söylenebilir. Bunun
haklı bir kaygı olup olmadığını söyleyebilmek için, başkanlık sistemini rejimin
diğer organlarıyla birlikte ele alıp değerlendirmek gerekir.
Öncelikle bağımsız bir konumda
yetkileri bakımından oldukça güçlü görünen başkanın bu yetkileri kullanma imkânı
rejimde yer alan diğer organlarla sınırlandırılabilmektedir. Durumun daha net
anlaşılması için Amerikan sistemini ele alarak konuya açıklık getirmek
gerekiyor. Konu çerçevesinde Amerikan sistemi özgünlüğü bakımdan önemli bir
örnektir. ABD’deki sistemi takip eden çok sayıda ülkede tercih edilen başkanlık
sistemleri, bu özgün modelle benzerlikler taşısalar da, uygulama zemin ve
alanlarının farklı koşullarından dolayı önemli farklar sergiledikleri de
söylenmelidir. Bu farkların kayda değer olup olmadıkları, bu yöndeki
tartışmaların konuları arasında yerini hala koruyor. Ancak bu gibi ülkelerde
sistemin diğer organlarının ABD’deki gibi kararlı davranma eğiliminde
olmadıkları da hemen belirtilmelidir.
Daha açık söylemek gerekirse, anılan ülkelerde başkan “her şey“
demektir. ABD sisteminde ise “başkan çok şey” demektir ve
parlamentodan-kongreden-yasamadan bağımsızdır. Bu doğru ama aynı şekilde kongre
ve yargı birimleri bağımsız konumdadırlar. Konum, yetki ve davranış sınırları
katı bir biçimde Anayasa tarafından belirlenip çizilmiştir. Başka bir deyişle,
“başkan her şey” demek değildir.
ABD’de erklerin konumu, yetki
ve sorumluluk alanları katı bir biçimde birbirinden ayrı olarak belirlenmiştir.
Bunlar, Anayasada, bir diğerinin alanını
ve sınırlarını ihlal etmeyecek biçimde düzenlenmiştir. O halde, bir erkin diğer erk karşısındaki
varlık ve itibari ile ilgili teminatından kaygıya kapılmaya gerek yoktur. Bu
kaygılardan kurtulmak için her şeyden önce, başkanlık sisteminin ne olduğunu ve
hangi ön koşullarla var olduğunu bilmek gerekir.
-Başkanlık Sistemi Tanımı:
Başkanlık sisteminin genel
kabul gören tanımı kısaca şöyle: Hem yürütmenin başı hem de devlet başkanı olan
başkanın, sabit bir süre için halk tarafından seçildiği ve yasama organının
başkanı düşüremediği, başkanın da yasamayı feshedemediği bir sistemdir.
Başkanlık sistemini parlamenter sistemden ayıran temel özelliğin iki devlet
organının göreve geliş ve görevde kalma şekli olduğu da belirtiliyor. Daha sade
bir tanımlamaya göre de, “yasamanın yürütmenin görevine son verememesi “
biçimindedir. Bir bütün olarak parlamenter sistemdekinden ve kısmen
yarı-başkanlık sisteminden farklı olarak yürütme organının varlığı, yasamanın
desteğine muhtaç değilse, bu başkanlık sistemidir. Başkanlık sisteminde, devlet
ve hükümet başkanı, başbakanlı parlamenter sistemin ve yarı-başkanlık
sisteminin tersine, aynı kişidir. Başbakanlık ve bakanlar kurulu gibi kurumlar
aradan kalkmıştır.
Bu tabloda görülen başkanlık
konumuna rağmen, yukarda belirttiğimiz gibi başkan her şey demek değildir.
Böyle bir sistemde başkanlığın somutlaştığı yürütme, yasama ve yargı organlarının
demokratik sınırlar içinde birbirilerini denetlediği ve dengelediği “ayrı
güçlerin varlığı” söz konusudur. Yürütme sahasındaki erk tek kişiden, yani
başkandan oluşsa da yasama ve yürütme mutlak ve katı biçimde birbirinden
ayrılmıştır ve bağımsız organlarca kullanılır. ABD’de temsilciler meclisi ve
senato sistemin yasama temelini oluşturan, yürütmeden bağımsız kongreyi meydana
getirir. Anayasa yüksek mahkemesi de sistemin neredeyse dokunulmaz
organlarından biri olarak ağırlığını ve saygınlığını her zaman koruyacak
şekilde konumlandırılmıştır. Bu organların işleyişi ve ilişkileri birbirlerinin
davranışlarını köstekleyecek bir keyfiyete imkân vermeyecek şekilde ABD
Anayasası’nda düzenlenmiştir. ABD Anayasası’nda bu çerçevede denge ve fren
mekanizmalarıyla organların bağımsız nitelikleri güvence altına alınmakla
kalınmamış, bu organlar arasında
işleyişin ve işbirliğinin sürekliliğini sağlayan ilişkiler de açıkça
belirlenmiştir.
ABD’de, iki yüz yıldan bu yana,
çok temel değişiklilere uğramadan günümüze kadar devam eden başkanlık
sisteminin siyasal istikrarın sağlanmasındaki önemi her akademisyenin dikkat
çektiği konulardan biridir. Bu sistemin demokratik içeriğini şekillendiren ABD
Anayasası, aynı zamanda sistemin işleyiş biçiminin de temel taşlarını örmüştür.
Mevcut Anayasa’da özel vurgu yapılan hak ve özgürlükler gibi ilkeler, kişi,
grup ve kurumları devlete karşı güvence altında tutmayı öngörmektedir. Diğer
bir deyişle, Anayasa bu hakları koruyacağını açıkça taahhüt etmiştir. Tarihsel
süreç içinde uygulamadaki bu sistemin toplumsal gelişme, kişi hak ve
özgürlükleri alanında önemli ilerlemelere ivme kazandırdığı belirtiliyor. Bu
nedenle başbakanlı-parlamenter sisteme karşı, başkanlık sistemine düzülen
methiyeler sayısızdır. Dolaşımda, Yarı-Başkanlık ile başkanlık sisteminden
hangisinin daha demokratik ve işlevsel olduğuna ilişkin farklı görüşler de bir
haylidir.
Başkanlık sisteminde hükümetin
içte demokratik kültürün yerleşip güçlenmesiyle birlikte ekonomik ve siyasi
istikrar yaratacağı; dış politika, uluslar arası ilişkiler ve sözleşmeler
bağlamlarında daha aktif hareket edebileceği; bunun zaman ve enerji
tasarrufunda önemli bir olanak sağlayacağı ve sistemin işleyişini etkin hale
getireceği ayrıca pek çok akademisyen tarafından savunulmaktadır.
Bu görüş ve savunular, daha çok
ABD başkanlı sistemi örnek gösterilerek ortaya konmaktadır.
Bu çalışmada, Başkanlık
sisteminin oldukça yaygın olduğu Latin Amerika, Asya ve Afrika örneklerine pek
fazla yer verilmemektedir. Zira Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki başkanlık
sistemi uygulamalarının iç açıcı olmayan yanları çoktur. Bu yüzden başkanlık
sisteminin sakıncalarından bahseden akademisyenler ABD’deki sistemi değil,
genellikle bu diğerlerinin uygulamadaki bireysel eğilimlerini, karizma ve
davranışlarını temel almaktadırlar.
Sonuç:
Başkanlık sistemi Anayasal bir
kurumdur. Bir sistemde toplumsal düzenin işleyişi temel ilkelere göre
belirlenir. Bu ilkeler, ister demokratik ister otokratik olsun, her toplumda
kabul edilmiş bir Anayasa çerçevesine yerleştirilmiştir. ABD sistemi başkanlık
tipi de içinde olmak üzere rejimin diğer organlarının konumunu, ilişkilerini ve
işleyişini böyle bir Anayasal çerçeve içinde belirlemiştir. Bu sistem ABD
topluluklarının sosyal, siyasal ve kültürel mirasına ve karakterine uyum sağlayacak
özellikler barındırıyor. Başarısı varsa, bundandır. Latin Amerika’daki
ülkelerde sistemin anti demokratik eğilimlere kaymasına imkân veren, o
ülkelerin tarihsel, sosyolojik ve politik maddi temelleridir. Rejimlere olduğu
gibi idari birim ve sistemlere de, bu maddi temel özelliklerini yansıtır. İki
ayrı demokrasi kültüründe bile, bireylerin tutum ve davranışları,
duyarlılıkları ve refleksleri, ilişki ve iletişim biçimleri gözle görülür
farklılıklar gösterir. Bunlar gölgelerini az çok sistemin sosyal ve siyasal
kurumları üzerine düşürür. Bu nüanslar bir sistem için sıkıntıya yol açmaz ve
büyük sorunlar yaratmaz. Siyasal sistemin organlarının konumları, yetki saha ve
sınırları, ilişki biçimleri ve işleyiş alanları Anayasal temelde açıkça
belirlenmişse, sistemin bunun dışına kayması çok güçtür. ABD sistemi, kurumları
olduğu gibi bireyleri de kurallara bağlayan ve uymaya zorlayan bir sistemdir.
Belirtilen spesifik özelliklerden kaynaklanan durum ABD’de böyleyken, bunun başka bir ülkede farklı bir nüansla
uygulamaya farklı bir çehre ile yansıması, sistemi kusurlu göstermez. Sonuçta,
tıpkı bireyler gibi rejimin bir siyasal organı da belirlenmiş kuralların ve
sınırların dışına çıkmadığı sürece, genelleşebilen bir sıkıntıya yol açmaz.
ABD’de başkanın iç ve dış
politikadaki performansı ve ilişkilerinin başarısı, kongrenin; temsilciler
meclisi ve senatonun başkanla olan ilgi biçimine, ilişkisine ve tutumuna bağlı
olarak değişir. Kısacası, bu sistemde işler ve ilişkiler bir organın bir diğer
organı aşarak değil, tersine, organlar arasında güçlü ve sıkı bir koordinasyon
sağlanarak gerçekleşir.
Kuşkusuz, ABD Başkanlık tipi de
ABD’ye özgü niteliklerin bir yansımasıdır. ABD, 50’den fazla bağımsız birimden,
yani devletten oluşan birleşmiş bir bütündür. Bu bütün aynı zamanda kendi
içinde bölünmüş FEDERAL siyasi birimleri ifade ediyor. Her şeyden önce ABD, bu yönüyle bir
Meksika’dan ve Venezuela’dan doğal olarak farklıdır. Asya ve Afrika
ülkelerinden de farklıdır. Haliyle uygulama birinden diğerine sağlıklı
olmayabilir ve olmaz.
4- BAŞKANLIK
SİSTEMİ VE TÜRKİYE
Türkiye, bu fark göz önüne
alındığında, başkanlık sisteminin uygulama alanı açısından nasıl bir zemine
sahiptir?
Bu soru üzerinden konuyu
açmadan önce Türkiye sisteminin yansıdığı rejimin aldığı değişik niteliklerin
ve bu nitelikleri doğuran faktörlerin tarihi arka planından kısaca söz etmek
gerekir.
a- Türkiye
kuruluşundan bu yana birkaç sistemi denemiştir. Biçimde parlamenter bir sistem
olarak görünen TC sistemi 2.Dünya savaşının bitimine kadar katı, otoriter ve
tek partili bir sistemle yönetilmiştir.
