29 Ocak 2016 Cuma

Total Bütünsel Tarih Anlayışı ve Felsefesi






Ahmed Kaymak

Tarih, durağan ve yekpare bir gerçeklik değil; toplumsal bir açıklama alanı olarak basit bireysel ve kurumsal birimlerle şekillenen karmaşık ilişkilerin bütünüdür. Öznenin olmadığı yerde tarih diye bir olgudan söz edilemez.  O halde tarih kolektif öznenin faaliyetinden başka bir şey değildir. Bu faaliyete az çok bir bilinç yön verir. İnsan faaliyetine yön veren öznel istekler ve nesnel nedenler arasında sürekli bir ilişki ve çatışma söz konusudur. Bu ilişki ve çatışma uyumun olduğu kadar kaosun da beslenmesinde temel bir rol oynayabilir. Böylece uyum ve kaos arasında temel ve diyalektik bir ilişkiden söz etmek mümkün olabiliyor. Tarih bilinci, bu durumun basit bir özetidir. Bu bilinç bireysel yaşantılarda ve toplumsal ilişkilerde nesneleşmiştir. Durum böyle olunca özne, çoğunlukla nesnel alanda varlık gösterir ve onun bir parçası haline gelir. İnsan çoğu zaman tarihin ve toplumsal bilincin nesneleşen formlarının kendine ait olduğunu unutur, ona yabancılaşır. 


Yabancılaşma: uyumdur, donmuş bilinç ve kalıplaşmış faaliyettir. 

Doğal (primitive) insanın tarihi yoktur. Çünkü o henüz özne olmamıştır. Özneyi koşullayan bilinçli faaliyettir. Lingustik kural bir yana bırakılırsa, hayvanlar eylemleriyle bile özne değiller. İnsan faaliyetine bilinç eşlik edip davranışlarına yön verdiğinde, insanın özne olduğundan söz edilebilir. Bilinç öğesi olarak özne eylemli varlık demektir. Biz buna nitelikli özne diyoruz. Doğada ve insan evreninde bu nitelikte başka bir öznel varlıktan söz etmek halihazırda olanaksızdır. Bu doğa ve bu evrende gerçekleşen tarih, yani insan, toplum, doğa ve evren çatışması, işte bu pratik ve pragmatik öznel varlığın ortaya koyduğu etkin tutumun karmaşık açıklamasından başka bir şey değildir.

Tarihin dinamik ve diyalektik öğesi de yine bu öznel varlıktır.

Tarih bütün koşullarıyla hareket halinde olan diyalektik süreçler ve olgular alanıdır. Toplumsal kültür, ekonomik süreç, ideolojik-politik fikir ve hareketler bu farklı diyalektik kapsamlar bağlamında birbirlerini etkileyen; sürekli çekip iten, ayrışıp birleşen, üretip tüketen, yenilenip eskiyen ve birbirlerini yadsıyan belirleyicilerdir. Her şeyin tarihi, geçmişi kadardır; her şeyin yazgısı, geleceğe uzanan insanlık ufku tarafından temsil edilir. İnsanlık tarihi bu diyalektik karşıtlığı içinde çelişki ve uyum,  ret ve inkâr, ayrışma ve bütünleşme, karmaşa ve düzen, savaş ve barış paradokslarından kurtulma ve kendini özgürleştirme mücadelesinin değişmeyen açık ve geniş bir sahnesidir.

Her temsilin er geç bir sonu var: perde iner ve oyun biter. Biçim ve kapsam, aktör ve karakterler değişse de, sahne değişmez. Bu sahnenin aktörleri ve temsili değiştirme yeteneği ise sonsuzdur. 

Temsil son tahlilde öznel bir faaliyettir.

Bireyler olarak bugün varız; yarın yokuz.

Bu realite kör bir nihilizmi, geleceksiz ve umutsuz bir varoluşçuluğu, yaşarken dünyadan elini ayağını çeken trajik bir çileciliği kabullenmeyi gerektirmez. İnsan geleceğinden sorumlu olduğu kadar, geleceğini-yazgısını- belirleme bilinç ve kabiliyetine de sahiptir.

