Tarih,
durağan ve yekpare bir gerçeklik değil; toplumsal bir açıklama alanı olarak
basit bireysel ve kurumsal birimlerle şekillenen karmaşık ilişkilerin bütünüdür.
Öznenin olmadığı yerde tarih diye bir olgudan söz edilemez. O halde tarih kolektif öznenin faaliyetinden
başka bir şey değildir. Bu faaliyete az çok bir bilinç yön verir. İnsan
faaliyetine yön veren öznel istekler ve nesnel nedenler arasında sürekli bir ilişki
ve çatışma söz konusudur. Bu ilişki ve çatışma uyumun olduğu kadar kaosun da
beslenmesinde temel bir rol oynayabilir. Böylece uyum ve kaos arasında temel ve
diyalektik bir ilişkiden söz etmek mümkün olabiliyor. Tarih bilinci, bu durumun
basit bir özetidir. Bu bilinç bireysel yaşantılarda ve toplumsal ilişkilerde
nesneleşmiştir. Durum böyle olunca özne, çoğunlukla nesnel alanda varlık
gösterir ve onun bir parçası haline gelir. İnsan çoğu zaman tarihin ve
toplumsal bilincin nesneleşen formlarının kendine ait olduğunu unutur, ona
yabancılaşır.
Yabancılaşma: uyumdur, donmuş bilinç ve kalıplaşmış
faaliyettir.
Doğal
(primitive) insanın tarihi yoktur. Çünkü o henüz özne olmamıştır. Özneyi
koşullayan bilinçli faaliyettir. Lingustik kural bir yana bırakılırsa, hayvanlar
eylemleriyle bile özne değiller. İnsan faaliyetine bilinç eşlik edip davranışlarına yön
verdiğinde, insanın özne olduğundan söz edilebilir. Bilinç öğesi olarak özne
eylemli varlık demektir. Biz buna nitelikli özne diyoruz. Doğada ve insan evreninde bu nitelikte başka bir öznel varlıktan söz etmek halihazırda olanaksızdır. Bu doğa ve bu evrende gerçekleşen tarih, yani insan, toplum, doğa ve evren çatışması, işte bu pratik ve pragmatik öznel varlığın ortaya koyduğu etkin tutumun karmaşık açıklamasından başka bir şey değildir.
Tarih
bütün koşullarıyla hareket halinde olan diyalektik süreçler ve olgular
alanıdır. Toplumsal kültür, ekonomik süreç, ideolojik-politik fikir ve
hareketler bu farklı diyalektik kapsamlar bağlamında birbirlerini etkileyen;
sürekli çekip iten, ayrışıp birleşen, üretip tüketen, yenilenip eskiyen ve
birbirlerini yadsıyan belirleyicilerdir. Her şeyin tarihi, geçmişi kadardır;
her şeyin yazgısı, geleceğe uzanan insanlık ufku tarafından temsil edilir.
İnsanlık tarihi bu diyalektik karşıtlığı içinde çelişki ve uyum, ret ve inkâr, ayrışma ve bütünleşme, karmaşa
ve düzen, savaş ve barış paradokslarından kurtulma ve kendini özgürleştirme
mücadelesinin değişmeyen açık ve geniş bir sahnesidir.
Her
temsilin er geç bir sonu var: perde iner ve oyun biter. Biçim ve kapsam, aktör
ve karakterler değişse de, sahne değişmez. Bu sahnenin aktörleri ve temsili
değiştirme yeteneği ise sonsuzdur.
Temsil son tahlilde öznel bir faaliyettir.
Bireyler
olarak bugün varız; yarın yokuz.
Bu
realite kör bir nihilizmi, geleceksiz ve umutsuz bir varoluşçuluğu, yaşarken
dünyadan elini ayağını çeken trajik bir çileciliği kabullenmeyi gerektirmez.
İnsan geleceğinden sorumlu olduğu kadar, geleceğini-yazgısını- belirleme bilinç
ve kabiliyetine de sahiptir.
Total
Bütünsel Felsefenin tarih anlayışı ve tarihsel olaylara yaklaşımı kısaca böyle
olmakla birlikte, her tarihsel olayı doğuran önemli maddi faktörlerin
bulunduğunu da kabul eder. Birey, toplumsal bir varlık; toplumsa tarihsel bir
olgudur. Tarih, birey ve toplumun amaçlı eylemlerinin bir ürünüdür; toplumsal
bilinçte ve ilişkilerde nesneleşen kültürel bir olgudur.
Bu olgu derin ve kapsayıcı bir etkiye
sahiptir. Varoluşundan , yani insanlaşma dediğimiz o uzun geçmişten bu yana
insanın insanla ve doğayla olan karmaşık ilişkilerinin anlam, biçim, kapsam ve
sınırlarını aktarır tarih.