Bu döneme kadar bu niteliğiyle rejime egemen olan sistemin demokratik
olduğunu söylemek mümkün değildir. Kurumsal olarak bir parlamento yapısı ve bu
parlamentonun belirlediği bir başbakan ve cumhurbaşkanı varsa da, iktidara her
zaman hakîm olan ve hükümeti biçimlendiren Cumhuriyet Halk Partisi ve ordu
olmuştur. Başka partilerin varlık göstermediği bu dönemin rejime ve sisteme
yansıyan niteliği, tek parti (CHP) yönetimi ve diktatörlüğüdür. Esas itibariyle
bu sistemin ne demokratik ne de parlamenter sistemle bir benzerliği vardır.
b- Sistemin
dayandığı rejim, üniter bir yapıya sahiptir. Türkiye’de var olan bütün etnik ve
kültürel varlıkları hala yok sayıyor. Bunları Türk etnisitesi içinde eritme
anlayışı ve ideolojisi katı ve sürekli bir politika olarak uygulanmıştır. Tek
millet, tek bayrak, tek din belgitleri; üniter devletin resmi ideolojisinin
temel argümanları olarak hala terk edilmiş değil. Cumhuriyet tarihi boyunca
buna karşı çıkan aydınlara, demokrat ve yurtseverlere, özellikle Kürt ulusal
gruplarına, örgüt ve partilerine,
giderek top yekûn Kürdistan halkına karşı çok sert önlemler alınmış,
yaşamlarına zalimce müdahaleler edilmiş, bu yöndeki eğilimler ve hareketler
terör araçlarıyla ve toplu katliamlarla bastırılmıştır.
c- Sisteme
ağırlığını koyan bu anlayış demokratik kurumların oluşmasına ve politik
ilişkilerin gelişmesine imkân vermeyen sert bariyerlere ve katı tedbirlere baş
vurarak ağırlığını sürdürmüştür. Tek parti egemenliği 1945 yılına kadar
devletin bütün işlerini, kurumları ve yönetim organlarını tek başına tayin
ediyor. Devletin silahlı gücü olan ordu, bu egemenliğin tek koruyucusudur.
d- 1945
yılında dünyadaki gelişmelerin de etkisiyle çok partili sisteme geçiliyor.
Fakat bu kitlelerden gelen bir talep değildir; bu daha çok iktidar güçlerinin
kendi aralarındaki uyuşmazlıkların ve çıkar çatışmalarının bir ürünüdür. Sistem
buna hazır olmadığı için siyasi kriz derinleşiyor ve 1960 yılında ordu “millet
ve devlet adına” yönetime el koyuyor.
e- Ordu
müdahalesinden kısa bir süre sonra 1961’de hazırlanan yeni Anayasa toplumun
kısmen demokratik taleplerini dikkate alan, kişi hak ve özgürlüklerine vurgu
yapan bir içeriğe sahip oldu. Rejim organlarının pozisyonu, konumu, görev ve
sorumluluk alanları yeniden düzenlendi. Tek parti yönetiminden çok partili
sisteme geçerken tespit edilen rejimin siyasi, idari ve hukuksal boşlukları
yeniden belirlendi. Parlamentoya ayrıca senato dahil edildi. Fakat devletin
üniter yapısına ve ideolojik niteliklerine dokunulmadı.
f- 1961
Anayasası’nın doğurduğu yeni sistem geçmişe göre daha demokratik ve ileri
özellikler taşımasına karşın, Türkiye’nin tarihsel, toplumsal ve kültürel
yapısını dikkate almadığından uzun ömürlü olmadı. Siyasi kriz 1960’lı yılların
sonunda daha da derinleşti. Toplumsal kutuplaşma, sınıfsal ve politik
farklılıkların yarattığı ideolojik çatışmaları rejim açısından tehlikeli bir
düzeye çıkarttı. Türk Silahlı Kuvvetleri o dönemin Cumhurbaşkanı’na 12 Mart 1971’de verdiği muhtıra ile sivil
hükümeti istifa ettirdi.
g- 12 Mart
muhtırası sonrasında şekillenen sistem, toplumsal ve politik gelişmenin hızını
kesemedi. Genel olarak toplumsal sınıf
ve kesimlerde politik yükseliş önemli bir ivme kazandı. Bu, 12 Mart Muhtırası
sonucunda sistemde toplumsal güçler lehine yapılan demokratik ve özgürlükçü bir
düzenlemeden kaynaklanmıyordu. Söz konusu muhtıranın böyle bir amacı zaten
yoktu. Her zaman olduğu gibi, çeşitli kılıflar içinde gerekçe uydurmak
Türkiye’deki iktidar güçleri için geleneksel bir manipulasyondu. Ordunun sivil
hükümeti yönetimden uzaklaştırmasının temel gerekçesi, hükümetin, artan terör
ve anarşinin önlenmesi yönündeki yetersizliği olarak gösteriliyordu. Uluslar
arası düzeyde devam eden soğuk savaş rüzgarlarının yol açtığı komünizm
hezeyanı, egemen güçleri, kısa süreli bir tedbir için de olsa, harekete
geçirmişti. Kişi hak ve özgürlükleri ve özellikle siyasallaşan Kürt hareketini
önlemeye yönelik caydırıcı olabilecek baskı yasaları dışında 1971 Muhtırası
kurumsal bir değişiklik yapmadı. 1961 Anayasası’nın belirlediği parlamento,
milletvekili, Senato ve temsilciler olduğu gibi bırakıldı.
h- Rejimin
siyasi organları ve güçleri arasındaki uyumsuzluk ve yetki karmaşası
hükümetlerin istikrarlı bir şekilde işleri yürütmelerini zorlaştırıyordu.
Sistem demokratik değildi ve geleneksel politikalarla sorunlar çözülmeye
çalışılıyordu. Bu kronik sağ yaklaşım
toplumsal kesimlerden yükselen taleplere, bildiği klasik usulle karşılık
veriyordu. Kitlelerden yükselen taleplere kulak tıkamak, siyasi krizi
derinleştiriyordu. Öncelikle Kürt ulusal hareketinde kaygı verici bir yükseliş
söz konusuydu. Türkiye’de açık bir kaos olduğu, ideolojik çatışmaların
yoğunlaştığı, sistem partilerinin birbirlerinin gırtlağına yapıştığı bir süreç
yaşanmaya başlamıştı. Milletvekili ve senatörlerin parlamentoda toplumun
değişik kesimlerini temsil kabiliyetleri zaten yoktu. Sistem ve kurumlar
toplumsal gelişmeler karşısında tamamen tıkandı. Parlamento işlemez hale geldi.
Koalisyona dayalı MC (Milliyetçi Cephe) hükümeti, hükümet etme yeteneğini
kaybetti. Siyasi uzlaşma kültürünün gelişmemiş olduğu bir ülkede sorunları
çözebilecek kişilerden veya kurumlardan sorumluluk beklemek boşunadır.
Toplumsal –psikolojik koşulları önceden adım adım hazırlanmış olan bir askeri
darbenin böylece ayak sesleri gelmeye başladı ve nihayet 12 Eylül 1980’de
Askeri Darbe gerçekleşti: parlamento dağıtıldı, hükümet düşürüldü.
TC
sisteminin yaklaşık altmış yıllık uzun tarihinin özeti böyle.
12
Eylül Askeri Darbesi (1982) Anayasası
12
Eylül 1980 Askeri darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası, geçen zaman içinde kimi
önemsiz değişikliklere uğramasına karşın, bir çok sosyal, etnik, siyasal,
ekonomik ve kültürel sorunun kaynağı olarak hala yürürlükte bulunan Türkiye
Cumhuriyetinin en uzun ömürlü Anayasası'dır. Belirtmek gerekir ki, bu Anayasa,
aynı zamanda hem devlet terörünün hem de fraksiyoner terörünün temel
kaynağıdır.
Söz
konusu Anayasa ile sistemde yapılmış olan önemli değişiklik, senatonun varlığına
son vermek olmuştur. Bunun dışında rejimin yapısında ve egemenlik biçiminde
geçmiş resmi yaklaşımlar aynı katılıkla korunmuştur. Bu yaklaşımlar demokratik
koşulların ürünü olmayan Anayasaların düzenlediği rejim organlarının bir
biçimine ve ilişkisine karşılık düşen parlamenter sistemin Türkiye gerçekleri
planında yetersiz kalmasında belirleyici olmuştur. Türkiye’yi parlamenter
sistemin bu biçiminden diğer biçimlere, yani yarı-başkanlık veya başkanlık
sistemine zorlayan faktör, sürekli sorun ve istikrarsızlık yaratan bu
yetersizliği aşma ihtiyacı olmuştur. Böyleyse, enine boyuna düşünülmeden,
Türkiye’nin ve Türkiye’de yaşayan etnik ve ulusal toplulukların gerçekleri göz
önüne alınmadan, herhangi bir Anayasal düzenleme veya sistemi değiştirme çabası
sonuçsuz kalacaktır.
Bir
sistemin konumu, yetki ve etki alanı,
ilişki biçimi ve işleyiş tarzı bir bütündür. Bu nitelikte hiçbir sistem
yetersiz kalmaz. Sistemin yetersizliği, sıralanan bu bütünün içinde var olması
zorunlu olan ilişkilerin hayat bulacağı imkanın yanlış veya eksik
kurgulanmasındadır. ABD, Fransa, Kanada, Finlandiya, Rusya Federasyonu,
Hindistan gibi ülke Anayasaları bu imkânları kapsayan güçlü bir öngörünün
ürünüdürler ve aynı zamanda iyi birer örnektirler.
Türkiye’de
demokratikleşmenin temel şartı, her şeyden önce toplumsal, siyasal ve ekonomik
boylamları titizlikle gözeten uzlaşmaya dayalı demokratik bir Anayasa’nın
varlığıdır. Anayasa bir sistemin işlevsel, yaşamsal ve stratejik temelidir.
Böyleyse, başkanlık sistemi tiplerinden biri öngörülürken, öncelikle nerden
başlanması gerektiği çok iyi bilinmelidir. Bir Anayasa toplumsal gerçekleri,
kalıcı ve sürekli olguların varlığını, sosyal ve politik yönsemeleri, istek ve
tercihleri kolektif bir kurgu üzerinde inşa etmedikçe, demokratik bir nitelik
kazanmaz ve insan yaşamını ve geleceğini güvence altına alamaz.
12
Eylül ürünü olan 1982 Anayasası’nın tosladığı duvar, bu olmuştur!
5- Değişim İsteğinin Görünümleri
Türkiye’de uzun zamandan beri
Anayasa ve sistem değişikliği sorunları tartışılmaktadır. 1982 Anayasası’na
yönelik genel bir toplumsal değişiklik talebi sürekli söz konusu edilmiştir.
Akademisyenler, siyasiler, aydın yazar-çizerler ayrıca bu değişikliğin gerekli
olduğuna ilişkin genel bir görüş ve eğilim ortaya koymuşlardır. 2002 yılından
bu yana özellikle siyasi çevreler ve parlamentoda temsil edilen partilerin
temsilcileri son zamanlarda bu soruna daha çok odaklanmış görünüyorlar. Bunların arasında şu anda hükümet etmekte
olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Anayasa ve sistem değişikliği konusunda
daha fazla istekli ve hararetli bir tutum sergiliyor. 12 Eylül 2010’da Anayasa
Değişikliği Referandumu sonucunda %57.88 oy oranıyla kabul edilen
değişikliklerle, 10 Ağustos 2014’te, Cumhurbaşkanı, halk tarafından seçildi ve
sistem tartışmaları cumhurbaşkanı ağzından güncelliğini korumayı sürdürdü.