Total Bütünsel Felsefenin tarih anlayışı ve tarihsel olaylara yaklaşımı kısaca böyle olmakla birlikte, her tarihsel olayı doğuran önemli maddi faktörlerin bulunduğunu da kabul eder. Birey, toplumsal bir varlık; toplumsa tarihsel bir olgudur. Tarih, birey ve toplumun amaçlı eylemlerinin bir ürünüdür; toplumsal bilinçte ve ilişkilerde nesneleşen kültürel bir olgudur.
Bu olgu derin ve kapsayıcı bir etkiye sahiptir. Varoluşundan , yani insanlaşma dediğimiz o uzun geçmişten bu yana insanın insanla ve doğayla olan karmaşık ilişkilerinin anlam, biçim, kapsam ve sınırlarını aktarır tarih. 
Bütün tarih başlangıçta özde bulunan yetenek ve becerinin sahip olduğu olanakları kavrama eylemi biçiminde belirirken, sonraları kültürel varlığın (insanın) fiziksel, teknik ve entelektüel emeğinin sömürü aracı olmasıyla giderek ayrışan ve gerginleşen sosyal ilişkilerin yol açtığı çatışmaların tarihine evrilmiştir. Fiziksel teknik ve entelektüel emek insanla sınırlıdır; bu yüzden bu karakteristik emek türlerinin her zaman ekonomik bir değeri vardır. Sömürü sınıfsal ve toplumsal bir ilişki olarak emek üzerinde yoğunlaşır. Sömürü toplumlarında insanın değil, emeğin değeri vardır; bunlarda temel ilgi insan değil, emektir. Buna göre potansiyel emek gücü olmayan ve üretmeyen bir insan, değerli değildir. İnsanın kendine yabancılaşmasını, ayrışmasını ve kutuplaşmasını sağlayan bu temel ilgidir. İlgi genel bir duruma dönüşür dönüşmez artık siyasal ve sistematik bir düzenle kendini ortaya koymaya başlar. Başka bir deyişle fiili bir ilişki olan sömürü biçimi, baskı biçimini de belirlemeye başlar. Köleci, feodal ve kapitalist sömürü biçimleri nasıl birbirinden farklıysa bu toplum biçimlerinin siyasal baskı tipleri de birbirinden farklı ilişkilere dayanır. Tarih aynı zamanda sözü edilen toplum biçimlerinin sömürü düzenini meşrulaştıran hukuk arasında da az çok farklılıklar olduğunu gösteriyor. Mısırlılar, Persler, Atinalılar , İsparta ve Romalılar köle sömürüsüne dayanan bir düzenin ürünleriydiler. Köle emeğine dayanan bu devlet tiplerindeki rejimlerin her biri diğerinden farklı bir örgütlenmeye sahiptiler. Örneğin birincisinde otokratik ve despotik, ikincisinde oligarşik ve demokratik, diğerlerinde az çok cumhuriyetçi rejim biçimlerinin açığa çıktığını biliyoruz. Rejim biçimleri ile devlet tipleri aynı olgular değildirler. Birincisini toplumsal üst yapı ilişkileri dolaylı olarak belirlerken, ikincisini toplumsal alt yapı araçları doğrudan belirler.
Sömürü biçimi ayrıca toplumsal ve siyasal baskı biçimini de belirler. Sömürü ilişkilerinin biçimi, sömürünün karakterini ve niteliğini değiştirmez. Sömürü ilişkileri farklı kılıflar altında baskı biçimini organize eder. Siyasal bir aygıt olarak devlet, bu organizasyonun uygulamadaki ifadesidir: Çoğunlukla sınıfsal gerilimin biriktirdiği şiddet ve toplumsal çatışmanın egemen sınıflar için doğuracağı risk, bu organizasyon (devlet aygıtı) tarafından pasifize edilerek önlenir. İlkel devlet tipinden modern kapitalist devlete değin devlet aygıtının işlevi ve üstlendiği siyasal rol bu olmuştur.
Başka bir deyişle sömürü rejimlerinin görünürde az çok farklı oluşu hem sömürülen sınıfın hem de sömüren sınıfın ruhsal, düşünsel, felsefi, ideolojik ve siyasi veçhelerinin az çok farklılaşmasına yol açar; insanların davranış ve alışkanlıklarını etkiler. İskender ile Cyrus (Kuroj)’un ruh ve düşünce dünyaları, tutku ve tutumları  farklı; emrinde bulundurdukları savaşçıların ve sömürdükleri köylülerin ruh ve düşünce dünyaları, tutku ve tutumları farklıydı. Barack Obama ve Ayetullah Ruhani bu anlamda birbirlerine hiç benzemezler. Bir Fransız Köylüsü ile bir Çin köylüsü davranış biçimleri ve inanç yönünden birbirilerinden çok farklıdırlar. Egemenlik altına alınanlara karşı kullanılan baskı ve tehdit araçları bu kültürel mizaca az çok uydurularak bir toplumsal düzen ve siyasal rejim ortaya çıkarır.