Bütün tarih başlangıçta özde bulunan
yetenek ve becerinin sahip olduğu olanakları kavrama eylemi biçiminde
belirirken, sonraları kültürel varlığın (insanın) fiziksel, teknik ve
entelektüel emeğinin sömürü aracı olmasıyla giderek ayrışan ve gerginleşen
sosyal ilişkilerin yol açtığı çatışmaların tarihine evrilmiştir. Fiziksel teknik
ve entelektüel emek insanla sınırlıdır; bu yüzden bu karakteristik emek türlerinin
her zaman ekonomik bir değeri vardır. Sömürü sınıfsal ve toplumsal bir ilişki olarak
emek üzerinde yoğunlaşır. Sömürü toplumlarında insanın değil, emeğin değeri vardır;
bunlarda temel ilgi insan değil, emektir. Buna göre potansiyel emek gücü
olmayan ve üretmeyen bir insan, değerli değildir. İnsanın kendine
yabancılaşmasını, ayrışmasını ve kutuplaşmasını sağlayan bu temel ilgidir. İlgi
genel bir duruma dönüşür dönüşmez artık siyasal ve sistematik bir düzenle
kendini ortaya koymaya başlar. Başka bir deyişle fiili bir ilişki olan sömürü
biçimi, baskı biçimini de belirlemeye başlar. Köleci, feodal ve kapitalist
sömürü biçimleri nasıl birbirinden farklıysa bu toplum biçimlerinin siyasal
baskı tipleri de birbirinden farklı ilişkilere dayanır. Tarih aynı zamanda sözü
edilen toplum biçimlerinin sömürü düzenini meşrulaştıran hukuk arasında da az
çok farklılıklar olduğunu gösteriyor. Mısırlılar, Persler, Atinalılar , İsparta
ve Romalılar köle sömürüsüne dayanan bir düzenin ürünleriydiler. Köle emeğine
dayanan bu devlet tiplerindeki rejimlerin her biri diğerinden farklı bir
örgütlenmeye sahiptiler. Örneğin birincisinde otokratik ve despotik,
ikincisinde oligarşik ve demokratik, diğerlerinde az çok cumhuriyetçi rejim
biçimlerinin açığa çıktığını biliyoruz. Rejim biçimleri ile devlet tipleri aynı
olgular değildirler. Birincisini toplumsal üst yapı ilişkileri dolaylı olarak
belirlerken, ikincisini toplumsal alt yapı araçları doğrudan belirler.
Sömürü biçimi ayrıca toplumsal ve
siyasal baskı biçimini de belirler. Sömürü ilişkilerinin biçimi, sömürünün
karakterini ve niteliğini değiştirmez. Sömürü ilişkileri farklı kılıflar
altında baskı biçimini organize eder. Siyasal bir aygıt olarak devlet, bu
organizasyonun uygulamadaki ifadesidir: Çoğunlukla sınıfsal gerilimin
biriktirdiği şiddet ve toplumsal çatışmanın egemen sınıflar için doğuracağı
risk, bu organizasyon (devlet aygıtı) tarafından pasifize edilerek önlenir.
İlkel devlet tipinden modern kapitalist devlete değin devlet aygıtının işlevi
ve üstlendiği siyasal rol bu olmuştur.
Başka bir deyişle sömürü rejimlerinin
görünürde az çok farklı oluşu hem sömürülen sınıfın hem de sömüren sınıfın
ruhsal, düşünsel, felsefi, ideolojik ve siyasi veçhelerinin az çok
farklılaşmasına yol açar; insanların davranış ve alışkanlıklarını etkiler.
İskender ile Cyrus (Kuroj)’un ruh ve düşünce dünyaları, tutku ve tutumları farklı; emrinde bulundurdukları savaşçıların
ve sömürdükleri köylülerin ruh ve düşünce dünyaları, tutku ve tutumları
farklıydı. Barack Obama ve Ayetullah Ruhani bu anlamda birbirlerine hiç
benzemezler. Bir Fransız Köylüsü ile bir Çin köylüsü davranış biçimleri ve
inanç yönünden birbirilerinden çok farklıdırlar. Egemenlik altına alınanlara
karşı kullanılan baskı ve tehdit araçları bu kültürel mizaca az çok uydurularak
bir toplumsal düzen ve siyasal rejim ortaya çıkarır.
Bu gerçekliklerden harekete ederek Total Bütünsel tarih felsefesi
incelenecek bir olgunun bir değil, bir çok yüzünün bulunduğuna işaret eder; bilimsel
çalışma ve araştırma yöntemlerini bu kavrayış doğrultusunda yapmayı esas alır.