Fiili durum gösteriyor ki, devlet başkanlığı ve sistemin diğer organlarının
halihazırdaki pozisyonları, yetki ve ilişkileri parlamentarizmden kayarak yeni
bir çehre almaya doğru yönelmiş bulunmaktadır.
AKP Parti hükümeti, bakan ve
milletvekillerinin, Cumhurbaşkanı R.T Erdoğan’ın işaret ettiği istikamette göre
davrandıklarına/davranacaklarına kimse kuşku duymuyor. Bu nedenle birinci
ağızdan R.T Erdoğan’ın eğilimli olduğu başkanlık tipini analiz etmek, eğilimlerin
hangi yönde şekillenip seyredeceğini tespit etmek açısından yararlı olacaktır.
6- Nasıl Bir Başkanlık Tipi?
Daha önceki bölümlerde
belirtildiği gibi, parlamenter sistemden başka uygulamada çok sayıda ülkenin
benimsediği iki başkanlık sistemi tipi vardır: Yarı-Başkanlık sistemi ve
Başkanlık sistemi. Türkiye’de tartışmanın odağında olan başkanlık tipi,
ikincisidir.
Türkiye’de 10
Ağustos 2014 tarihinde düzenlenen halk oylamasında seçilen Cumhurbaşkanı
R.T.Erdoğan’ın seçilmeden önce sık sık vurguladığı ve arzuladığını ima ettiği
başkanlık tipi, bu ikinci tiptir. Seçildikten sonra da Yarı-Başkanlık tipini ne
kavramsal düzeyde ne de ima yoluyla ifade etmediğine göre, odaklandığı
başkanlık tipi, bu ikinci tip olmalıdır. Bu kanaati güçlendiren açık bir diğer
durum, Türkiye’de yapılan Anayasa değişikliği sonucunda, Cumhurbaşkanının halk
tarafından seçilmesiyle Yarı-Başkanlık sistemine fiilen geçilmiş olmasıdır.
Tartışmalar başkanlık üzerinden devam ettiğine göre, istenen ikinci tip
başkanlık sistemidir. Bu incelemenin konuyla ilgili taradığı R.T. Erdoğan’a ait
TV’lerde ve yazılı basında yer alan açıklamaları veri alındığında da sonuçlar,
aynı başkanlık tipine işaret ediyor.
Gerek R.T.
Erdoğan gerekse hükümette bulunan AKP kurmayları, eski ve yeni başbakanlar da
dahil, başkanlık sisteminin uygulamadaki örneklerinden hangisini tercih
ettikleri konusunda herhangi bir ülkedeki modeli işaret etmiş değiller. Bu
konuda bir görüş oluşturmak veya bir öngörüde bulunmak için elimizde yeterli
veri bulunmamaktadır.19 Mayıs 2016 tarihinde Türkiye TV kanallarından birinde
Türk Gençleriyle birlikte konuk olan Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın, söyleşinin
bir bölümünde, başkanlık sisteminden bahsederken, genel olarak Latin Amerika
ülkelerini örnek vermesi dikkatten kaçmamıştır. Fakat somut bir görüş
oluşturmak için bu genellemenin yeterli bir veri olacağını sanmıyoruz. Yine de
burada soruna ilişkin oluşturulacak hipotezler açısından bu veri göz ardı
edilmeyecek kadar önemli görünmektedir.
İncelememizin
önceki bölümlerinde yarı-başkanlık veya başkanlık sisteminin uygulandığı
ülkelerdeki başarısına, o ülkelerin sahip olduğu tarihsel, politik ve kültürel
mirasın yanı sıra, o ülkelerin sosyolojik ve kültürel yapısının temel
oluşturduğunu belirtmiştik. Türkiye tarihsel, sosyal ve etnik planda çok farklı
kültürel boylamalara sahip bir coğrafyadır. Siyasal rejim bu temel olgulara
göre şekillenmelidir. Demokrasiyi, toplumsal barışı, siyasal ve ekonomik
istikrarı garanti altına alacak olan bu temeldir.
6.1-Kültürel
ve Etnik Realite
Türkiye,
sosyolojik, etnik ve kültürel bakımdan farklılıklara dayanan bir ülkedir. Bu
farklılıklar üniter devlet yapısı içinde zaman zaman sosyal, sınıfsal ve
siyasal sorunların büyümesinde ağırlıklarını koyabiliyorlar. Çok uluslu bir
yapıya sahip olan Türkiye, ideolojik planda, bu farklı olguları yok sayıyor.
Homojenlik bu ideolojinin katı bir paradigması çerçevesinde politize olmuştur.
Bu ideolojik paradigmaya göre, Türkiye halkının %99’u müslümandır. Yine
politize olmuş bu paradigmaya göre,
Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür. Somut verilerse, üniter egemenlik
ideolojisinin bir hezeyanı( deliriumu) olan bu homojenik iddianın tersini
söylüyor:
1)- Türkiye’de
insanların benimsediği inançlar temelinde çok sayıda dinsel topluluk, kurum ve
cemaat var. Değişik inanç sistemlerine göre yaşayan farklı mezhep ve tarikatlar
var.
2)- Türkiye’de
yaşayan herkes Türk değil. Türkler Türkiye’de yaşayan Türk olmayan etnik
grupların toplamı karşısındaki etnik azınlıklardan biridir. Arap, Laz,
Çerkez, Abhaza gibi topluluklar dışında yaklaşık 35 milyon Kürd ve Ermeni var.
Türü, tipi ve biçimi ne olursa olsun; belli
bir siyasal sistem, belli bir sosyolojik temel üzerinde inşa edilir. Bu
sosyolojiyi ontolojik bağlamları içinde ele almayan hiçbir sistemin yaşama
şansı yoktur. Sosyal olgu, kendine uygun bir siyaset tarzı ve siyasi sistem
üretir. Rejimi oluşturan, bu sosyal olgunun türevleridir. Böylece siyasi
olgulara biçim veren, sosyal olgunun karakteridir. Bazı hallerde koşullar
siyasi olguyu sosyal olgunun önüne koysa da, siyaset türediği olgudan bağımsız
hareket edemez. Aralarındaki bir kopukluk veya tutarsızlık sosyal olguyu
siyasal olguyla anında karşı karşıya getirir. Bu kaçınılmaz karşı karşıya
geliş, mutlak olarak siyasetin aleyhine sonuçlanır.
Türkiye, siyasi tarihi boyunca
bu gerçeği tecrübe etmiş ülkelerden biridir. Toplum ve siyaset sürekli bir
çatışma halinde olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında Parlamenter sistemin
çöküşünü hazırlayan koşullar, parlamentarizmin yetersizliği değil, Türkiye’de
siyasal rejimin göz ardı ettiği kültürel, etnik ve ulusal gerçekliklerin
(olguların) yarattığı sorunlardır. Türkiye’de Parlamentarizm ve ona bağlı
rejimin öteki siyasal organları, söz konusu sosyolojik ve kültürel
gerçekliklere göre değil; ideolojik ve siyasal olarak varlığını homojen ve
üniter bir yapıya dayandırdığından sürekli zaafa uğramaktadır.
Sözü edilen temel sosyolojik
olgular ihmal edildikçe, rejimde hangi siyasal organın konum ve alanını değiştirseniz,
sonuç farklı olmayacaktır.
6.2- Türkiye’de
Ölü Doğan Bir Sistem: Yarı Başkanlık
Türkiye, 10 Ağustos 2014
yılından beri fiilen yarı başkanlık sistemi ile yönetiliyor.
Yeni olmasına ve yetkileri
tartışma konusu edilmesine karşın Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, Fransa ve Polonya
örneğindeki başkanlardan çok daha etkin hareket ediyor. Hem iç hem dış
politikada oynadığı rol başbakanı ve bakanlar kurulunu geride bırakmış
görünüyor. Parlamento ve yasama üzerindeki ağırlığı tartışılmayacak derecede
artmış bulunuyor. Parlamentoya, örneğin Meclis İç Tüzüğünü değiştirmeleri için
talimat veriyor! Şu yasayı çıkarın, bunu ilga edin diyebiliyor. Öyle ki, yarı
başkanlık sisteminin kurumlaştığı Rusya Federasyonu’nda süper düzeyde etkin
olan devlet başkanı Viladimir Putin’in karizması, R.T. Erdoğan’ınkine göre halihazırda
önemsiz kalıyor. Öte yandan seçildiği iki yıldan bu yana hukuksal ve yönetsel alanlar
üzerinde gücünü iyice artırdığı gözlenen Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin kronik ve
temel sorunlarından biri olan Kürd Sorunu’na karşı, başlangıçta muhafaza ettiği
olumlu ilgisini kaybetmiş görünüyor. 7 Haziran 2016 seçimlerinden hemen sonra artan
kimi terör eylemleri ile ilgili bir beyanatında açıkça “ Kürd sorunu yoktur,”
dedi. Bununla birlikte devletin yapısı ve siyasal rejimin idari ve kurumsal
niteliği konusunda daha tutucu bir eğilim içine girdiğinin belirtileri giderek
daha da netlik kazanıyor. Her fırsatta, üniter devletin ideolojik bir argümanı
olan “ Tek millet, Tek devlet, tek bayrak” söylemini dillendirmekten geri
kalmıyor.
Hatırlatmak gerekiyor: Yarı
başkanlık sisteminin uygulandığı ülkelerin başında gelen Fransa,1958
Anayasası’nda devletin üniter niteliğine vurgu yapmış olmakla birlikte,
sonradan bu yaklaşımın Fransa’nın sosyolojik ve etnik doğasına aykırı olan
yanlarını görmüş ve 2003’te başta Korsika’nın statüsü olmak üzere bölgesel
desentralizasyona olanak tanıyan düzenlemeler yapmak zorunda kalmıştır. O
zamana kadar sık sık toplumsal sorun yaşayan ve terörle boğuşan Fransa, bu
demokratik düzenlemelerden sonra önemli oranda terör olaylarından ve siyasal
kutuplaşmaların yol açtığı toplumsal çatışmalardan az çok yakasını
kurtarabilmiş, siyasi sistemi büyük ölçüde rahatlatmıştır.
Fransa’da, üniter devlet
yaklaşımının yol açtığı toplumsal, siyasal ve ekonomik aksaklıkları giderme
yönünde, özellikle yerel yönetimlere ilişkin bölgesel idari planlama
gereksinimleri 2003’ten çok önce, daha 1981 yılında Cumhurbaşkanı F. Mitterand
tarafından tespit edilmişti. Bu tespitten, Türkiye’nin alması gereken çok
önemli bir ders vardır. Mitterand şunları söylüyordu:
“Fransa’nın kurulabilmesi için,
geçmişte, güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün ise,
dağılmaması için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere
bırakılması zorunlu hale gelmiştir.”
Rusya Federasyonu, bilindiği
gibi,89 birime bölünmüştür. Bu federasyonu oluşturan birimler ve cumhuriyetler
merkezi hükümetten bağımsız, kendi kendilerini yöneten topluluklardan ve
devletlerden oluşmaktadır. Rusya Federasyonu, Duma Meclisi ve Federal Meclis
olmak üzere çift meclislidir. ABD ve
Fransa’dakine benzer nitelikleri vardır. 450 üyeli Duma, halk temsilcilerinden;
178 üyeli Federal Meclis, cumhuriyetlerden, eyaletlerden ve özerk bölgelerden
ikişer temsilciden oluşmaktadır.(ABD’de meclis ve Senato)
Rusya çok uluslu, çok karmaşık
bir etnik yapı göstermekle birlikte cumhuriyetlerin, eyalet ve özerk bölge
statüleri açık biçimde belirlenmiş ve bunların her birinin bağlı bulundukları
kendi anayasal çerçeveleri vardır. Rusya federasyonu bir bakıma bağımsız cumhuriyetler
ve birimler federasyonu olarak tanımlanabilir. Ayrıca, nüfüs oranı ve
yaşadıkları coğrafi alan miktarı ne olursa olsun Rusya’daki etnik topluluklar
kendi dil ve kimliklerine, eşit siyasi haklara sahiptirler. Bu durum,
halkaların bir arada yaşaması, toplumsal gelişme, çoğulcu kültürel zenginlik ve
ekonomik ilerleme için uygun bir ortam oluşturuyor.