Bu gerçekliklerden harekete ederek Total Bütünsel tarih felsefesi incelenecek bir olgunun bir değil, bir çok yüzünün bulunduğuna işaret eder; bilimsel çalışma ve araştırma yöntemlerini bu kavrayış doğrultusunda yapmayı esas alır.   

19 Ocak 2016 Salı

Holism in Anthropology And What is Culture?



Holism is the perspective on the human condition that assumes that mind, body, individuals, society, and the environment interpenetrate, and even define one another. In anthropology holism tries to integrate all that is known about human beings and their activities. From a holistic perspective, attempts to divide reality into mind and matter isolate and pin down certain aspects of a process that, by very nature, resists isolation and dissection. Holism holds great appeal for those who seek a theory of human nature that is rich enough to do justice to its complex subject matter. An easier understanding of holism is to say that the whole is greater than the sum of its parts. Individual human organisms are not just x percent genes and y percent culture added together. Rather, human beings are what they are because of mutual shaping of genes and culture and experiences living in the world produces something new, something that cannot be reduced to the materials used to construct it. It is important to note that humans who grow and live together are inevitably shaped by shared cultural experiences and develop into a much different person than they would have if developing in isolation.Sally Engle Merry, an anthropologist, got a call from a radio show asking her to talk about a recent incident that happened in Pakistan that resulted in a gang rape of a young woman authorized by a local tribal council. She explained to them that it was an inexcusable act and that the rape was probably connected to local political struggles and class differences. This relates to holism because the gang rape was authorized by higher authorities because it is a cultural norm for socially higher class men to feel more empowered over women. This emphasizes the connection between human actions and their environment and society.


What is Culture? 

Culture is the patterns of learned and shared behavior and beliefs of a particular social, ethnic, or age group. It can also be described as the complex whole of collective human beliefs with a structured stage of civilization that can be specific to a nation or time period. Humans in turn use culture to adapt and transform the world they live in.
 This idea of Culture can be seen in the way that we describe the Ashanti, an African tribe located in central Ghana. The Ashanti live with their families as you might assume but the meaning of how and why they live with whom is an important aspect of Ashanti culture. In the Ashanti culture, the family and the mother’s clan are most important. A child is said to inherit the father’s soul or spirit (ntoro) and from the mother, a child receives flesh and blood (mogya). This relates them more closely to the mother’s clan. The Ashanti live in an extended family. The family lives in various homes or huts that are set up around a courtyard. The head of the household is usually the oldest brother that lives there. He is chosen by the elders. He is called either Father or Housefather and everyone in the household obeys him.[1]
The anthropological study of culture can be organized along two persistent and basic themes: Diversity and Change. An individual's upbringing, and environment (or culture) is what makes them diverse from other cultures. It is the differences between all cultures and sub-cultures of the worlds regions. People's need to adapt and transform to physical, biological and cultural forces to survive represents the second theme, Change. Culture generally changes for one of two reasons: selective transmission or to meet changing needs. This means that when a village or culture is met with new challenges for example a loss of a food source, they must change the way they live. This could mean almost anything to the culture, including possible forced redistribution of, or relocation from ancestral domains due to external and/or internal forces. And an anthropologist would look at that and study their ways to learn from them.

Culture is:
Learned through active teaching, and passive habitus.
Shared meaning that it defines a group and meets common needs.
Patterned meaning that that there is a recourse of similar ideas. Related cultural beliefs and practices show up repeatedly in different areas of social life.
Adaptive which helps individuals meet needs across variable environments.
Symbolic which means that there are simple and arbitrary signs that represent something else, something more.