Türkiye’de başkanlık sistemiyle
birlikte Türkiye’de yaşayan değişik kültürel ve ulusal topluluklara karşı
siyasi yaklaşım tarzında da hem ideolojik hem de pratik değişim şarttır. Bu
açıdan Rusya Federasyonu dikkate alınması gereken değerli örnekler sunuyor.
Saha genişliği bakımından Rusya
ile Türkiye’nin idari ve demografik farkları,etnik ve coğrafik özellikleri
zorlaştırıcı bir rol oynarsa -ki bizce bu ihtimal yoktur- Fransa’dan başka,
Polonya modeli ayrıca parlak örneklerdendir.
Aksi takdirde, iki yıldır
uygulamada olan yarı-başkanlık modeli, ölü doğmuş bir model olarak siyasi
tarihe geçer- kanımızca geçmiştir de. Bu modelin bu haliyle Türkiye’de bir
arada yaşama, toplumsal barışa, çoğulcu demokratik anlayışın hakim olmasına bir
katkısı ve etkisi olmaz.
AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın özel ajandasında yarı-başkanlık değil de başkanlık sistemi varsa,
Başkanlık sisteminin ayrıca toplumun demokratikleşmesinde, toplumsal barış ve
huzurun sağlanmasında neden avantaj veya dezavantajlarının olduğunu tekrar
gözden geçirmekte fayda olacaktır.
6.3- Başkanlık Sistemi
1787’de Kurucu Meclis
tarafından kabul edilen bugünkü ABD Anayasasıyla birlikte uygulamada olan
başkanlık sistemi, o tarihte 13 ayrı koloninin temsilcilerinin üzerinde anlaşıp
uzlaştıkları modern zamanların ilk federal devlet modelinin bir yansıması
olarak varlık bulmuştur. Bugün dünyanın pek çok ülkesi bu sistemle
yönetilmektedir. Özellikle çok kültürlü, çok uluslu ve farklı etnik
toplulukları barındıran ülkelerde bu sistemin iyi işlediğine, demokrasinin
gelişmesinde önemli rol oynadığına, sosyal barışı ve siyasal istikrarı
sağladığına inanılmaktadır.
Bu sistemin temel özelliği,
heterojen bir toplumun, başka deyişle birbirinden farklı toplumsal ve kültürel
niteliklerin özgürce bir arada veya yan yana olmasıdır.
ABD dışında, Latin Amerika’da
Meksika ve Venezuela bu tipteki ülkelerdir. Bu ülkelerin sosyolojik ve etnik
temeli ile siyasal rejim organları ve Anayasaları birbirine çok benzerler.
Doğal olarak Başkanlık sistemi tipleri de bu benzerliği yansıtmaktadırlar.
Durum bu planda ele alındığında, örnek verilen bu ülkelerdeki başkanlık
sistemlerinin de uygulamada genel olarak başarılı bir performans ortaya
koyduklarını göstermektedir.
Latin Amerika ülkelerinde
başkanlık sisteminin zaman zaman kritik siyasi kaymalara müsait olmasını,
Anayasalarda belirtilen güçler ayrılığı çerçevesinde, siyasi organların kendi
bağımsız niteliklerini etkilemeye yönelik dış girişimler karşısında yeterli
duyarlılığı ve gerekli direnci ortaya koyamamaları ile açıklamak bizce daha
doğrudur. Bu durum, federal ve özgür bölgelerin siyasi statülerinin yapısından
ziyade, şekilsiz bürokrasinin cesaretlendirdiği siyasi yöneticilerin kişisel
özelliklerinden kaynaklanıyor olabilir. Federal yerel başkanların yanı sıra
ülkedeki merkezi federal cumhuriyetin başkanlarının kişisel özellikleri de
başkanlık kurumunun zaman zaman otoriter bir eğilime kaymasında rol oynayabilir.
Otoriter eğilim böylece palazlanma imkânı bulabilir. Yasa buna imkân vermiyor,
ama insan böyle bazen gözü kör bir sapmaya açık bir varlıktır da. Ne yazık ki,
demokrasi ve siyasi kültürün egemen olmadığı toplumlarda, bunun için
alınabilecek hiçbir önlem yoktur. Ayrıca kişisel tutkulardan tamamı ile
münezzeh insanı bulup seçmemize yardımcı olacak hiçbir imkan da yoktur. Yine de
bu gibi durumlar sözü edilen ülkelerde sıklıkla rastlanan bir eğilim değildir.
En kutsal ilkeyi çiğneme cesareti, sadece bürokraside mevcuttur! Bu bir yana,
Türkiye’ye dönelim…
Başkanlık sisteminin bu
örneklerinden sonra Türkiye’de başkanlık sisteminin hangi görünümleriyle
karşılaşılacağı pek kestirilemiyor. Türkiye’de demokrasi bilinci, uzlaşma
geleneği ve barışçıl siyasi kültür zayıftır. Doğası gereği üniter devlet
yapısı, ülkedeki toplumsal düzenin otoriter olmasına bütün ideolojik
araçlarıyla birlikte zemin hazırlayan bir olgudur. Türkiye devleti ideolojik olarak
homojen bir topluluğu ve buna ait kültürel değerleri öne çıkartan bir yaklaşım
sergilemeye devam ediyor.
Oysa gerek yarı-başkanlık
gerekse de başkanlık sisteminin uygulamada olduğu ülkelerin hemen çoğunda
varlık bulan rejimlerin nitelikleri ve yaklaşımları çoğulcu kültürel etnik ve
ulusal olgulara paralel şekillenmiştir. Otoriter kaymalara açık olduğu
düşünülen Latin Amerika’daki başkanlık sitemlerinde bile bu paralellik hem
siyasal hem de anayasal düzeyde gözle görülür biçimde gözetilmektedir.
Durum böyleyken Türkiye
egemenlik biçimi hala Türk etnisitesine dayalı ideolojik bir paradigmada ısrar
ederse, öngörülen başkanlık sistemi tipi uygulamada bu çoğulcu kültürel, etnik
ve ulusal farklılıklar üzerinde nasıl inşa edilebilir?
6.4- Türkiye’de siyasi çıkmaz,
Başkanlık Sorunu değil, Kürd Sorunudur
Yukarda değinilen olgular, Türkiye’de demokrasinin sık sık tıkanmasına,
toplumsal kutuplaşma ve çatışma ortamının devam etmesine, zaman zaman genel bir
tedirginliğe yol açan etnik savaş gibi yıkıcı sonuçları olan olayların
yaşanmasına yol açıyor. Savaşın etnik ve ulusal aktörü Kürtlerdir ve bu savaş
yoğunluğunu zaman ve koşullara göre derece derece düşürüyor veya yükseltiyor.
Türkiye siyasal rejiminin ideolojik yaklaşımı ve egemenlik biçimi değişmedikçe
Kürd sorunundan dolayı giderek daha fazla can ve mal kaybına yol açan, ulusal
ve etnik kutuplaşmayı derinleştiren; demokratik ilişkileri tıkayan, barışçıl ve
uzlaşma kültürünün gelişmesi önünde engelleyici bir rol oynayan bu savaş derece
derece aratarak devam edecek gibi gözüküyor.
Kürd sorunu siyasi bir
sorundur. Çözümü de siyasidir. Kürtler 30 miliyona yakın bir nüfusuyla
yaşadıkları bölgelerde ve Kurdistan’da, bu anlamda bir siyasi hakka ve statüye
sahip değiller. Bu demokratik, kültürel ve siyasi haklar Türkiye Kurdistanı’nda
çeşitli Kürt grup ve partileri tarafından sıkça vurgulanıyor ve bu çerçevede
yoğun bir demokratik mücadele söz konusudur. Ayrıca Kürtler geçmişe göre,
kendilerine siyasi bir statü tanınması yönünde daha ateşli çalışmalarda
bulunmaya devam ediyor. Bu sosyolojik, etnik ve ulusal gelişmeleri öngörmeyen
ve bunun ilerde yaratabileceği sorunları savsaklayan herhangi bir sistem
değişikliği, Türkiye halklarının geleceğini güvence altına alamaz ve
demokrasinin gelişmesine katkıda bulunamaz. Bu anlamda Türkiye’deki siyasi
çıkmaz, başkanlık sorunu değil, temelde Kürd sorunudur.
Bu sorun Türkiye gibi çoğulcu
kültürel, etnik ve ulusal farklılıkları barındıran ülkelere bakılarak
kolaylıkla çözülebilecek bir sorundur. Belli farklarla bölgesel statüler konusunda
Fransa; önemli görünümlerle etnik ve ulusal çerçevede Rusya Federasyonu; ayrıca
bu paralelde etnik ve ulusal nitelikli partilerin varlıklarını güvence altına
alan Polonya ve Hindistan tecrübeleri, sözü edilen çözüm için makul imkânlar
sunuyor. İki yüz yıldan fazla bir zamandır uygulamada olan istikrarlı siyasi
sistem biçiminin en caziplerinden ABD, yine bu sistemin birer türevi olan Meksika
ve Venezüela örnekleri, Türkiye için önemli ölçüde yararlanılabilecek modeller
olarak göz önüne alınabilir.
Sosyolojik, etnik ve kültürel
temele uymayan hiçbir sistem, barışçıl, demokratik bir nitelik kazanamaz. Bu
anlamda Türkiye’de başkanlık sistemini yeniden inşa ederken, bu sosyolojik
olguyu göz ardı eden bir yaklaşım, demokrasiye değil, otoriterizme davetiye
çıkartmaktan başka bir iş yapmış olmaz.
Türkiye devleti kuruluş doğası
ve paradigması gereği zaten otoriter bir sisteme sahiptir. Öyle de olsa bu tip
bir siyasal yapıya dünyada yer verilecek bir ülke kalmamıştır. Dolayısıyla bu
devlet doğası ve paradigması değişmedikçe, sistemin herhangi bir organını yasal
yetkilerle güçlendirerek yeniden şekillendirmek, demokratik bir reform olarak
nitelendirilemez. Böyle bir yaklaşım özellikle Kürtleri gerer; haklı neden ve
gerekçelerle onları kutuplaştırıp ayrıştırır. Türkiye’de çatışma ve etnik savaş
borazanları çalmaya devam eder!
6.5- Başkanlık Sistemi ve
Kürtler
Bir bütün olarak Kurdistan
coğrafyasının kuzeyi Türkiye Cumhuriyetinin egemenlik sahası içindedir. Kürtler
bin yıllardır yoğunlukla bu bölgede yaşamaktadırlar. TC devleti kuruluşundan
hemen sonra Kürtlerin bütün kültürel, ulusal-etnik ve siyasi haklarını inkar
etti, onların varlığını, dilini ve varlığını yok saydı. Türkiye devleti üniter
yapısıyla egemenlik biçimini Türk etnisitesi üzerinde inşa etti. Onun ideolojik
argümanları, bu yüzden tek millet, tek devlet, tek bayrak olgusu etrafında
biçimlendirilerek ifade edildi, ediliyor.
Kürtler, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana
toplumsal, kültürel ve siyasi haklarının verilmesi çerçevesinde mevcut
devletten talepte bulunuyorlar ve bu çerçevede mücadele ediyorlar. Ne var ki TC
devleti bu taleplere karşı her seferinde çok sert yöntemlerle karşılık verdi,
vermektedir. Katliamlara başvurdu, Kürt nüfusunu dağıtmak için aşiretleri
dağıttı; aydın ve siyasi önderleri idam etti; demografik yapıyı çökertmek için
bir çoğunu kitleler halinde Kurdistan’dan uzağa Türkiye’nin batı bölgelerine
sürdü. Üniter egemenlik devlet ideolojisine göre zaten “Kürd diye bir halk”
yoktu. Onlar da Orta Asya’dan gelen dağlı Türklerin bir koluydu! Doğal
karakterlerini, kültür ve dillerini bu yaklaşım doğrultusunda “Türk karakteri”
içinde asimile etmeye çalıştı. Ne var ki yalan ve uydurmalar üzerine inşa
edilen bu yaklaşımın ürünü olan politikalar bu doğrultuda başarılı olmadı.
Bugün Türkiye’de Kürt ve Kürdistan sorunu hala toplumsal, siyasal ve etnik
kutuplaşmayı besleyen, demokrasinin kurumlaşması ve toplumsal barışın
gerçekleşmesi önünde büyük bir engel olarak varlığını sürdürüyor.
Bu gerçeğe gözünü kapatan
egemen siyasi güçler, sistem partileri ve resmi bürokratik kurumlar geçmişin
ideolojik etkisinden hala kurtulabilmiş değiller. Bırakalım Kürt sorununun
varlığını, Kürtlerin bir halk ve ulus olarak varlığını bile hala yarım
cümlelerle telaffuz eden Türk siyasileri, parti ve parti liderleri var. Bu
kesimlerde bile Kürtlerin varlığını yarım cümlelerle ifade etmenin tarihi
yenidir. 1991 yılında seçim çalışmaları için Diyarbakır’a gelen Doğru Yol
Partisi (DYP) lideri Süleyman Demirel burada ilk defa “Kürt” kelimesini ağzına
aldı ve “ Kürt realitesini tanıyoruz,” dedi. TC devlet adamlarının ikinci
kuşağını temsil eden S. Demirel’in bu yaklaşımının temelinde siyasi bir amaç
yoktu; seçimler nedeniyle partisine Kürtlerin bir kısmının desteğini sağlamayı
amaçlayan pragmatik bir yaklaşım vardı. Amaç buydu ki, seçimlerden sonra bu
yaklaşımın siyasi düzeyde lafı bir daha edilmedi.
En son AKP lideri ve bugünkü
Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, 2002 yılında, yapılacak genel seçim öncesinde,
Diyarbakır’da, “Kürt realitesini tanıyoruz” diye tekrarladı ve ekledi: “Kürt sorunu,
benim sorunumdur.” dedi. R.T. Erdoğan’ın bu çıkışı Kürtlerin ilgi ve
sempatisiyle karşılanmıştı. Kürt sorununun çözümüne ilişkin yaygın bir kanaat
oluştu. Bu tarihten sonra Haziran 2015 tarihinde aynı kişi, bir süre önce
Urfa’nın Suruç ilçesinde PKK örgütünün üstlendiği bir eylem dolayısıyla
gazetecilerin sorularından birini yanıtlarken; “ Ne Kürt sorunu? Kürt sorunu
diye bir sorun yoktur!” deyi verdi.
Yeri gelmişken Cumhurbaşkanı
R.T Erdoğan’ın değişen bu tutumunun arka planını hatırlatmakta yarar vardır.
2002 yılından bu yana Kürtlere sıcak mesajlar gönderen ve ilgisini bu çerçevede
gösteren o günün başbakanı, bugünün devlet başkanı Erdoğan “çözüm süreci” adı
altında ifade ettiği toplumsal barış ve demokratikleşme paketinin hayata
geçmesi için Kürtlerin değişik kesimlerini, örgüt ve partilerini değil, terör
örgütü diye nitelediği PKK’nin etki ve kontrolü altındaki BDP’yi muhatap
alıyordu. Vaktinde bu tutumunun altında bir samimiyetsizliğin bulunduğuna
işaret eden Kürd aydınları olmuştu. Ne var ki Kürt siyasetindeki felsefi ve
fiziki dağınıklık ve PKK’nin dayandığı kitlesel siyasi güç ve manipulatif medya araçları bu gerçeğin hemen fark
edilmesine imkan vermiyordu.
Sonuçta PKK’nin terör
eylemlerini gerekçe göstererek Kürt sorununa karşı giderek katılaşan
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tutumunu, cumhuriyetin geleneksel ideolojik temeli
olan yaklaşıma geri dönmek olarak yorumlamak, haksızlık değildir.
Gerçek buysa, Başkanlık
sisteminin Türkiye ve Kürtler için yeni bir şey getirmeyeceğine ilişkin
kuşkulara sahip olmak, yersiz değildir. Başkanlık sistemi, bunun hangi tipi ya
da modeli örnek alınırsa alınsın, her şeyden önce özgür çoğunluğun kendi
statüsünü kendisinin tayin etme ve geleceği hakkında karar verme üzerinde kendi
tasarruf hakkını ve iradesini kullanma koşuluna dayanıyor. Kürtleri yok sayan,
onların hakkı olan sosyal ve siyasal statülerini açıkça kabul etmeyen bir
siyasi yaklaşım, başkanlık sistemiyle Türkiye’ye yeni bir şey getirmiş
olmayacaktır. Türkiye cumhuriyeti siyasi tarihinde bugüne kadar olan sorunlar
daha da artarak devam eder.
Başkanlık sistemi, Kürtlere
eşit ve ayrı, bir arada veya yan yana bir statü hakkı tanımadan gerçekleşme
koşullarına sahip olmaz. Türkiye’de demokrasinin ve demokratikleşmenin ön
koşulu da budur. Kürtlerin eşit ve ayrı, özgürce bir arada veya yan yana
statüsü, federal sistem içinde mümkündür. Başkanlık sistemlerinin uygulamada
olduğu ülkelerin hemen hepsinde, federal rejimler söz konusudur. Türkiye’de
öngörülen başkanlık tipi bunlardan farklı olmayacaktır. Öyleyse, Anayasa yapımı
süreci dahil, öngörülen başkanlık sistemi toplumun sosyal, çoğulcu kültürel,
etnik ve ulusal gerçekliklerine dayanmak zorunda. Anayasa, bu gerçekliklerin
doğasına, iradesine ve siyasi konumuna uygun bir uzlaşmanın ürünü olmalı ve bu
gerçeklikleri katı biçimde güvence altına almalıdır. Benzer sorunlarla boğuşan
ülkeler bu yol ve tecrübelerle daha az zaman, daha az ekonomi ve enerji
harcayarak, sorunları kısa sürede çözmeyi başarmışlardır. Kürtlerin federatif
bir statü içinde konumlarının belirlenmesi, Türkiye’nin, cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana karşılaştığı kronik toplumsal kutuplaşmaları, etnik ve
ulusal çatışma gibi sonu olmayan sorunları da büyük ölçüde çözmesini
kolaylaştıracaktır. Bu statünün, başkanlık sisteminin siyasi istikrara katkısını
artıracağı ve itibarını yükselteceği ayrıca bu çerçevede belirtilmelidir.
Başkanlık sistemi veya rejimin
diğer organları ile ilgili her değişiklik ya da düzenleme Kürtleri, Kürt
partilerini, Kürt siyasetini doğrudan veya dolaylı ilgilendiriyor ve etkiliyor.
Kürtler, siyasi bir taraf olarak bu süreçte yer almazlarsa, Türkiye’nin mevcut
durumdan daha ileri bir noktaya ulaşması, hayal olur.
Anayasal Süreç ve
Kürtler
Başkanlık Sistemine ilişkin,
ayrıca zorunlu olarak yapılacak Anayasa değişikliği bu bakımdan yeterli değil.
Sözü edilen çözümleyici sonuçları elde etmek için uzlaşmaya dayalı yeni bir
Anayasa’nın yapılması gerekir. Kürtlerin siyasi taleplerinin dikkate alınacağı
bir yaklaşımı mevcut Anayasa’da yapılacak bir değişiklikle hayata geçirmek ve
güvence altına almak olanaklı değil. Başkanlık sistemi beraberinde bir çok
kurumsal temel düzenlemeyi gerektirir. Ayrıntılara girmeden bu kurumsal
düzenlemelerden seçim sistemi ve partiler sistemi üzerinde kısaca durmak
özellikle önemlidir.
Kürtler ve Partiler
Kuzey Kurdistan’da, Kürtleri
temsilen resmi bir Kürt partisi yok. Mevcut Anayasa’ya göre var olabilmesinin
koşulları da yok. Fakat yasalardaki boşluklardan yararlanarak en azından
Kürtlerin temsiliyeti üzerinden bazı çalışmalar yapılmış ve Kürt ulusal
haklarını merkeze alan yasal bir parti 2002 yılında kurulmuştur. Hak ve
Özgürlükler partisi, Türkiye Anayasası çerçevesinde, siyasi parti yasalarına
göre kurulmuş olmakla birlikte, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay tarafından sık
sık denetlenmekte, hukuksal ve yasal baskılarla karşı karşıya gelmektedir. Buna
rağmen şimdiye kadar hem yerel hem de genel seçimlere üç dönem üst üste
katılmayı başarabilmiş tek “Kürt partisidir.”
Ancak Türkiye’deki seçim
sisteminden kaynaklanan sınırlandırmalardan, örgütsel kimi sorunlardan ve başka
siyasi baskılardan dolayı halihazırda Hak ve Özgürlükler Partisi’nin önemli bir
kitle gücüne ve desteğine sahip olduğu söylenemez.
Kuzey Kurdistan’da Kürt veya
Kurdistan ismiyle parti kurma çalışmalarını yürüten çeşitli dernekler, cemiyetler
ve eğilimler, Anayasal engellerden dolayı hala bir çok sorunla karşı
karşıyadırlar. Bu yönde adım atan partilerden halihazırda Türkiye’de Kurdistan
Demokrat Partisi (PDK-T) 03.10.2014; Partiya Azadi ya Kurdistan (PAK)
29.10.2015; Parti ya Sosyalist a Kurdistan (PSK) kuruluş dilekçelerini
30.05.2016 tarihlerinde T.C. İç İşleri bakanlığına sunmuş bulunmaktadırlar. Adı
geçen partilerin tüzüklerinde yer alan kimi maddeler, Anayasa’ya aykırı
içerikte olduğu gerekçesiyle, söz konusu partilerin tüzükleri İç işleri
bakanlığınca henüz onaylanmış değil. İlgili partilerin yöneticilerinden alınan
bilgilere göre, Tüzük ve Programlarında Anayasa’ya aykırı madde, kavram ve
ifadelerin yer aldığı iddiasıyla, bunların Anayasa’nın ilgili maddelerine ve
partiler sistemi yasasına göre yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Aksi
takdirde söz konusu partilerin, Anayasa’nın ilgili maddeleri kapsamında Anayasa
Mahkemesi tarafından kapatılma tehdidi ile karşı karşıya olduğu
belirtilmektedir.
Yukarıdaki partilerin
karşılaştığı bu Anayasal sorunu, kuruluşundan hemen sonra, Hak ve Özgürlükler
partisi de yaşamıştı. Kuruluş dilekçesini İç işleri bakanlığına verdikten bir
süre sonra Yargıtay Başsavcılığı söz konusu partinin tüzük ve programını esas
alarak**, ilgili programın “Dünyada Değişim ve Yapılanma” bölümünün son
kısmında ve tüzüğün 3. maddesi “ Partinin Amacı” kapsamında yer alan bazı
bölümlerin Anayasa’nın başlangıç’ı ve 2.,3.,14.,68. maddeleriyle 2820 saylı
Siyasi Partiler Kanunu’nun 78. maddesinin (a) ve (b) bentlerine, 80. maddesine,
81. maddesinin (a) ve (b )bentlerine aykırılığı savıyla Hak ve Özgürlükler
Partisi’nin (HAK-PAR) Anayasa’nın 69. maddesinin beşinci fıkrasıyla 2820 sayılı
kanunun 100. Ve 101. maddesinin (a) bentleri uyarınca kapatılması istemiyle
iddianame hazırlamış ve Anayasa Mahkemesi bu doğrultuda dava açmıştır.*
Yargıtay Başsavcılığının esasa
dayanarak hazırladığı bu iddianamenin önemi, bir siyasi partinin amacının
Anayasaya aykırı olup olmadığına ilişkin ileri sürülen yönleri değil; Hak ve
Özgürlükler Partisi hukukçularının ilgili iddialara karşı geliştirdikleri
savunmadır. Hukukçular, bu davada, Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülen
ilgili maddeleri, geleneksel hukuk ve yasa yorumlarına başvurarak değil,
öncelikle uluslar arası hukuk normlarını ve açıklama özgürlüğü kriterlerini
temel alarak savunmuşlardır. Böylece Yargıtay Başsavcılığı’nın ilgili Anayasa
maddelerine dayanarak hazırladığı iddianame bertaraf edilerek, burada ileri
sürülen iddialar çürütülmüştür. Bu anlamda
HAK-PAR’ın bu davası ve savunması tarihsel, hukuksal ve siyasal bir değere
sahiptir. Kürtlerin bu davayı ne kadar önemsediği fazla bilinmemektedir. Kürt
siyasi çevrelerinin ayrıca bu davayla elde edilen meşruiyet olanaklarının ne
kadar farkında olduğu da bilinmiyor. Ancak bu davanın, TC tarihinde Kürt sorunu
ve siyaseti karşısında, özellikle TC Anayasası çerçevesindeki maddelerin
hükümsüz bırakılmış olmasından dolayı, elde edilen önemli bir siyasi ve hukuki
kazanım olduğu burada belirtilmelidir.
a- Anayasa’da
belirtilen, devletin tekliği ilkesi (m.80), savunmanın devletin “tekil varlığı”
karşısındaki yorumla hükümsüz bırakılmıştır.
b- Siyasi partiler yasasındaki sınırlandırmalar
(m.81. a,b.)yasa hükmünü kaybetmiştir.
c- Daha
önemlisi dava esasını teşkil eden Hak-Par tüzük ve programında yer alan,HAK-PAR,
“ (…) demokratik hukukun normları içinde, Kürt ve Türk halkının eşitliği
temelinde, demokratik ve federal tarzda yeniden yapılandıracak.” vurgusu
geleneksel üniter devletin egemenlik biçimi karşısına federal devlet
yapılanması diskurunu resmen kurmuş bulunmaktadır. Vs…
6.6- Başkanlık Sistemi
ve Federasyon
Bu çalışmanın kapsamında
belirtildiği gibi başkanlık sistemlerinin uygulamada olduğu ülkeler, genellikle
çoğulcu kültürel, farklı etnik ve ulusal olgularla varlık bulmuşlardır.
Federasyon, birden fazla bağımsız birimin oluşturduğu özgür ve eşit bir
birliktir. Bu anlamda federal devletin varlığı, tekçi, üniter bir yapı içinde
mümkün görünmemektedir. En az iki eşit siyasi birimin, ortak ilke ve kurallar bağlamında üzerinde
anlaştıkları ortak bir Anayasa ile federal siyasi birlik, başka bir deyişle
federal devlet gerçekleşebilir. Bu durum aynı zamanda ortak coğrafyada veya
coğrafi sınırları bakımından birbirine yakın farklı ulusal ve etnik grupların
sözü edilen çerçevede sağladıkları siyasi birliği de tanımlar.
Federal devletlerin temel
özelliği, her birinin eşit ve ayrı olduğu istikrarlı siyasi güçlerin merkezi
birliğidir. Bu merkezi birlik, kaynağını ve gücünü ortak Anayasa’dan alan
siyasal ve idari yetkileri demokratik usul ve esaslara göre paylaşır. Bu
özelliğiyle federalizmin temel koşulu demokrasidir. Demokratik olmayan hiçbir
yapıda, federalizmin gerçekleşme zemini ve imkanları yoktur.
Başkanlık sistemi, özgür ve
siyasi açıdan eşit tarafların ortak iradesinin bir ürünü olarak gerçekleştiği
takdirde federal demokratik bir nitelik kazanabilir.
Heterojen, çoğulcu kültürel ve
farklı toplulukların bir arada veya yan yana, özgürce ve barış içinde yaşaması,
bunların toplumsal varlıklarını ve siyasal eşitliğini güvence altına alan
demokratik bir Anayasa’nın varlığıyla mümkündür. Türkiye başkanlık sistemine
geçerken, etnik ve sosyolojik yapıyı bu açıdan dikkate almalı, farklı kültürel
ve etnik toplulukların Yeni Anayasa yapımı sürecine aktif katılmaları
sağlanmalıdır. Bu sürece Türkiye’nin temel gerçeklerinden biri olan Kürtler
özellikle dahil olmalıdırlar.
Türkiye’de öngörülen Yeni
Anayasa’ya ve başkanlık sistemine demokratik içerik ve nitelik kazandıracak
olan temel toplumsal unsur Kürtlerdir. Bu katılımın aktif siyasi öncülüğünü
yapmak da HAK-PAR’a düşüyor. HAK-PAR, hazırlıkların hızla ve kapalı kapılar
ardında yapıldığı bu siyasi sürece dahil olmak istediğini, vakit kaybetmeden,
kamuoyuna açıkça deklere etmelidir. Tabii ki, Kürtleri temsil eden bir taraf
olarak…
Neden HAK-PAR?
Kürt ve Kürdistan sorununa
odaklı bir siyasi programa sahip bulunan Hak ve Özgürlükler Partisi, pratikte
Kürtleri temsil etme ve haklarını savunma misyonunu üstlenmiş bir
partidir. HAK-PAR bu misyonu tüzüğünde
ve siyasi programında açık bir biçimde belirtmiştir. Daha da önem arz eden
tarafı, söz konusu partinin varlığının, tüzüğünün ve programının mevcut Anayasa
Mahkemesi tarafından kabul edilmiş olmasıdır. HAK-PAR Türkiye’de “Kürt ve Türk
halkının eşitliği temelinde, demokratik ve federal tarzda yeniden yapılanma
hedefi” doğrultusunda Anayasa Mahkemesi’nde yaptığı savunma ile üniter devletin
ideolojik paradigmasını, siyasi ve idari yapısına ilişkin katı anlayışı yasal
ve hukuksal düzeyde yıkmıştır.
Neticede Anayasa Mahkemesi’nin
29.1.2008 tarihinde verdiği kararla HAK-PAR’ın savunmasında ileri sürdüğü
hukuksal gerekçeleri haklı görülüerek, kaynağını hala yürürlükte bulunan
Anayasa’dan alan Yargıtay Başsavcılığı’nın iddialarını boşa çıkartmış
bulunmaktadır. Bu savunma, ilgili sınırlandırıcı ve baskıcı yasaların pratikte
artık hüküm gücünün kalmadığı anlamına gelmektedir. Böylece üniter devlete
ilişkin geleneksel ideolojik yaklaşım ve siyasi duyarlılık pasifize olmuş;
Türkiye’nin sosyolojik ve etnik-ulusal gerçekliği kabul görmüş; daha da
önemlisi, Türkiye rejiminin mevcut siyasi ve idari yapılanması tartışmaya
açılma imkânı bulmuştur. Başka bir anlatımla, cumhuriyetin temel ilkeleri
denilen ideolojik argümanlar ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyen kurucu
Anayasal kriterler, bu davayla etkilerini ve yaptırım olanaklarını kaybetmiş
bulunmaktadırlar.
Yargıtay Başsavcılığı’nın
HAK-PAR’ı kapatma ile ilgili açtığı dava, siyasi nitelikli bir davaydı. Anayasa
mahkemesi bu iddianame çerçevesinde karar vermiş olsaydı, devletin geleneksel
ideolojik ve politik yaklaşımı hakim olmaya devam edecekti. Ancak Anayasa
Mahkemesi, bu tuzağa düşmedi ve tersinden karar vererek HAK-PAR’ın tüzük ve
programını meşru buldu. Bu da Türkiye’de temelde ve yapıda kimi değişikliklerin
daha kolay yapılabileceğine ilişkin olumlu işaretlerin olduğunu gösteriyor.
HAK-PAR gerek başkanlık sistemi gerekse yeni Anayasa tartışmaları bağlamında
olsun, süreçte aktif yer alarak bu davada edindiği hukuksal tecrübeyi iyi
kullanmalı ve elde ettiği hukuksal ve siyasi kazanımları daha somut zeminlere
taşıyabilmelidir.
HAK-PAR’dan başka Kürt ve
Kurdistan sorununa odaklı diğer Kürt parti ve oluşumlarının kullanabilecekleri
böyle bir imkân yok. Hak-Par onlara göre daha ileri bir siyasi konuma ve
hukuksal imkânlara sahiptir. Öncelikle hükmi şahsiyeti olan bir partidir.
Ayrıca Kurdistan’da var olan Kürt odaklı kişi, kurum ve partilerle sıcak
ilişkiler içindedir. Yanı sıra Kurdistan’ın diğer parçalarındaki kardeş Kürt
kurum ve partileriyle karşılıklı saygı ve yardımlaşmaya dayalı ilişkileri en
üst düzeylerde devam ediyor. Giderek uluslar arası insan hakları
kuruluşlarıyla, demokrat ve humaniter örgütleriyle ve siyasi partileriyle de
diyalog ve işbirliği gibi ilişkiler geliştirmeye çalıştığı gözleniyor. İtibarı
ve imajı temiz olan bu partinin hükümet çevresiyle, kimi partilerle, STK’larla
da diyalog içinde olma olanağı var. Bu özellikleriyle ve bu olanaklarla,
HAK-PAR’ın siyasi düzeyde Kürtleri temsil eden partilerden biri olarak,
Türkiye’de artık kaçınılmaz hale gelen bu değişim sürecine katılarak her
düzeyde öncülük etmesi tarihsel bir görev anlamındadır.
Bu görevi tarihsel kılacak
olan, HAK-PAR’ın kapatılmasına dayanak olan yasaların öngörülen yeni Anayasa
tartışmalarında bir daha yer almamasını sağlayacak hukuksal ve siyasal
argümanlara sahip olma hakkıyla bunları ileriye taşıyabilme kabiliyetidir.
6.7- Başkanlık Sistemi, Anayasa
ve Hak-Par
Başkanlık sistemi Anayasal bir
olgudur. Bu da gösteriyor ki, bu sistemle birlikte tartışılan Anayasa
sorununda, HAK-PAR edindiği hukuksal ve siyasal tecrübeyi bu sürece katma
kabiliyetine fazlasıyla sahiptir. Ayrıca HAK-PAR birbirini siyasi açıdan
bütünleyen yeniden yapılanma ve Kürt Sorununu bu bağlamda siyasi öncelikleri
arasına alma olanağını kullanabilir. Programında bu önceliklere açıkça vurgu
yapılmıştır: “Türkiye’de üniter yapı etnik, kültürel, dilsel çoğulculuk (…)
sorunlarını çözümleyecek konumda değildir.” derken, Tüzüğünde, Amaç kısmında bu
öncelikli sorunların çözümü konusunu, “Partimiz, Türkiye’yi idari, siyasi,
toplumsal ve ekonomik olarak; evrensel demokratik hukukun normları içinde, Kürt
ve Türk halkının eşitliği temelinde, demokratik federal tarzda yeniden
yapılandıracak,” diye açıklıyor.
Önceki bölümlerde belirtildiği
gibi başkanlık sisteminin uygulamada olduğu ülkelerin ezici bir çoğunluğu,
HAK-PAR’ın programında açıkladığı esaslar üzerinde biçimlenmişlerdir.
Anayasalar da federal sistemin dikey ve yatay ilişkilerini, birinin diğerinin
iradesine ve alanına doğrudan müdahale etmeyecek biçimde eşit ve ayrı fakat
aynı zamanda birbirlerini denetleyen ve frenleyen mekanizmalarla demokratik
tarzda düzenlemiştir. Türkiye’nin sosyolojik, çoğulcu kültürel ve ulusal
gerçekliği göz önüne alındığında; Anayasal temelde konum ve yetki alanı
belirlenmiş bir başkanlık sisteminde,
toplumun demokratikleşmesi, siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanması
önünde risk oluşturan bir dezavantaj bulunmamaktadır. Daha da önemlisi, sistem
doğru esaslar paralelinde kurulursa;
toplumda farklı ideolojik ve etnik farklılıklar arasında kutuplaşma ve
çatışma yerine barış ve güvenin hızla tesis edilmesinde risk oluşturabilecek
bir dezavantaj için maddi temel kalmaz. Toplumsal uzlaşamaya dayalı bir
Anayasa, rejimin siyasi organlarını eşit hukuksal ilkeler bağlamında iktidarı
paylaşmayı esas alan bir tarzda düzenlemişse, uygulamada birinin diğerine kendi
iradesini zorla dayatması zaten söz konusu olamaz. Burada temel kalkış noktası,
sosyolojik ve kültürel, ideolojik ve politik gerçekliği gözeten uzlaşmaya
dayalı demokratik bir toplum inşa etmek olmalıdır. Böyle bir toplum için
Türkiye gerçekliği önünde hiçbir engel yoktur. Türkiye’de sorun, rejimin veya
siyasi aygıtın, yani devletin gücünü ve egemenliğini halktan alması ve sadece
ona dayanmasıdır. Egemenliği halktan almayan hiçbir siyasi rejimin meşruiyet
kaynağı yoktur. Türkiye yeni dönem için demokratik ve çoğulcu bir toplum
projesi öngörüyorsa, bu kriterleri önemsemek zorunda. Demokratik ülkelerde
örnekleri bulunan başkanlık sisteminin dayandığı meşruiyet kaynağı ve anlamı
budur.
6.8- Başkanlık
Sisteminin Riskleri ve HAK-PAR
Başkanlık
sisteminin kimi riskli dezavantajlarının olabileceğine dikkat çekenlerin sayısı
az değildir. Daha önce de belirtildiği gibi, bu riskler kurumsal anlamda
başkanın kullanabileceği yetkilerinden ziyade başkanın kişisel özelliklerinden
kaynaklanabilecek davranışları çerçevesinde değerlendirilmektedir. Oysa böyle bir sistemde bir çok bakımdan başkan böyle bir
keyfiyete veya yasal olmayan davranışa yönelme imkanına sahip değildir.
Karşısında onun kararlarını denetleyen güçlü bir yasama ve davranışlarını
frenleyen güçlendirilmiş bir yargı erki vardır. Ayrıca başkan sabit bir süre
için halk tarafından seçildiği için kolay kolay yetki alanının dışına çıkan
davranışlar sergileme cesaretini gösteremez. Bir diğer caydırıcı faktör,
başkanın yasama tarafından “suçlandırma” mekanizmasıyla karşı karşıya
gelebilecek olmasıdır. Dolayısıyla bazı durumlarda geçici patırtı ve gürültüye
yol açsa da belirtilen kişisel özellikler rejim için ciddi bir risk oluşturacak
biçimde büyük problemlere yol açmaz. Bill Clinton ve Monika Lewinsky ilişkisini
hatırlayınız!
Seçim
Sistemi ve Parti Sistemi
Bununla
birlikte çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal realitelere sahip toplumlarda,
siyasi açıdan temsilin araçları üzerinde ise önemli bir risk yaratacağı
söylenebilir. Tecrübe, başkanlık sisteminde, küçük partilerin seçimlerde
giderek ilgiyi kaybettiklerini ortaya koyuyor. Gerek yarı başkanlık gerekse de
başkanlık sistemlerinde olsun, seçim sistemlerinden kaynaklanan usul nedeniyle,
kitlelerin güçlü görünen partilere yöneldikleri ve bu durumun küçük partilerin
varlığını tehlikeye düşürdüğü yolunda haklı görüşler vardır. Bu görüşler
haklıysa, HAK-PAR ve diğer Kürt partileri ciddi bir sorunla karşı karşıya
gelebilir demektir.
Başta
Hak-Par olmak üzere diğer Kürt partilerinin bu yönde alması gereken hayati
önlem, partiler sistemi ve seçim sistemi konusunda, Siyasi Partiler Kanunu ve
Seçim Sistemi Kanunu kapsamında değişiklik yapılmasını sağlamaktır. Başkanlık
sisteminin olumsuz sonuçlarından biri olan bu sorunun olumsuz etkilerinden
korunmak için bu değişiklikler şarttır.
Bu
değişiklik doğal olarak başka bazı siyasi tedbirlerin alınmasını da beraberinde
getirir. Örneğin, Kürt Sorununa odaklı politika yapan partilerin, öngörülen
Anayasa değişikliğiyle Türkiye genelini kapsayan bölgelerde seçimlere katılma
gerekçeleri ortadan kalkacaktır, kalkmalıdır. Böyle olmazsa, sorun çıkacaktır.
Kürtler bu sorunu bırakın tatmin edici bir biçimde tartışmış olmayı, gündemine
bile almış değiller. Yukarda açıklanan hedefler çerçevesinde uzlaşmaya dayalı
bir Anayasa hazırlandığında, doğal olarak Kürt partileri Kurdistan’da, yerel
siyasetin aktörleri olarak rol oynayacaklardır. Başka bir deyişle Kürt
partilerinin sistemin diğer partilerinden ayrı olarak varlık kaynakları ve
statüleri farklı olacaktır. Kendi bölgesini temsil etmek için Türkiye’nin diğer
bölgelerinde de seçime girme zorunluluğu bu partiler için olmamalıdır. Mevcut
durumda Siyasi Partiler ve Seçim kanunu Kürt partileri için- halihazırda
HAK-PAR için- kısıtlayıcı koşullar ortaya koyuyor. İlgili kanuna göre, mesela,
bir partinin seçimlere katılabilmesi için en az 41 ilde ve ilçelerinin en az
üçte birinde örgütlenmiş olması zorunludur. Ayrıca seçimlere katılan
partilerin, Türkiye geneli için toplam kullanılan oyların %10’nu alarak
belirlenen barajı geçmeleri gerekmektedir.
Aksi halde örneğin, il bazında seçmen sayısı 949.559 bin olan
Diyarbakır’da seçime katılan HAK-PAR kullanılan oyların %90’ını alsa bile buna
tekabül eden 11 milletvekili adayı meclise giremeyecektir. Bunlar yerine,
Türkiye barajını geçmiş bir partinin Diyarbakır’da birer 1 oy almış olan
adayları, adı geçen ilin milletvekilleri olarak meclise girebileceklerdir!
HAK-PAR
Ne Yapmalı?
Bu açıdan bakıldığında Siyasi
Partiler yasasının, eşitlik ilkesine tümüyle aykırı, anti demokratik bir
muhtevaya sahip olduğu görülmektedir. Türkiye genelinde güçlü bir halk
desteğinden yoksun ve fakat yoğunlukla ve yeterince destek aldıkları bölgelerde
seçimi kazanan partilerin adaylarının “seçim barajına” takılmaları hak
eşitliğini açıkça çiğneyen, halk iradesini hiçe sayan, yaralayıcı, adaletsiz ve anti demokratik bir
uygulamadır.
Bu yasa ve uygulama sonuçları
halkın iradesini ve özgür tercihini sıfırlamaktadır.
Başkanlık sistemi, kaynağını
halktan alan bir sistemdir. Bu yanıyla halkın iradesini ve tercihini bloke
edecek hiçbir anti demokratik yasa ve uygulamaya bu sistem gereği yer olmamalıdır.
Bunun için Hak-Par, siyasi bir taraf olarak, öncelikle bu anti-demokratik
yasaların kalkması için çaba sarf etmelidir. Bu kapsamda sistemi
demokratikleştirecek bir yasalar ve uygulamalar paketine sahip olmak
zorundadır.
Bu bağlam içinde, azınlık ve
özerk statüsü olan bölgeler için Polonya ve Hindistan’daki uygulamalardan iyi
sonuçlar alındığı söyleniyor. Polonya’da özerk bölgelerin partileri var ve bu
partiler için ülke seçim barajı yoktur. Özerk bölgelerin partileri seçimlerde
kendi aralarında demokratik bir yarışa girer ve temsilcilerini parlamentoya
gönderirler. Polonya genelinde seçime giren partiler içinse, küçük oranda bir
baraj söz konusu; ancak bu baraj seçime katılan küçük partileri çok
etkilememekte ve varlıkları için bir tehdit oluşturmamaktadır. Varlıkları,
seçime katılma usul ve kuralları Polonya Anayasası tarafından düzenlenmiş ve
güvence altına alınmıştır.
Hindistan’da azınlık grupların,
kabilelerin ve etnik toplulukların ayrıca yerel düzeyde kurulmuş partileri
vardır. Çoğulcu demokratik bir yapıda yaşayan bu toplulukların kültür ve
dilleri, siyasi varlıkları ve idari statüleri Anayasaca açıkça belirlenmiş ve
güvence altına alınmıştır.
SONUÇ
Parlamenter sistemin Türkiye’de
çöküşü, bu sistemin yetersizliğinin yol açtığı bir sonuç olarak
değerlendirilemez. Türkiye’nin çoğulcu kültürel, etnik ve ulusal realitelerini
yok sayan üniter devlet yapılanması, bu sistemi işlevsiz hale getirmektedir.
Yarı-Başkanlık sistemi, siyasal erkin ve
yürütmenin bir kanadını oluşturan demokratik bir kurumdur. Parlamenter sisteme
göre yürütme birimlerinin ve yasamanın bu sistemde daha işlevsel olduğu
belirtiliyor. Uygulanan ülkelerde demokratikleşmeye, toplumsal ve ekonomik
gelişmeye ve politik istikrara katkılar sağladığı görülmüştür. Türkiye’de
halihazırdaki sistemi yarı-başkanlık olarak tanımlayan hukukçu, akademisyen ve
siyaset bilimcileri çoğunluktadır. Bizce de öyledir, fakat bu aynı zamanda de facto bir görünüm arz etmektedir. Her
şeyden önce bu sistemin hukuksal ve yasal bir alt yapısı yoktur. Mevcut
haliyle, başkanlık sistemi, ölü doğmuş bir sistemdir. Bu savı haklı çıkaran,
halk tarafından yaklaşık iki yıl önce seçilen Devlet Başkanı R.T. Erdoğan’ın,
sistemi hala hiçbir hukuksal ve sosyal temele oturtamayan tutumundaki
belirsizliğin devam etmesidir. Bu haliyle sistemin siyasi bir çıkmaz içine girdiğini
söylemek, yersiz değildir. Bu siyasi çıkmaz Türkiye’de rejimin kurumsal veya
Anayasal organlarından birinin konum, biçim ve fonksiyonu ile ilgili bir
sorundan değil, Kürt sorununun bloke ettiği bir durumdur. Mevcut devlet
başkanının bu yolu açıp çıkmazı aşmak yönünde net bir tutuma angaje olmadığı
görülmektedir. Kürt sorunu, tıpkı geçmişte olduğu gibi, üniter devlet yapısının
sıkboğaz ettiği parlamenter sistemin işlemesi için nasıl bir ayak bağı olduysa,
anlaşılan, üniter devletin değişmeyen ideolojik paradigmasının etkisinde
hareket eden, R.T Erdoğan’ın bu kısa süreli modeli için ayak bağı olmaya devam
edecektir.
Türkiye’de mevcut sistemin kısa
ömürlü mü olacağı yoksa insanların kaderini uzun vadede etkileyeceği bir sistem
mi olacak? Türkiye’de bu sorular üzerinde yürütülen bir tartışma yoktur.
Kürtler de tartışmıyor. Oysa yarı-başkanlık sistemini kilitleyen olgu, Kürt
sorunudur. Kürtler, yarı-başkanlığa karşı değiller; bu sistem halkların, bir
arada, yan yana, eşit ve ayrı yaşamasına katkı sağlayan demokratik bir
mekanizmadır. Burada eksik olan şey, Kürtlerin sürece katılması için fiili ve
samimi bir yaklaşımın olmamasıdır.
Yarı-başkanlık için hukuksal
bir alt yapı arayışından öteye yol alan hükümet ve cumhurbaşkanı, bu kronik ve
ideolojik yaklaşımlarından vazgeçmedikleri sürece, bu çıkmazdan kurtulamazlar.
Temsilde, ilkede ve yetkide reddedilen bir olgu, siyaseti aşar.
Bu nedenle, Türkiye içinde
bulunduğu siyasi çıkmazdan kurtulmanın yolunu, Kürtlerle birlikte hareket
etmeden bulamaz. Kısacası mevcut devlet ve hükümet Kürtlerle siyasi düzeyde
oturmak ve anlaşmak zorundadır. Bugün olmasa, yarın! Zira Türkiye’nin bu yol
dışında, geleceğine güvenle bakabileceği bir yol ve çıkış yoktur.
Bu bağlamı geçmek için son söz
şudur: Parlamenter, yarı-başkanlık ve başkanlık sistemleri demokratik
kurumlardır. Dünyada uygulamadaki biçimleri ve sonuçlarına bakıldığında,
bunları işlevsel kılan ve bunlara demokratik bir nitelik kazandıran temel
yaklaşımın, yaşmada, temsilde ve siyasal erkte paylaşımı esas alan uzlaşma
olduğu görülmektedir. Bu çerçevede geniş tabanlı bir toplumsal uzlaşma
sağlanmadan bir ülkede sosyal ve politik değişimlerin sorunsuz gerçekleşeceğini
beklemek, olanaksızdır..
Bu nedenle adı ve biçimi ne
olursa olsun, Türkiye’deki değişim hareketine Kürtlerin siyasi bir taraf olarak
destek ve katkısı olmadıkça, değişimin sözde kalacağını hemen belirtmiş olalım.
Kürtleri bunun dışında tutmaya çalışan yaklaşımlar, Türkiye’de yaşayan
halkların, etnik ve ulusal realitelerin geleceklerini baskıya, zora ve teröre
teslim etmekten başka bir iş yapmamış olurlar. Demokrasi kilitlenir; toplumsal
kutuplaşma artar; ideolojik ve politik gerilim bu ülkede yaşayan herkesi
derinden huzursuz eder; dinsel ve mezhepsel, etnik ve ulusal çatışma alır
başını yürür.
Hak-Par, bu katı gerçeği halka,
STK’lara; sistem partilerine, parlamentoya ve hükümete kararlıca
hatırlatabilmelidir.
HAK-PAR sistemin temelden
değişiminden yana bir partidir. Türkiye’de tartışılmakta olan başkanlık sistemi
ve yeni Anayasa meselesini bu açıdan ele almalı ve tutumunu ona göre
belirlemelidir. Başkanlık sisteminin ayrıca etnik ve ulusal kazanımları garanti
alan bir anayasanın organik birimi olmasına dikkat edilmelidir. Zira bu
sistemin kendisinden kaynaklanmasa da, yeni Anayasa yapılırken, elde edilen
sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi kazanımlar güvence altına alınmadan
geçilirse, hemen sonra toplumsal siyasi krizlerin yaşanması kaçınılmazdır.
Programında ve tüzüğünde Kürt
halkının temel ulusal sorunlarına yoğunlaşmış HAK-PAR, Başkanlık Sistemiyle
beraber Türkiye’de yeni Anayasa yapımı sürecinde örnek verilen ülkelerdeki
demokratik uygulamaları ayrıca tartışmaya açmalıdır. Bu demokratik ve siyasi
nitelikteki uygulamalar artık dünyanın hemen her ülkesinde Anayasalara
yansımakta, uluslar arası hukuk bağlamında ve evrensel ilkeler çerçevesinde
meşruiyetlerini muhafaza etmektedirler. HAK-PAR, başkanlık sisteminin hala
tartışılmakta olduğu Türkiye’de, yukarıdaki bölümlerde değindiğimiz hukuksal ve
yasal argümanları ayrıca destekleyici birer dayanak olarak sunarak varlığını,
kazandığı meşruiyet planında garanti altına alabilir.
Bunu yaparken Hak-Par, ilkeli
ittifaklar çerçevesinde ve Ulusal Bir Proje kapsamında, diğer Kürt kesimleri,
sivil kuruluşları, örgüt ve partileriyle ilişkilerini sıklaştırmalıdır.
Kuzey Kurdistan’da
HAK-PAR’ın, milli demokratik siyasetin
birliği çerçevesinde ana gövde olduğu görüşü yaygındır. Bu nedenle bu partinin
siyasal sorumluluğu, var olan diğer Kürt oluşumlarından daha fazladır.
Açıktır ki Kürtler Türkiye’de
ve bölgede kritik bir süreçten geçiyor. Güney Kurdistan’da bağımsızlığa dönük
siyasi gelişmeler bütün Kürt kesimlerini yakından ilgilendiriyor ve bölgeyi
etkileyecektir. Ortadoğu’da süren savaşın nerede ve nasıl noktalanacağı belli
değil. Kürtler bu koşullar seyrinde tarihsel tecrübeleri de göz önüne alarak
ortak bir siyasi tutum içinde hareket etmezlerse, geleceklerini tayin edecek
olan güçlerin kölesi olmaktan bir daha asla kurtulamayacaklardır.
*Ahmet Kaymak/ Hak-Par,
PM Üyesi
20/06/2016-DİYARBAKIR
Yararlanılan Eserler,
kaynak ve makaleler
1-
Prof.
Dr. Hasan T.FENDOĞLU, BAŞKANLIK SİSTEMİTARTIŞMALARI
2-
TÜRKiYE
BAROLAR BiRLiĞİ Yayına Hazırlayan: Av. Teoman Ergül,Akara 2005
3-
Fürkan ALYÜZ,
TÜRKİYE’DE BAŞKANLIK SİSTEMİ TARTIŞMALARI ( Başkanlık Sistemi Türkiye
için Uygun Bir Model mi? )
4-
Maurice DUVERGER, A New PoliticalSiatem Model:Semi-Presidential Government,
University of Paris I, France
5-
Ertan
BECEREN, Gökhan KALAGAN, BASKANLIK VE YARI-BASKANLIK SİSTEMİ; TÜRKİYE’DE UYGULANABİLİRLİĞİ
TARTISMALARI
6-
Dr Ekrem Serim, Amerika’daki Başkanlık Sistemi,
7-
Doç. Dr. Haydar EFE, Türkiye’de
Hükümet Sistemi Tartışmaları Çerçevesinde Başkanlık Sistemi ve Türkiye’de
Uygulanabilirliği
8-
Bünyamin BEZCİ, Demokrasi Ve
Başkanlık Sistemi, Muğla Üniversitesi
9-
Hasan
TUNÇ,
Bülent
YAVUZ, AVANTAJ VE DEZAVANTAJLARIYLA BAŞKANLIK SİSTEMİ
10-
Maurice DUVERGER, Siyasal Rejimler, Yeni Yüz Yıl
Kitaplığı, iletişim yay.
11-
Doç Dr Alican Kaptı, Doç. Dr. Sebehattin
Gültekin, Karşılaştırmalı Analizlerle Başkanlık Sistemi Ve Türkiye, Global
Politika ve Strateji Rapor no: 2, 2015
12-
M.
Murali, Government of Tamilnadu, First Edition – 2004
13-
Hak ve Özgürlükler Partisi/Tüzük-Program, 2002
14-
Resim Gazete, 1 Temmuz 2008, sayı: 26923
15-
Araştırma Hizmetleri Başkanlığı TBMM,
KARŞILAŞTIRMALI HÜKÜMET SİSTEMLERİ YARI BAŞKANLIK SİSTEMİ, Fransa, Polonya ve
Rusya Örnekleri, TBMM Basımevi –ANKARA Kasım 2014
16-
Araştırma
Hizmetleri Başkanlığı TBMM, Karşılaştırmalı Hükümet Sistemleri,Başkanlı Sistemi
:ABD, Arjantin, Azerbaycan, Brezilya ve Nijerya Örnekleri
17-
G.Sartori: Neither presidentialism nor
parliamentarism
18-
Baskın Oran, Fransa’da ve Türkiye’de Üniter
Devlet Sorunu
19-
Prof.
Dr. Ergun Özbudun: "Amerikan Tipi Başkanlık Sistemi Model Olabilir
mi?", İstanbul Şehir Üniversitesi, Adana Barosu
Dergisi
20-
Bilgehan EMEKLİER, FRANSA’NIN ETNİK
KİMLİK SORUNLARINA POLİTİK-PSİKOLOJİK BİR YAKLAŞIM: KORSİKA ÖRNEĞİ, Galatasaray
Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi
21-
Türk Anayasa Hukuk Sitesi, SPS, Resmi Gazete,
Neşir Tar:24 Nisan 1983,Kabul Tarihi:22 Nisan 1983,Kanun No:2820,
22-
Nur
ULUŞAHİN, TÜRKİYE’DE
MEVCUT HÜKÜMET SİSTEMİNİN NİTELİĞİ VE REJİMİN BAŞKANLIK SİSTEMİNE KAYMASININ
GETİRECEĞİ TEHDİT VE TEHLİKELER, Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi
23-
Dr. Abdulkadir YILDIZ, BAŞKANLIK SİSTEMİ VE TÜRKİYE